Salı, Aralık 31, 2013
Cumartesi, Kasım 30, 2013
Oberaden´de Dosluk Kazandı!
30/11/2013- Saat:14:30
Kayserispor-Akhisar Belediyespor arasında oynanan karşılaşmayı izlemek için iki kafadar taraftar Oberaden Ditip camii lokalini maçı yalnız kendileri izlemek için kapattılar.
Kayseri´li Tahir ve Akhisar´lı Hüseyin Bu zamana kadar lokalimizde hep büyük takımların maçları izleniyor küçük takımların maçları tafartarların azlıĝından dolayı izlenemiyordu.
Bizler de hep kendi takımımızın maçlarını rahatlıkla izlemek için bu günü bekledik. Sonuç nekadar takımlar için çok önemli olsada bizler skora bakamadan fıstıklı mandalinli masaya yasnalıp maçın keyfini çıkartık..!
Çarşamba, Kasım 27, 2013
-Dikkat!- Apartmanımızda Evli ve kaçak yaşayan iki yılan var.!
17.11.2013 saat 16:40
11. Yaşındaki
Oĝlum kelaya
oyuncak almaya gitti eve geldi kelada yılan var dedi inanmadık çocuĝun
ısrarı üzere gidip baktımki gerçekten yılan merdivenlerden aşaĝı gidiyor hemen resmini çektim.
Komşulara
haber vermek için
zilerine bastım,
3 komşu yoktu
bizim karşımızda olan komşu ile aramız iyi olmadıĝı için
ada zile aldırış etmedi bende polisi aradım. Polisler geldi yılan sahibi tatilde olan kişinin kelasına tam girmek üzere
idiki polisler atıldı yakalayamadı daha sonara yan evdeki komşu geldi yılanın
sahibi sizin komşu dedi polisler bay David kissing ziline basarak neden
açımıyorsun dediler yılanın 3 haftadır kayıp olduĝunu söyledi kelanın anahtarını
tatildeki komşu oĝluna ulaştık polisler gerekli yerlere haber vereceĝiz diye gittiler
komşu oĝlu kela anahtarlarını getirdi ama polisler yoktu komşu Devid kissing
ziline tekrar bastık Ama Devid kissink umursamaz birhalde zaten yılanlar 3
haftadır yoklar korkmayın dedi fakat gelde korkma yılan bu çoluklar baba hemen
bu evden gidelim diye aĝladılar tektar polise telefon ettik neyazıkki
polislerinde umursamaz hallerini gördük.! Israrla yılan zararsız korkmayın
diyorlar Fakat kaçan yılan bir deĝil iki onlarında çiftler olduĝunu öĝrendik. Devid
kissink´in yılanlar kafesten kaçar kaçmaz kumşulara ve gerekli ilgili mercilere
haber vermesi gerekmezmiydi.!! Şimdi konu komşunun akıllarına gelen seneryolarla
Yaşamaya çalışıyoruz, yılanlar şimki yumurlar baharın 30-40 tane yavrular artık
her yeri yılanlar yuva yapar aman ayakkabı elbise daha önemlisi keleda yiyecek
ve giyeceleri meskan tutarlar diyorlar dedimya yılanbu zaten kendi soĝuk hayvan
birde yılanın biri kelaya girdiĝini gördük o gece tüm aramalarımıza rahmen
bulunmadı. Ya diĝer eşi herhangi birimizin veya komşuların evinde ise birgün
bir gece birimizin yataĝinda veya yemek tabaĝında çıkarsa veya çocuklara yine
görünürse ne olacak? Nerde kaldı önce emniyet,
insan hakkarı mı, insanın özgürlüĝümü insan hayatımı, yoksa önemli olan iki yılanın
yaşamı ve özgürce her eve her kelaya her yemek tabaĝına girip eĝlenmesimi. Bazen
insanlar acaba dünyada bir yalan deryasındamı kandırılıyor´mu diyesi geliyor çünki
insan hakları hayvan hakları çıĝırt kanlıĝı
kulakları deliyorda. Tahir Eĝerci Bergkamen.
Cumartesi, Kasım 16, 2013
BANA SEVMEYİ ÖĞRET! SAYI : 56
BANA
SEVMEYİ ÖĞRET
Kerem, Aslı’ya sürpriz yapmak için ne zaman döneceğini haber vermemişti. Fakat esas sürpriz onu bekliyordu. Aslı evde yoktu. Kerem anahtarını da bulamamış, kapıda kalmıştı. Normalde o saatte Aslı’nın evde olması gerekiyordu. Hemen telefon açtı ama “Aradığınız numaraya ulaşılamıyor” uyarısıyla başının çaresine bakması gerektiğini anladı.
Anahtarı olduğuna emindi ama bulamamıştı. Önce valizinin bütün bölümlerini açtı baktı, sonra evrak dolu çantasını boşalttı kapının önüne. Tın sesiyle birlikte yere düşen anahtarını gördü. On saat yolculuk yapmıştı çok yorgundu. Bir duş alıp hemen uyumayı düşünüyordu.
Daha kapıdan içeri adım atar atmaz, evde bir terk edilmişlik havası hissetti. Yok canım, kendi kendime kuruntu ediyorum, diye düşündü. Elindeki çantaları koridora bırakıp başını kaldırdığında aynaya kırmızı rujla yazılmış “Hoş geldin. Seni karşılayamadığım için üzgünüm” yazısını gördü. “Bir gün geldiğinde beni evde bulamayacaksın, işte o zaman çok geç olacak.” Diyen Aslı’nın sesi çınladı kulaklarında. Dediğini yapmış mıydı yoksa?
Aslı gitmiş, düşüncesiyle birlikte kendini bir boşluktan aşağı yuvarlanıyormuş gibi hissetti. Gözleri yazıya takılı kaldı bir süre. Sonra boş gözlerle evi dolaştı. İçinden umutsuz cılız bir ses “Belki de şaka yapıyor, şimdi bir yerden çıkacak.” Diyordu. Son olarak baktığı salondan çıkarken korktuğu şeyi seslendirmeye cesaret etmişti. “Gitmiş”
İçindeki o cılız ses yine “Belki de birkaç gün annesinde kalıp dönecektir.” Diyordu. Şimdi anlarım diye düşünerek yatak odasına gidip elbise dolabını açtı. Aslı’nın giysilerinin olduğu bölümde sadece askılar vardı. Bütün giysilerini aldığına göre bu birkaç günlük bir gidiş değildi. Askının birinin üzerine bir kağıt yapıştırılmıştı. Aslı bir not bırakmıştı.
“Böyle olsun istemezdim ama beni sevmeyen biriyle yaşamak bana artık acı vermeye başlamıştı.”
Kerem yazıyı dönüp dönüp birkaç kez okudu. “Onu sevmediğimi nasıl düşünüyor inanamıyorum.” Dedi yüksek sesle. Yatağın üzerine oturdu. Seviyordu karısını hem de çok. Dört yıl önce evlenmişlerdi. Öncesinde de beş ay flört etmişlerdi. Evlilik sevgisinden bir şey alıp götürmemişti, Aslı’yı ilk günlerindeki kadar çok seviyordu. Fakat nasıl oluyordu da Aslı sevilmediğini düşünüyordu buna inanamıyordu.
Annesi onu ilk gördüğünde çok beğenmemişti. “Daha güzelini bulabilirdin oğlum, biraz burnu büyük, bir de bacakları çarpık gibi.” Demişti. Annesinin kusur diye saydıklarını, dikkate almamış, umursamamıştı. Ona ay gibi parlak ve güzel görünüyordu. Hele karısının çocuksu bir gülüşü vardı ona bayılıyordu.
Nerden çıkmıştı bu ayrılık. On gün önce giderken araları iyiydi. Aslı eşyalarını hazırlamış, kapıdan yolcu etmişti onu. “Bursa’dan gelirken bana kestane şekeri getir.” Demişti. Birden kestane şekeri almadığını hatırladı. Ne gerek var Bursa’dan kestane şekeri getirmeye, İstanbul’da neredeyse bütün pastanelerde kestane şekeri bulunuyor, diye düşündü. Çok isterse gider bir pastaneden alırdı. O Aslı’ya güzel bir parfüm almıştı.
Parfüm aklına gelince çantalarını hatırladı. Koridordan alıp yatak odasına getirdi. Parfümü çıkardı. Aslı’nın parfümlerini koyduğu komodinin en üst çekmecesini açtı. Boş bir çekmeceyle karşılaşacağını beklerken çekmecenin parfüm şişeleriyle dolu olduğunu görünce şaşırdı. Parfümlerini götürmemişti.
Çekmecede bir de not vardı. “Bu kaçıncı parfüm hediye getirmen, kolay hediye değil mi? Gir bir süpermarkete al çık. Ben senden kestane şekeri istemiştim. Almak için uğraşsaydın belki azıcık yorulurdun ama beni önemsediğini bana hissettirirdin. Eğer beni gerçekten sevseydin benim isteklerimi önemserdin.”
Kerem kendini, sırlar dünyası ile ilgili çekilen bir dizide başrol oyuncusu gibi hissetti. Aslı kestane şekeri değil de parfüm getireceğini nasıl bilmiş de yazmış, erdi mi acaba diye düşünürken kendi kendine güldü. Bunu bilmek için ermiş olmaya gerek yok ki neredeyse her iş gezisi dönüşü parfüm getirmişim, biraz daha dayansaymış bir parfümeri dükkânı açarmış, diye kendi kendine kızarak çekmeceyi kapattı.
Bu aptallığımın üstüne bir soğuk su içeyim, birkaç lokma bir şey atıştırayım açlıktan öleceğim, siye söylenerek mutfağa doğru gidiyordu ki ev telefonu çalmaya başladı. Aslı arıyor olabilir mi diye heyecanla salona doğru koşarken düştü. Düşmesiyle kalkması ve telefonu kapması bir oldu. “Ayşe teyzeyi verir misin?” diyordu karşıdaki ses. “Ayşe teyze yok, Ahmet amca versem olur mu?!” diye bağırarak kapattı telefonu.
Ne diyorum ben ya. Belli ki yanlış numara çevirmiş, ayıp ettim, diye düşünüp söylediğine pişman oldu. Yorgunum, açım ve karım tarafından terk edildim, ben ne yaptığımı biliyor muyum, diye kendi kendini teselli etti. Bu arada telefonun altındaki kağıt dikkatini çekti. Aslı bir not da buraya bırakmıştı.
“Tam beş gün oldu senden bir telefon gelmeyeli. Aramandan vazgeçtim bir mesaj bile atmadın. Sana bunu defalarca söyledim, beni habersiz bırakma, bir kez de sen düşün, beni ara diye. Ben aramasam senden hiç ses çıkmıyor. Kaç gündür arayamaz mıydın, nasılsın canım diyemez miydin? Beni sevmiyorsun işte, sevseydin merak ederdin."
Beş gün olmuş muydu Aslı’yı aramayalı. Yok canım o kadar da olmamıştır daha yeni konuşmuştuk, diye düşünürken bir yandan da kaç gün önce konuştuklarını hesaplamaya çalışıyordu. Aslı hesapları doğru yapmıştı. Gerçekten de en son beş gün önce konuşmuşlardı onda da karısı aramıştı.
İyi de bu onu sevmediğini göstermiyordu ki. Karısı hep aklındaydı, illa telefonla araması gerekiyor muydu? Of ya, bu kadınlar ne kadar detaycı, diye söylendi. Sonra da kendi kendine kızdı. İnsan beş gün karısını aramaz mı ya insaf? Nasılsın, bir şeye ihtiyacın var mı, seni özledim demez mi? Ben terk edilmeyi hak etmişim, dedi kendi kendine.
Aslı, başka not bıraktı mı acaba, diye dikkatli gözlerle evde araştırma yapmaya başladı. Salonda sehpanın üzerindeki televizyon kumandasının altından bir kağıt görünüyordu. Yanılmamıştı, kumandayı kaldırınca bir not da oradan çıktı.
“Yokluğumda beni arayacağını pek zannetmiyorum. Televizyonun, kumandan ve bilgisayarın yani sevgililerin var nasıl olsa.”
Karısının haksızlık ettiğine inanmak istiyordu ama onun haklı olduğunu gayet iyi biliyordu. Gerçek sevgili yanında dururken, o yalancı sevgililerle zaman geçirmişti. Televizyon ve bilgisayara baktı, gözüne düşman gibi göründü. Onlar karısının yerini tutabilir miydi? Demek ki gerçek sevgili olmayınca yalancı sevgililerin tadı olmuyormuş, diye düşündü.
Kerem hem not kağıtları arıyor hem de bir not daha bulmaktan korkuyordu. Çünkü bulduğu notlar içini acıtıyordu. Bir not kağıdı da pencerenin kenarındaki saksının altından görünüyordu. Kağıdı alıp kendini koltuğun üzerine bıraktı.
“Bana ‘Çiçeğim, dilberim, güzelim, kadınım, karanfilim, yarim, minik fettan köftem’ derdin. Ne çok özledim o sözleri. Duymayalı ne çok zaman oldu. O tatlı sözler çiçeğinin suyu, havası, sevgisiydi. Eğer çiçeğini hala sevseydin beslerdin, ilgilenirdin onunla.”
Ben çiçeğimi seviyorum, diye inledi. Ona güzel sözler söylemeyi niye bırakmıştı, bilmiyordu. Uzandığı koltukta uzun uzun düşündü. Ara ara çıkan tartışmalardan, kavgalardan sonra bir süre birbirlerine kırgın kaldıkları için, o aralarda bilinçsizce bırakmış olabileceğine hükmetti.
Bütün evi dolaştı, başka bulamadı. Bir duş alıp dinlenmek için banyoya girdi. Duşa kabinin kapaklarını açınca karşısına duvara yapıştırılmış bir not çıktı.
“Biliyorum ben de mükemmel bir kadın değilim. Hatalarım var, düzeltmek için de gayret gösteriyorum. Çünkü seni çok seviyorum, keşke sen de beni sevseydin.”
Kerem uzun süre duşun altından çıkmadı. Kendini cezalandırmak ister gibi dayanabildiği en yüksek ısıda yıkandı. Eve geldiğinde yorgundu, şimdi ise bütün gücü tükenmişti. Pelte gibi kendini yatağın üstüne bıraktı, artık düşünemez olmuştu. Orda uyuya kaldı.
İki saat sonra uyandığında üşümüştü. Yorganın ucunu kaldırıp yatağın içine girince kağıt gibi bir şeyin üstüne yattığını fark edince ışığı açtı. Yatağın içinde de Aslı tarafından bırakılmış bir not olduğunu gördü.
“Çok isterdim, yaşlılıktan derimiz buruştuğunda bile seninle uyumayı ve seninle uyanmayı. Olabilseydi biliyorum ki kalbim ve bedenim seni sevmekten asla yorulmayacaktı. Ama olmadı, kısmet buraya kadarmış.”
Kerem Aslı’nın yastığına sarılıp kokladı. Karısının kokusu vardı üzerinde, bu kokuyu da sahibini de kaybetmek istemiyordu. Uykusu kaçmıştı. Midesi kazınıyordu ama kadın olmayan bir evin dolabında ne olabilirdi ki? Dolapta olsa olsa soğuk su olur, diye düşündü. Belki su açlığımı bastırır, diyerek açtı buzdolabının kapağını.
Kerem, Aslı’ya sürpriz yapmak için ne zaman döneceğini haber vermemişti. Fakat esas sürpriz onu bekliyordu. Aslı evde yoktu. Kerem anahtarını da bulamamış, kapıda kalmıştı. Normalde o saatte Aslı’nın evde olması gerekiyordu. Hemen telefon açtı ama “Aradığınız numaraya ulaşılamıyor” uyarısıyla başının çaresine bakması gerektiğini anladı.
Anahtarı olduğuna emindi ama bulamamıştı. Önce valizinin bütün bölümlerini açtı baktı, sonra evrak dolu çantasını boşalttı kapının önüne. Tın sesiyle birlikte yere düşen anahtarını gördü. On saat yolculuk yapmıştı çok yorgundu. Bir duş alıp hemen uyumayı düşünüyordu.
Daha kapıdan içeri adım atar atmaz, evde bir terk edilmişlik havası hissetti. Yok canım, kendi kendime kuruntu ediyorum, diye düşündü. Elindeki çantaları koridora bırakıp başını kaldırdığında aynaya kırmızı rujla yazılmış “Hoş geldin. Seni karşılayamadığım için üzgünüm” yazısını gördü. “Bir gün geldiğinde beni evde bulamayacaksın, işte o zaman çok geç olacak.” Diyen Aslı’nın sesi çınladı kulaklarında. Dediğini yapmış mıydı yoksa?
Aslı gitmiş, düşüncesiyle birlikte kendini bir boşluktan aşağı yuvarlanıyormuş gibi hissetti. Gözleri yazıya takılı kaldı bir süre. Sonra boş gözlerle evi dolaştı. İçinden umutsuz cılız bir ses “Belki de şaka yapıyor, şimdi bir yerden çıkacak.” Diyordu. Son olarak baktığı salondan çıkarken korktuğu şeyi seslendirmeye cesaret etmişti. “Gitmiş”
İçindeki o cılız ses yine “Belki de birkaç gün annesinde kalıp dönecektir.” Diyordu. Şimdi anlarım diye düşünerek yatak odasına gidip elbise dolabını açtı. Aslı’nın giysilerinin olduğu bölümde sadece askılar vardı. Bütün giysilerini aldığına göre bu birkaç günlük bir gidiş değildi. Askının birinin üzerine bir kağıt yapıştırılmıştı. Aslı bir not bırakmıştı.
“Böyle olsun istemezdim ama beni sevmeyen biriyle yaşamak bana artık acı vermeye başlamıştı.”
Kerem yazıyı dönüp dönüp birkaç kez okudu. “Onu sevmediğimi nasıl düşünüyor inanamıyorum.” Dedi yüksek sesle. Yatağın üzerine oturdu. Seviyordu karısını hem de çok. Dört yıl önce evlenmişlerdi. Öncesinde de beş ay flört etmişlerdi. Evlilik sevgisinden bir şey alıp götürmemişti, Aslı’yı ilk günlerindeki kadar çok seviyordu. Fakat nasıl oluyordu da Aslı sevilmediğini düşünüyordu buna inanamıyordu.
Annesi onu ilk gördüğünde çok beğenmemişti. “Daha güzelini bulabilirdin oğlum, biraz burnu büyük, bir de bacakları çarpık gibi.” Demişti. Annesinin kusur diye saydıklarını, dikkate almamış, umursamamıştı. Ona ay gibi parlak ve güzel görünüyordu. Hele karısının çocuksu bir gülüşü vardı ona bayılıyordu.
Nerden çıkmıştı bu ayrılık. On gün önce giderken araları iyiydi. Aslı eşyalarını hazırlamış, kapıdan yolcu etmişti onu. “Bursa’dan gelirken bana kestane şekeri getir.” Demişti. Birden kestane şekeri almadığını hatırladı. Ne gerek var Bursa’dan kestane şekeri getirmeye, İstanbul’da neredeyse bütün pastanelerde kestane şekeri bulunuyor, diye düşündü. Çok isterse gider bir pastaneden alırdı. O Aslı’ya güzel bir parfüm almıştı.
Parfüm aklına gelince çantalarını hatırladı. Koridordan alıp yatak odasına getirdi. Parfümü çıkardı. Aslı’nın parfümlerini koyduğu komodinin en üst çekmecesini açtı. Boş bir çekmeceyle karşılaşacağını beklerken çekmecenin parfüm şişeleriyle dolu olduğunu görünce şaşırdı. Parfümlerini götürmemişti.
Çekmecede bir de not vardı. “Bu kaçıncı parfüm hediye getirmen, kolay hediye değil mi? Gir bir süpermarkete al çık. Ben senden kestane şekeri istemiştim. Almak için uğraşsaydın belki azıcık yorulurdun ama beni önemsediğini bana hissettirirdin. Eğer beni gerçekten sevseydin benim isteklerimi önemserdin.”
Kerem kendini, sırlar dünyası ile ilgili çekilen bir dizide başrol oyuncusu gibi hissetti. Aslı kestane şekeri değil de parfüm getireceğini nasıl bilmiş de yazmış, erdi mi acaba diye düşünürken kendi kendine güldü. Bunu bilmek için ermiş olmaya gerek yok ki neredeyse her iş gezisi dönüşü parfüm getirmişim, biraz daha dayansaymış bir parfümeri dükkânı açarmış, diye kendi kendine kızarak çekmeceyi kapattı.
Bu aptallığımın üstüne bir soğuk su içeyim, birkaç lokma bir şey atıştırayım açlıktan öleceğim, siye söylenerek mutfağa doğru gidiyordu ki ev telefonu çalmaya başladı. Aslı arıyor olabilir mi diye heyecanla salona doğru koşarken düştü. Düşmesiyle kalkması ve telefonu kapması bir oldu. “Ayşe teyzeyi verir misin?” diyordu karşıdaki ses. “Ayşe teyze yok, Ahmet amca versem olur mu?!” diye bağırarak kapattı telefonu.
Ne diyorum ben ya. Belli ki yanlış numara çevirmiş, ayıp ettim, diye düşünüp söylediğine pişman oldu. Yorgunum, açım ve karım tarafından terk edildim, ben ne yaptığımı biliyor muyum, diye kendi kendini teselli etti. Bu arada telefonun altındaki kağıt dikkatini çekti. Aslı bir not da buraya bırakmıştı.
“Tam beş gün oldu senden bir telefon gelmeyeli. Aramandan vazgeçtim bir mesaj bile atmadın. Sana bunu defalarca söyledim, beni habersiz bırakma, bir kez de sen düşün, beni ara diye. Ben aramasam senden hiç ses çıkmıyor. Kaç gündür arayamaz mıydın, nasılsın canım diyemez miydin? Beni sevmiyorsun işte, sevseydin merak ederdin."
Beş gün olmuş muydu Aslı’yı aramayalı. Yok canım o kadar da olmamıştır daha yeni konuşmuştuk, diye düşünürken bir yandan da kaç gün önce konuştuklarını hesaplamaya çalışıyordu. Aslı hesapları doğru yapmıştı. Gerçekten de en son beş gün önce konuşmuşlardı onda da karısı aramıştı.
İyi de bu onu sevmediğini göstermiyordu ki. Karısı hep aklındaydı, illa telefonla araması gerekiyor muydu? Of ya, bu kadınlar ne kadar detaycı, diye söylendi. Sonra da kendi kendine kızdı. İnsan beş gün karısını aramaz mı ya insaf? Nasılsın, bir şeye ihtiyacın var mı, seni özledim demez mi? Ben terk edilmeyi hak etmişim, dedi kendi kendine.
Aslı, başka not bıraktı mı acaba, diye dikkatli gözlerle evde araştırma yapmaya başladı. Salonda sehpanın üzerindeki televizyon kumandasının altından bir kağıt görünüyordu. Yanılmamıştı, kumandayı kaldırınca bir not da oradan çıktı.
“Yokluğumda beni arayacağını pek zannetmiyorum. Televizyonun, kumandan ve bilgisayarın yani sevgililerin var nasıl olsa.”
Karısının haksızlık ettiğine inanmak istiyordu ama onun haklı olduğunu gayet iyi biliyordu. Gerçek sevgili yanında dururken, o yalancı sevgililerle zaman geçirmişti. Televizyon ve bilgisayara baktı, gözüne düşman gibi göründü. Onlar karısının yerini tutabilir miydi? Demek ki gerçek sevgili olmayınca yalancı sevgililerin tadı olmuyormuş, diye düşündü.
Kerem hem not kağıtları arıyor hem de bir not daha bulmaktan korkuyordu. Çünkü bulduğu notlar içini acıtıyordu. Bir not kağıdı da pencerenin kenarındaki saksının altından görünüyordu. Kağıdı alıp kendini koltuğun üzerine bıraktı.
“Bana ‘Çiçeğim, dilberim, güzelim, kadınım, karanfilim, yarim, minik fettan köftem’ derdin. Ne çok özledim o sözleri. Duymayalı ne çok zaman oldu. O tatlı sözler çiçeğinin suyu, havası, sevgisiydi. Eğer çiçeğini hala sevseydin beslerdin, ilgilenirdin onunla.”
Ben çiçeğimi seviyorum, diye inledi. Ona güzel sözler söylemeyi niye bırakmıştı, bilmiyordu. Uzandığı koltukta uzun uzun düşündü. Ara ara çıkan tartışmalardan, kavgalardan sonra bir süre birbirlerine kırgın kaldıkları için, o aralarda bilinçsizce bırakmış olabileceğine hükmetti.
Bütün evi dolaştı, başka bulamadı. Bir duş alıp dinlenmek için banyoya girdi. Duşa kabinin kapaklarını açınca karşısına duvara yapıştırılmış bir not çıktı.
“Biliyorum ben de mükemmel bir kadın değilim. Hatalarım var, düzeltmek için de gayret gösteriyorum. Çünkü seni çok seviyorum, keşke sen de beni sevseydin.”
Kerem uzun süre duşun altından çıkmadı. Kendini cezalandırmak ister gibi dayanabildiği en yüksek ısıda yıkandı. Eve geldiğinde yorgundu, şimdi ise bütün gücü tükenmişti. Pelte gibi kendini yatağın üstüne bıraktı, artık düşünemez olmuştu. Orda uyuya kaldı.
İki saat sonra uyandığında üşümüştü. Yorganın ucunu kaldırıp yatağın içine girince kağıt gibi bir şeyin üstüne yattığını fark edince ışığı açtı. Yatağın içinde de Aslı tarafından bırakılmış bir not olduğunu gördü.
“Çok isterdim, yaşlılıktan derimiz buruştuğunda bile seninle uyumayı ve seninle uyanmayı. Olabilseydi biliyorum ki kalbim ve bedenim seni sevmekten asla yorulmayacaktı. Ama olmadı, kısmet buraya kadarmış.”
Kerem Aslı’nın yastığına sarılıp kokladı. Karısının kokusu vardı üzerinde, bu kokuyu da sahibini de kaybetmek istemiyordu. Uykusu kaçmıştı. Midesi kazınıyordu ama kadın olmayan bir evin dolabında ne olabilirdi ki? Dolapta olsa olsa soğuk su olur, diye düşündü. Belki su açlığımı bastırır, diyerek açtı buzdolabının kapağını.
Boş
bir dolapla karşılaşacağını beklerken, dolabı dolu görünce şaşırdı. Meyve sebze
ve iki tencere de yemek vardı. Birinde pilav, birinde yeşil fasulye vardı.
Yeşil fasulyeyi çok severdi. Tencereyi eline alınca tencerenin altından not
yazılı bir kağıt çıktı. Tencereyi masanın üzerine koyup notu okudu.
“Fasulye ve pilav pişirdim, gelince aç kalma diye. Biliyorum çok seversin, afiyet olsun.”
Kerem çok duygulanmıştı. Fasulyeyi yerken gözlerinden akan yaşlara hakim olamadı. Giderken bile beni düşünmüş, diye ağladı. Sevdiğini düşünmek çok zor bir şey değildi işte. Sevgi emek isterdi, karısının elinden gelen emeği gösterdiğini biliyordu.
Kendini çiğ fasulye gibi hissetti. Fasulyenin lezzetini bulması için ayıklanması pişirilmesi yani emek verilmesi gerekiyordu. Oysa o emek vermeden lezzetli yemekler yemeği beklemişti.
Bir mobilya fabrikasında ürün geliştirme bölümünde çalışıyordu. Kendi kendine çok kızıyordu şimdi. Ağaca, demire, nasıl şekil veririm, geliştiririm diye düşündüğünün yüzde biri kadar bile evliliği üzerine kafa yormadığı için. Sevdiği kadına sevilmediğini hissettirdiği için. Sevdiğini kaybetmeden onu anlamadığı için.
Karısını sadece kendi keyfine göre sevdiği için. Aslı kaç kez ona, nasıl sevilmek istediğiyle ilgili yol göstermişti, fakat bu güne kadar hiç ciddiye almamıştı. Kaybetmeden anlamadığı için kendine çok kızıyordu. Hayatındaki en önemli varlığa, en az değeri vermişti.
Şimdi o yokken, işinin de paranın da bir anlamı görünmüyordu gözüne. Aslı’dan özür dilese geri döner miydi? Hatalarını düzeltme imkanı verir miydi ona? Ne yapmalı, onun gönlünü tekrar nasıl kazanmalıydı? Uzun uzun düşündü. Karısının ne istediğini düşündü. Sevildiğini duymak, görmek ve hissetmek istiyordu. Hatalarını anladığını Aslı’ya nasıl anlatabilirdi? Onu sevdiğini ama nasıl sevmesi gerektiğini bilemediğini nasıl anlatabilirdi? Bütün sorun sevmeyi bilememesindeydi.
Göstermediği sevgi, sevinç vermez olmuştu. Sevginin sesi, tadı, kokusu olmayınca varlığı yetmemişti. Sevindirmeyen sevgisi, yok olmaya doğru yolculuğa mahkum olmuştu.
Ona onun ne istediğini anladığını ve yapmaya gayret göstereceğini anlatan bir mesaj yazmaya karar verdi. Mesajı yazdı ve aynı mesajı Aslı’nın bıraktığı not sayısı kadar dokuz kez gönderdi. Arrtık her şey Aslı’nın vereceği cevaba kalmıştı. Kerem mesaja şöyle yazmıştı:
“Ne olur gel, bana sevmeyi öğret.”
CtbeyZ.
Kaynak: Sema MARAŞLI (Eşimle tanışmayı Unutmuşuz kitabından)
“Fasulye ve pilav pişirdim, gelince aç kalma diye. Biliyorum çok seversin, afiyet olsun.”
Kerem çok duygulanmıştı. Fasulyeyi yerken gözlerinden akan yaşlara hakim olamadı. Giderken bile beni düşünmüş, diye ağladı. Sevdiğini düşünmek çok zor bir şey değildi işte. Sevgi emek isterdi, karısının elinden gelen emeği gösterdiğini biliyordu.
Kendini çiğ fasulye gibi hissetti. Fasulyenin lezzetini bulması için ayıklanması pişirilmesi yani emek verilmesi gerekiyordu. Oysa o emek vermeden lezzetli yemekler yemeği beklemişti.
Bir mobilya fabrikasında ürün geliştirme bölümünde çalışıyordu. Kendi kendine çok kızıyordu şimdi. Ağaca, demire, nasıl şekil veririm, geliştiririm diye düşündüğünün yüzde biri kadar bile evliliği üzerine kafa yormadığı için. Sevdiği kadına sevilmediğini hissettirdiği için. Sevdiğini kaybetmeden onu anlamadığı için.
Karısını sadece kendi keyfine göre sevdiği için. Aslı kaç kez ona, nasıl sevilmek istediğiyle ilgili yol göstermişti, fakat bu güne kadar hiç ciddiye almamıştı. Kaybetmeden anlamadığı için kendine çok kızıyordu. Hayatındaki en önemli varlığa, en az değeri vermişti.
Şimdi o yokken, işinin de paranın da bir anlamı görünmüyordu gözüne. Aslı’dan özür dilese geri döner miydi? Hatalarını düzeltme imkanı verir miydi ona? Ne yapmalı, onun gönlünü tekrar nasıl kazanmalıydı? Uzun uzun düşündü. Karısının ne istediğini düşündü. Sevildiğini duymak, görmek ve hissetmek istiyordu. Hatalarını anladığını Aslı’ya nasıl anlatabilirdi? Onu sevdiğini ama nasıl sevmesi gerektiğini bilemediğini nasıl anlatabilirdi? Bütün sorun sevmeyi bilememesindeydi.
Göstermediği sevgi, sevinç vermez olmuştu. Sevginin sesi, tadı, kokusu olmayınca varlığı yetmemişti. Sevindirmeyen sevgisi, yok olmaya doğru yolculuğa mahkum olmuştu.
Ona onun ne istediğini anladığını ve yapmaya gayret göstereceğini anlatan bir mesaj yazmaya karar verdi. Mesajı yazdı ve aynı mesajı Aslı’nın bıraktığı not sayısı kadar dokuz kez gönderdi. Arrtık her şey Aslı’nın vereceği cevaba kalmıştı. Kerem mesaja şöyle yazmıştı:
“Ne olur gel, bana sevmeyi öğret.”
CtbeyZ.
Kaynak: Sema MARAŞLI (Eşimle tanışmayı Unutmuşuz kitabından)
Son Yüzyılın En Büyük İtirafları Rockefeller'den
Son Yüzyılın En Büyük İtirafları
Rockefeller'den…….
Türkiye'nin füze savunma sistemi Çin´den yana tercih
yapmasını hazmedemeyen ABD, AB, NATO
ve daha net bir ifadeyle Siyonis İsrail
tayfaları eleştirme bahanesi ile
salyalarını yutkunmada zorluk çekiyorlar. Bu yazıda ABD'li Yahudi bankacı iş
adamı David Rockefeller kirli ellerinin marifetlerini itiraf ederken bakın Türkiyeyi nasıl
geçmişten örnekler vererek açıkça
TEHTİT Ediyor…!
Rockefeller’e atfedilen bu itiraflar,
aslında hepimizin bildiği tarihi gerçekler..
İşte David Rockefeller’in söyledikleri:
TÜRKİYE’YE ADNAN MENDERES
ZAMANINDA “MARSHALL YARDIMI” İLE EL
ATTIK
Mesela Türkiye’yi ele alalım. Türkler de
yıllar boyu komünizme karşı savaşmıştır. 1950’lerde ülke yönetimine bize
desteğimizle Adnan Menderes gelmişti. Aslında Menderes bizimle başta gayet
güzel bir diyalog kurmuştu. Bizden seçimde aldığı destek karşılığında, Marshall
yardımı adı altında devamlı borç alıyor ve ülkesinde yatırımlar yaparak sanayi
yapısını geliştiriyordu. Fakat o kadar plansız ve programsız harcama yapıyordu
ki ödeme günleri geldiğinde, bizden, borç ödemek için tekrar tekrar borç
istemeye başladı. Biz de kendisinden ülkesini yabancı sermayeye açmasını ve
bizim şirketlerimize özel imtiyazlar tanımasını, diğer bir deyişle Osmanlı
İmparatorluğu’na dayatılan kapitülasyonlar benzeri şeyler talep ettik Menderes
bize bunu hiçbir zaman kabul etmeyeceğini söyledi ve bizden uzaklaşamaya
başladı. Ülke insanı ilk defa asfalt yollarla tanışıyor, fabrikalar arka arkaya
dikiliyordu. Ülkenin çoğunluğu Müslüman olduğu için ülkenin her yerine camiler
yaptırıyordu. Menderes bu şartlarda iktidarda ki yerini uzunca bir süre için,
sağlamlaştırdığını sanıyordu. Bir darbe ile bu işe bir son verildi ve sonunun
öyle bitmesini istemediğimiz halde, çalışma arkadaşlarıyla beraber idam edildi.
Sadece CELAL BAYAR kurtuldu, çünkü bir MASONDU ve yakın arkadaşı Papa Roncalli
ya da diğer adıyla 23. John, Vatikan’ın baskısıyla onu idamdan kurtardı.
1980 DARBESİ BİZİM İSTEKLERİMİZ
DOĞRULTUSUNDA YAPILDI
Aynı ülkede gerçekleşen 1980 darbesi de
bizim isteklerimiz doğrultusunda yapıldı. O zamanlar ülkede bir solcular, bir
sağcılar iktidara geliyor ve bizim isteklerimiz doğrultusunda ülke ekonomisini
yönlendiriyorlardı. Fakat Amerika ve Avrupa’da gelişmiş ülkelerin piyasaları
doyuma ulaşmışlar ve biz yeteri kadar mal satamaz olmuştuk. Bunun üzerine diğer
az gelişmiş ülkelere uyguladığımız planı onları da uygulamak istedik ve serbest
piyasa ekonomisine geçmelerini ve ithalatın serbest bırakılmasını talep ettik.
BİNLERCE TÜRK GENCİ UYDURMA İDEOJİLER UĞRUNA CAN VERDİ
En sonunda bu ikilem yine
bildiğimiz yollarla, Ordo Ab Chaos ile çözüldü. Yani önce kaos, sonra düzen.
Provokatörlerimiz aracılığıyla sağ ve sol ideoloji kavgaları başlatıldı.
Aslında başında onay vermiş gibi göründüğümüz Kıbrıs Savaşı’ndan sonra ülkeye
uygulanan ambargo sayesinde halk canından bezmiş, ülkede yağ ve tuz bile
bulunamaz olmuştu.
Karaborsacılar zenginleşirken
halk iyice sefalete düşmüştü. Ülkeye gönderilen provokatörlerimiz için bu halkı
kışkırtmak hiç zor olmadı. Ülke halkı sağcı ve solcu olarak iyiye bölündü ve
çatışmaya başladılar. Olaylar öyle bir dereceye geldi ki, hergün elli-altmış
kişi sokak çatışmalarında ölmeye başlamıştı. Bütün ülke terör korkusu altında
eziliyordu.
İnsanlar akşamları sokağa çıkamaz
olmuştu. Her an bir serseri kurşuna hedef olmak vardı. Binlerce Türk genci
uydurma ideolojiler uğruna can vermişti. Hükümetler birbiri arkasına iktidara
geliyor fakat olayları önleyemiyorlardı. Sonra darbe geldi ve bütün olaylar
bıçak gibi kesiliverdi. Zavallı ülke halkı bu sözde başarıyı darbenin bir
neticesi olarak gördüler. Çünkü nihayet terörizm sona ermiş, ülkeye huzur
gelmişti.
Aslında provokatörlerin görevi
bitmiş, sahneden çekilmişlerdi. Burada oynanan oyun, halkı umutsuz ve çaresiz
bir duruma düşürmek ve onlara bir “kurtarıcı”
sunmaktır; ondan sonra bu kurtarıcı ne yaparsan yapsın hemen
kabullenecektir.
ÖZAL, İSTEKLERİMİZ DOĞRULTUSUNDA
KAPILARI SONUNA KADAR AÇTI
Askeri hükümet bir süre devlet
yöneticiliği yaptı ve bizim belirlediğimiz bir kişiye yönetimi devretti. Bu
Turgut Özal’dı. Özal, tam da bizim isteklerimiz doğrultusunda ülkenin
kapılarını bize sonuna kadar açtı. Bizim şirketlerimiz bu bakir piyasaya
kurtlar gibi saldırdılar. İlk önceleri fiyatları çok düşük tutarak yerli
sanayinin rekabet gücünü düşürdüler.
Ülke artık Amerikan ve Avrupa
yapımı mallarla dolmuştu. Sanayi şirketlerimiz stoklarını eritirken finans
şirketlerimiz de ülkeyi artan ithalatı karşılayabilmeleri için yüksek faizlerle
borç yatağına sürüklüyorlardı.
Böylece, gelişmekte olan ülkeler
olarak adlandırdığımız bu ülkelerin hemen hemen hepsinde uygulanan ve 80’li
yıllarda başlatılan bu proje ile, bütün ülkeler, hem bizlerden aldıkları mallarla
sanayi şirketlerimizi zenginleştirmeye devam ediyorlar, hem de bu malların
karşılığı olan ödemelerini yapabilmek için bizim finans şirketlerimizden
aldıkları yüksek faizli kredilerle, her sene artan bir borç batağına
sürükleniyorlar.
TÜRKİYE’DE PARA İTİBAR GÖRDÜ,
ARKADAŞ, DOST, AİLE GİBİ
KAVRAMLAR UNUTULDU
Bu arada, Özal bütün bunların
yapılabilmesi için gereken kanunları yavaş yavaş çıkarmıştı. Bu ülke vahşi
kapitalist sistemle o kadar çabuk uyum sağladı ki, bizim bile düşünemediğimiz
hayali ihracat gibi vurgun yöntemleri keşfettiler. İnsanlar artık en kısa ve en
kolay yönden servet yapmanın peşine düştüler.
Rüşvet,
devlet bankalarının çeşitli entrikalarla soyulmaları, banker skandalları birkaç
örnek. Arkadaş, dost, aile gibi kavramlar unutuldu ve sadece parası olanlar
itibar görmeye başladı. Bu arada, yerli sanayi can çekişiyor, küçük
işletmelerden başlayarak yavaş yavaş büyük işletmelere doğru bir iflas dalgası
yayılıyordu. Devlet işletmeleri ise bizim istediğimiz yöneticilerin atanmaları
sağlanarak zarar ettiriliyordu. Sonunda bu işletmeler ya kapatılıyor, ya da
özelleştirme hikayesiyle, ucuz fiyatlarla şirketlerimiz tarafından ele
geçiriliyordu.
“KÜRT DEVLETİ PROJESİNİ”
HAYATA GEÇİRMEK İÇİN ÖNCE ÖRGÜT
YARATTIK
Beyni yıkandığı için temiz
hayallerle işe başlayan Özal, sonunda bu sistemin gerçeklerini görerek
kendisini de kapitalizmin çarklarına kaptırdı. Ailesini ve yakın çevresini
zengin etmeye başladı. Öyle bir duruma geldiler ki Özal’ın çevresinde prens ve
prensesler ortaya çıkmaya başlamış, biz ülke monarşizme dönüyor diyerek
kaygılanmaya başlamıştık. Aslında tam bir komedi oynanıyormuş. Her neyse, ülke
insanının tepkisini ölçmek için kendisinden Kürt devleti fikirlerinden
bahsetmesini istedik. Fakat bu düşünceler kendisine pahalıya maloldu. Biz de
Kürt devleti projemizi hayata geçirmek için *** denilen bir örgüt yaratıldı. Bu
örgütle uğraşmak ülke ekonomisine çok büyük zarar verdi ve şu anda koskoca
Osmanlı İmparatorluğu’ndan geriye kalan bir avuç toprakta varlığını sürdüren
Türkiye, bizim hiçbir istediğimiz geri çevirecek durumda değil. Sanırım yakın
gelecekte topraklarından biraz daha, bir süre sonra da bizim için hala geçerli
olan Sevr Antlaşması uyarınca hemen hemen tamamından fedakarlık etmek zorunda
kalacak.
TÜRKİYE BİZİM İÇİN ÇOK ÖNEMLİ…
SU KAYNAKLARININ ÖNEMLİ BİR KISMI BURADA
Rockefeller de sözü devralarak başlıyor;
Türkiye
hakkında biraz daha durmak istiyorum; çünkü dünyadaki en stratejik konumdaki
ülkedir ve bizim için çok önemlidir. Nedenlerine gelince:
Bir kere
Büyük İsrail Devleti topraklarının su kaynaklarının önemli bir kısmı şu anda
Türkiye’ye aittir.
İkincisi,
Müslüman ve demokratik bir ülke olarak bu konuda öncü bir ülkedir. İslamiyeti
yıkmak istiyorsak önce Türkiye’den başlamalıyız.
Üçüncüsü,
Avrupa ve Asya arasında bir köprü durumdadır. Maden, petrol, doğalgaz gibi
zengin yer altı kaynaklarına sahip Ortadoğu ve Kafkasya’ya hakim olmak
istiyorsak bu ülke elimizin içinde olmalıdır.
Ortadoğu
hemen hemen elimizde sayılır. Kafkasya ve Orta Asya’daki diğer Türk devletleri
de yakında darbelerle kargaşaya boğulacaklar ve avucumuzun içine düşecekler. Bu
Türkler aslında birleşip bir araya gelseler karşılarında hiçbir güç duramaz.
Bu
yüzden böyle bir olasılığa karşı, ajanlarımız her an tetikte bekliyorlar. Türk
devletlerinde kilit mevkilerdeki adamlarımız, aralarında en ufak bir yakınlaşma
sezdiklerinde hemen istikrarı bozacak olaylar ve darbelerle bunu önlüyorlar.
EN ÖNEMLİSİ, TÜRKLER MEDENİYETİN BEŞİĞİDİR
VE KÖKENLERİ SÜMERLERE KADAR DAYANIR
Dördüncüsü,
ülke bor madenleri bakımından dünyanın en zengin ülkesidir ve bu maden dünyada
yakın bir gelecekte, petrolden bile daha önemli bir hale gelecek.
Beşincisi
ve belki de en önemli olanı Türkler medeniyetin beşiğidir. Türkler, Milattan
Önce 4.000’lerde Orta Asya’da yaşayan büyük bir felaketten sonra yaşadıkları
yerleri terk edip, Mezopotamya’ya ve Rusya üzerinden Avrupa’ya gelen Aryanlar,
yani dünyadaki en medeni olarak kabul ettiğimiz Ari Irk’tandırlar ve
Avrupa’daki Finliler, Macarlar gibi bazı uluslar Türk kökenlidir. Ayrıca
Anadolu’da büyük uygarlıklar kuran Hititler ve Asurlular’ın da Türk kökenli
olma ihtimali yüksektir.
Milattan Önce 3.500 yıllarında
Mezopotamya’da yaşamış olan Sümerler ilk yazıyı bulan, toplumda adaleti
sağlamak için ilk yasaları çıkaran ve mahkemeleri kuran, ilk para kullanan ve
vergi toplaya, ilk okul açan ve tekerleği bulan ulustur: yani dünya
medeniyetinin başlangıç noktasıdır ve soyları tarihçilerimizin araştırmalarına
göre Türk kökenli insanlardır.Çünkü Sümerler o bölgenin yerli halkı
değildirler; yani göçebedirler ve tarihçilerimizin araştırmalarına göre “kız”
manasına gelen “kır” kelimesi, “öküz” manasına gelen “ökür” kelimesi gibi
bugüne kadar çözülebilen 1000 civarında Sümerce kelime ve “Ayağını yere sıkı
bas, Tatlı söz yılanı deliğinden çıkarır, Sel gibi silip süpürmek, Yağ gibi
erimek” gibi yüzlerce atasözü bugün Türkçe’de kullanılmaktadır. Sümerlerin Ay
Tanrısı’nın simgesi olan “Yarımay”, bugün Türk bayrağında kullanılmaktadır.
Roma ve Yunan medeniyetleri Sümerlerden oldukça fazla faydalanmışlardır; mesela
yapılarındaki süslemeleri ve Tanrıları Sümer tapınaklarından gelir.Fakat biz
bunu örtbas etmek için, Milattan Önce 2.000 yıllarında, yani Sümerlerden 1.500
yıl sonra başlamış olmasına ve Yunan medeniyetini, dünyadaki ilk medeniyet
olarak dünyaya tanıttık. Daha da ilginç olanı, Yunanlılardan önce Mısır
Medeniyeti başlamıştır; ama onlar da ancak Sümerlerden 1000 sene sonra
piramitlerini yapabilecek uygarlık düzeyine gelebilmişlerdir. Mayalar ve
İknalar; Sümerlerden 2000 sene sonra ziguratlarını aynı biçimde yapmışlardır.
MEDENİYETİN BEŞİĞİ OLARAK TÜRKLERİ KABUL EDEMEZDİK,
BU MİRASA EL KOYMALIYDIK
Medeniyetin
beşiği olarak Türkleri kabul edemezdik; tam aksine binbir entrika ile bu kültür
miraslarına el koyarak biz onları bütün dünyaya barbar, hak hukuk tanımayan bir
toplum olarak tanıttık ve bunda da oldukça başarılı olduk. Sümer Kralları
Urukagina ve Urnammu, çok tanrılı bir toplum kurarak, insanlar arasında adaleti
sağlamak ve haksızlıkları önlemek için yasalar çıkararak, çağımız toplumlarına
öncü olurlarken, bugün tek tanrılı bir toplum olan Türkiye’de bizim
çalışmalarımız sonucu, fuhuş, rüşvet, hırsızlık, haksız kazanç ve gelir
dağılımı aşırı düzeylerdir.Aslında insanlar tarih kitaplarını açıp okusalar,
bütün gerçeği görecekler ama insanoğlu için duyduğuna inanmak yeterlidir,
okumak çok zor gelir.
Ben
de o ana kadar en medeni ulus olarak İngilizleri görüyordum. Duydukları hiç
hoşuma gitmeyince konuyu değiştirmek istedim.
OSMANLI’YI YIKMAK ZOR OLMADI
“Dünya
ülkelerini nasıl ele geçirmeyi düşünüyorsunuz?” diye sordum. Rothschild
kendimden emin bir tavırla konuşmayı sürdürdü.
Rothschild: Sana tarihten örnekler
vererek gücümüzü göstermek istiyorum; Birinci Dünya Savaşı, Avrupa’da bize
karşı olan imparatorlukları dağıtmak ve en önemlisi Osmanlı İmparatorluğu’nu
parçalayarak Ortadoğu’daki petrol yataklarını ele geçirmek ve İsrail devletinin
yolunu açmak için çıkarılmıştı. İsrail devletinin kurucusu sayılan Theodor
Herlz, o zamanki Osmanlı Padişahı II. Abdülhamit’e giderek, bizim ailemizin
desteğiyle Filistin topraklarını satın almak istedi. Fakat padişah bize karşı
çıktı. Bizim için Osmanlı İmparatorluğu’nu yıkmak çok zor olmadı. Çünkü
padişahlar genellikle Türk kadınları yerine, fethettikleri ülkelerden köle
olarak getirdikleri başka din ve ırklara mensup kadınlarla evleniyorlardı.
Tabii Hürem Sultan gibi bu kadınlar zamanla ülke yönetiminde söz sahibi oldular
ve kendileri gibi yabancı kökenli adamlarıyla bizim istediğimiz gibi, ülkeyi
yıkıma götüren bir şekilde yönetmeye başladılar.
Padişahlar ise devlet yönetiminin emin
ellerde olduğu düşüncesiyle zevk ve sefaya dalmışlardı. Bu da Osmanlı’nın çöküş
devrini başlattı. Mason örgütleri tarafından kışkırtılan insanların
çıkardıkları isyanlarla topraklar kaybedilmeye başlandı. Hazine plansız
harcamalarla tüketildi. Savaş sonunda hedefimize ulaşmamıza az kalmıştıki; Türkler adeta küllerinden
yeniden kartal doĝuşu yaptılar ve planlarımızı bir süreliğine ertelememize neden oldu. Bu
arada tabii ki sonuçta bizim finans ve silah sanayi şirketlerimiz servetlerini
onlarca kez katladılar. I. Dünya Savaşı sonunda Monarşizm tez olarak, Demokrasi
antitez olarak, Komünizm’i yani
sentezi oluşturdu.
HİTLER, BİZİM TARAFIMIZDAN GETİRİLDİ, ÇÜNKÜ BURADAKİ
YAHUDİLER İSRAİL DEVLETİNİ KURMAYA YARDIMCI OLMADILAR
İkinci Dünya Savaşı’nın asıl sebebi şu
an olduğu gibi dünyada başlayan ekonomik krizlerdi; diğer bir önemli neden ise
Diaspora’nın yani kutsal topraklar dışında yaşayan Yahudilerin, yeni İsrail
devletini kurmaya yardımcı olmamaları ve bu ülkeye dönmeyi kabul etmemeleriydi.
Hitler’in bulunduğu mevkiye gelmesi ve Alman ulusunu büyülemesi, yine bizim
tarafımızdan aldığı mali yardımlar sayesinde olmuştur. Harriman, Guaranty
tröstü gibi Amerikan finans devleri, Alman çelik kralı Thyssen’ın mali
yardımları ve Thule Örgütü’nün desteğiyle Hitler, dünya savaşı başlatacak güce
erişiyordu. Bu iş için Hitler seçilmişti; çünkü Yahudilerden nefret ediyordu.
Sebebi ise, babaannesi o zamanlar zengin bir Yahudinin yanında hizmetçi olarak
çalışıyordu ve babaannesi bu Yahudi patronu tarafından hamile bırakılmış,
durumdan haberdar olan evin hanımı tarafından evden kovulmuştu.
Babaanne kucağında bir bebek ile, yani
Hitler’in babasıyla, başka bir iş bulamayınca koyu Katolik olan baba evine geri
dönmüştü. Hitler zamanla bu gerçeği öğrenmiş, Yahudilere kin duymaya
başlamıştı. İsrail topraklarına dönmemekte ısrar eden Yahudileri korkutmak
amacıyla birkaç katliama izin verildi ve söylenenden çok daha az kişinin öldüğü
bu katliamlar kullanılarak sözde milyonların yok edildiği Yahudi katliamı
senaryoları üretildi. Şimdi aynı katliam senaryosu Ermeni Soykırımı adı altında
Türklere uygulanmaktadır. Bu saçma soykırım masalı Türklere yüklenecek ve
böylece Türkiye yüz milyarlarca dolar tazminat ödemek zorunda kalacak. Bu da
Türk ekonomisi için büyük bir darbe olacaktır.
ATOM BOMBASI, YAHUDİLERİN YAŞADIĞI ALMANYA’YA ATILAMAZDI,
BU NEDENLE JAPONYA
KIŞKIRTILDI
Almanlar’dan nefret eden o zaman ki
Siyonist başkanımız Einstein’ın Amerikan Başkanı Roosevelt’e bir öneri mektubu göndermesiyle
atom bombası çalışmaları Manhattan Projesi altında başlatılmış ve kısa sürede
sonuç alınmıştı. Ama bir sorun vardı, bu bomba çok güçlüydü ve deneme
yapılabilmesi için Amerika’nın halkın desteğiyle savaşa girmesi gerekiyordu.
Ayrıca Alman şehirlerinde çok sayıda Yahudi yaşıyordu; bu ülkeye atom bombası
atılamazdı. Japonlar kışkırtıldı ve daha önceden haber alınmasına rağmen,
halkın duygularıyla oynanarak desteğinin kazanabilmesi için yüzlerce Amerikan
askerinin ölmesiyle sonuçlanan Pearl Harbor baskınına göz yumulmuş ve bu sorun
da aşılmış oluyordu.
İSRAİL DEVLETİ, ROTSCHILD AİLESİ’NİN
CÖMERT MALİ
DESTEĞİ İLE KURULDU
Ve
böylece Büyük İsrail İmparatorluğu’nun temelini oluşturan İsrail Devleti 1948
yılında Rotschild Ailesi’nin cömert mali desteğiyle kuruldu. Ordo Ab Chaos yine
işe yaramıştı. Bu arada savaşta iflas eden ülkelerin ekonomilerinin
düzeltilmeleri için Harriman, Rockefeller, Vanderblit ve Rothschild finans
kurumlarından aldıkları borç paralar devreye giriyordu.
SOVYETLER BİRLİĞİ’NE YETERİ KADAR ÜLKE TAHSİS EDİLMİŞ,
MALİ DESTEK VERİLMİŞTİ
Sovyetler
Birliği, Hegel Diyalektiği gereği bir karşıt güç yaratılması gerektiği için,
Amerikan International Barnsdall Corporation şirketinin verdiği ekipman ve yine
Amerikan W.A Harriman Company ve Guaranty Tröstü tarafından verilen mali
desteklerle petrol kuyuları ve maden yatakları açarak, ekonomisini geliştirdi.
Bu arada dünya ülkeleri komünizm ve kapitalizm arasında seçimlerini yapmaya
başlamışlar; Sovyetler Birliği’ne kapitalizmi savunan bizlere karşı eşit bir
güç oluşturması ve bu oyunun sürdürülebilmesi için yeteri kadar ülke tahsis
edilmişti.
ÇİN, HENÜZ KONTROL EDEMEDİĞİMİZ BİR ÜLKE
AMA ABD EKONOMİSİNE KATKISI BÜYÜK
Çin ise Amerikan Bechtel Corporation’ın
verdiği teknoloji ve beyin gücüyle süper bir güç haline geldi. Bu ülke henüz
kontrol edemediğimiz, dünyadaki tek ülke. Fakat Amerikan ekonomisine büyük
katkıda bulunuyorlar; çünkü iş gücü çok ucuz, ayda 30 dolara çalışacak işçi
bulmak bizim ülkelerimizde patronların en tatlı rüyası olurdu.
VİETNAM, KORE, KAMBOÇYA, TAYLAND, ENDONEZYA,
AFGANİSTAN, İRAN-IRAK, YUGOSLAVYA
SAVAŞ ENDÜSTRİSİ’NİN DENEME VE GELİŞMESİNE YARADI
Size
dünyadan kısa örnekler vererek konuşmamıza devam edeceğim; Vietnam savaşında,
Amerika Birleşik Devletleri ve Sovyetler Birliği silah endüstrileri, yeni imal
ettiği silahları deneme fırsatı bulmuştu ve silah sanayisini canlandırmak için
devlet, eskileri kullanarak elden çıkarmıştı. ‘Agent Orange’ adlı kimyasal
silah ile bu zehirin bitkiler üzerinde ölümcül etkileri görülmüş oldu. Bir ülke
ekonomisi batağa sürüklendi.
Kore savaşı ile bu ülke iyiye bölündü ve
kalkınma hayalleri suya düştü. Böylece ülke ekonomisi tahrip edildi. Ayrıca bu
ülkede mikrop bombaları ve dioksin gibi çeşitli zehirler ile biyolojik savaş
denemeleri yapıldı.Kamboçya’da Amerika ile ticaret yapmayı reddeden lider
Sihanuk 1970 yılında bir darbe ile devrildi ve yerlerine ülkeyi kaosa
sürükleyen Pol Pot ve Kızıl Kmerler geçirildi.
Tayland’da
yine ülke yönetimi devrilerek yerine diktatörlük rejimi kuruldu. Ülke ekonomisi
yıllarca bize çalıştı.
Endonezya
devlet başkanı Suharto 1957-58 yıllarında Amerika Birleşik Devletleri’nin
verdiği silahlarla Doğu Timor’u işgal etti ve yıllarca sürecek bir kaos
yarattı, binlerce insan öldü.
Afganistan
savaşı Ruslara silah sanayisini geliştirmek için büyük fırsatlar sunmuştur. Biz
de yeni üretilen silahların etkilerini deneyebilmek için büyük bir fırsat
yakalamıştık. Ayrıca ülke çok zengin yer altı kaynaklarına sahiptir. Afganistan
yönetimi şu anda tamamen bizim kontrolümüz altındadır.
İran-Irak
savaşı Saddam’a büyük vaatler yapılarak başlatıldı. İlk iş olarak birbirlerinin
petrol kuyularını ve tesislerini bombaladılar. Tabii sonunda petrol zengini bu
iki bizlerden daha fazla silah satın alıp savaşı kazanabilmek için ülke
ekonomilerini iflas ettirecek düzeye getirdiler. Sonuçta bütün şehirleri ve
petrol tesisleri yine bizler tarafından yeniden kurulacaktı.
Bu de
yine bizlerden daha fazla borç almakla mümkün oluyordu.
Saddam dolduruşa getirilerek başlatılan
1990 yılındaki Körfez savaşı, ile ırak ekonomisi bir kez daha çökertildi;
Kuveyt’i tekrar inşa etmek için milyarlarca dolarlık iş bağlantıları yapıldı;
Amerikan askerleri bölgeye ilelebet yerleşti.
Bu savaşta test amacıyla tüketilmiş
uranyum bombaları kullanıldı. Bu bombalar, etkisi yıllarca sürecek radyoaktif
maddeler yayarak bölgedeki yüz binlerce insanın, tabii bu arada bizim
askerlerimizin de ölmesine yol açtı, hala da insanları öldürmeye devam
ediyorlar.1990 Yugoslav savaşında salkım bombaları kullanıldı. Bu teknoloji
harikası bombalar yere yaklaştıklarında yüzlerce küçük bombalara ayrışıyorlar
ve yere düştüklerinde hala patlamamış olanlar her zaman aktif birer bomba
olarak kurbanlarını bekliyorlar.Rotthschild konuşmasına “Bu ülkelerin şimdi tamamen
bizim kontrolümüz altında olduğunu sanırım söylememe gerek yok” diyerek ara
verdi. Onun kaldığı yerden Rockefeller devam etti.
ZAİRE, ÇAD, YEMEN, GUATEMALA, ŞİLİ, BREZİLYA, DOMİNİK,
SOMALİ, PANAMA, EL SALVADOR, BOLİVYA, EKVATOR, PERU, URUGUAY, ANGOLA’DAKİ
SAVAŞLAR VE DARBELER BİZİM PLANLARIMIZDI
Zaire
devletinin başına CIA destekli bir darbe ile 1965 yılında geçen Mobutu, George
Bush’un deyimiyle Afrika’daki en iyi adamımız oldu.
Çad
Hükümeti 1982 yılında bir darbe ile devrildi ve yerine diktatör Hissen Harbe
geçirildi. Bu geçiş sırasında on binlerce insan öldü.
Yemen
1990 yılına kadar iki ayrı devlet halinde uzun yıllar birbirleriyle savaştılar.
Bizim şirketlerimiz zenginleşmeye devam ettiler.
Guatemala’da
hükümet, komünist rejim tehlikesi bahane edilerek CIA yardımıyla 1953 yılında
devrildi ve bugüne kadar bizim tayin ettiğimiz askeri hükümetlerle ülke sonsuz
bir kargaşa içinde yönetilmektedir.
Şili’de
General Pinochet, 1973 yılında iktidarı ele geçirerek, yıllarca bizim
isteklerimiz doğrultusunda ülkeyi yönetti. Amerika Birleşik Devletleri’ne
aktardığı milyarlarca dolarla ülke ekonomisi bataklığa sürüklendi. Ülke
insanları sefalet içinde yüzerken, bizler daha zengin olduk.
Brezilya
da komünizmden kurtarılan bir diğer ülkeydi. Ülke yönetimi 1964 yılında bir
darbe ile devrildi, ülke Amerika Birleşik Devletleri’nin Güney Amerika’daki en
güvenilir müttefiklerinden biri oldu.
Dominik
Cumhuriyeti, aynı şekilde 1963 yılında bir darbe ile bizim istediğimiz
yöneticilere kavuştu. Ülkenin serveti bizlere aktı.
1990’lı
yıllarda Kolombiya’da uyuşturucu ile mücadele etmek maskesi altında ülke
yönetimi ele geçirildi. CIA bu ülkeden gelen uyuşturucu parasıyla dünyanın
çeşitli ülkelerindeki operasyonlarını finanse ediyor.
Fiji,
Grenada, Panama, Somali, El Salvador işgal edildi. Sarin, hardal gazı gibi
sinir gazları halk üzerinde denendi. Yüz binlerce insan öldü ve hala ölmeye
devam ediyor. Bolivya, Gana, Ekvator, Haiti, Filipinler, Peru, Uruguay, Angola,
Seyşel adaları gibi üçüncü dünya ülkelerinde yapılan darbeler ve karışıklıklar
hep bizim planlarımızın bir parçasıydı.
BÜTÜN ÜLKE YÖNETİMLERİNİ KONTROL ALTINDA TUTUYORUZ, AKSİ
HALDE TERÖR OLAYLARINI DEVREYE SOKUYORUZ
Avrupa
ülkelerinde kurulan İtalya Gladio’su benzeri istihbarat örgütleri sayesinde,
bütün ülke yönetimlerini kontrol altında tutmaktayız.
İstanbul’daki
sinagoglara yapılan saldırılar ve Madrid’deki tren bombalama olayları, bu
ülkelere bizim isteklerimizi görmezden geldiklerini hatırlatmak için
yaptırıldı.
New
York İkiz Kuleler, Pentagon saldırıları, Kenya ve Suudi Arabistan’daki
bombalama olayları ise tamamen bizim planlarımız doğrultusunda icra
edildiler. Ben “dünyada el atmadıkları
başka ülke kaldı mı acaba” diye düşünüyordum. Rockefeller böyle beni şaşkınlığa
uğratmanın zevkiyle içkisini bir yudumda bitirerek sözlerini tamamladı;
DÜNYADA HİÇBİR YERDE MAFYA VE KAÇAKÇILIK OLAYLARI BİZİM İZNİMİZ OLMADAN
YAPILAMAZ
“Bu
arada, bütün organizasyonların çok yüksek olan maliyetleri konusu var. Onların
kaynağı ise vergiden muaf olan vakıflarımızın topladığı bağışlardan ve mafya
ile olan bağlantılarımız sayesinde finanse diliyor. Dünyanın hiçbir ülkesine
mafya veya kaçakçılık faaliyetleri, o devletin haberi ve izni olmadan
yapılamaz. Yapılması için, üst kademelerde işbirlikçilerin olması gerekir. Bu
işbirlikçiler gözünü para hırsı bürümüş insanlar seçilir ve bir kere bu işlere
bulaşıldı mı, bir daha çıkış yoktur.
Dünyanın
her yerinde tamamen bizim kontrolümüz altında çalışan mafya, özellikle
uyuşturucu ve silah kaçakçılığı ile ilgilenir, çünkü en tatlı para bu
alanlardadır.
Bu
paradan biz en büyük payı alırız ve bu parayla birlikte masum görünüşlü
vakıflarımızın desteğiyle bütün bu faaliyetlerimiz finanse edilir ve buna
işbirlikçilere dağıtılan para ve rüşvetler dahildir.
Bu istediğimizi kabul etmiş
görünüyorlar, fakat işi uzatıyorlardı.Fakat Amerika ve Avrupa’da gelişmiş
ülkelerin piyasaları doyuma ulaşmışlar ve biz yeteri kadar mal satamaz
olmuştuk.
NEDEN KUZEY AMERİKA VE BATI AVRUPA VARLIKLI BİR YAŞAM
SÜRER DÜNYADAKİ 5 MİLYAR İNSAN, BİZİM 1 MİLYAR İNSANIMIZ İÇİN ÇALIŞIR
Bu
örnekler inanın bana sadece buzdağının dışarıdan görünen başı. Gördüğünüz gibi
dünyanın her noktası kontrolümüz altında. Hegel Diyalektiği’nin amacımız
doğrultusunda ne kadar çok işe yaradığını görüyorsunuz. Hiç düşündünüz mü,
Kuzey Amerika ve Batı Avrupa ülkeleri vatandaşlarına rahat ve varlıklı yaşam
olanakları sunarken, dünyanın diğer ülkelerinde neden sefalet ve bitmeyen bir
kargaşa var? Çünkü bizim ırkımız seçilmiş ırktır, diğerleri sadece köledirler.
Eğer yaşamak istiyorlarsa ömür boyu bize bu şekilde hizmet etmek zorundadırlar.
Dünyadaki 5 milyar insanı bizim toplumlarımızdaki 1 milyar insan için
çalışıyorlar. Bütün zenginlikleri bizim şirketlerimize ve dolayısıyla bizim
ülkelerimize atkılıyor. Biz gelişmiş ülkeler, her geçen gün daha da
zenginleşirken, üçüncü dünya ülkeleri, ekonomileri çökertilmiş, halkı uydurma
savaşlar ve olaylarla sefalete sürüklenmiş çaresiz bir halde; refah içinde
yaşayan işbirlikçi yöneticileri ve zengin tabakları bizim emirlerimizi
bekliyorlar.
Bizimle
işbirliği yapanlar, çok yakında yeni dünya hükümetinde kendi bölgelerini bizim
idaremiz altında yönetecekler. Üçüncü sınıf ülkelerin halkları eğitim
düzeylerine göre işçi olarak çalışacaklar, bizim gibi gelişmiş halklar da
bunların üstünde bir hiyerarşi içinde yönetici olarak görev yapacaklar. Bu
sınıfa giren ülke insanları için cumartesi günleri dışında bütün bayram ve
tatil günleri kaldırılacak ve ancak karınlarını doyurabilecekleri bir maaş
karşılığında, bütün yıl boyunca haftanın altı günü çalışacaklar. Bizim
insanlarımız günün çok az bir kısmını çalışmaya ayıracak ve günün geri kalan
kısmını zevk ve eğlenceyle geçirecekler.
İlk
önce bütün bu anlatılanları çok büyük hayaller olarak görmüştüm; ama diğer
ülkelerin durumu aklıma gelince gerçekleşme olasılıklarının olduğunu
hesapladım. Gerçekten de çok az televizyon seyretmeme rağmen savaş ve ayaklanma
haberleri gözüme çarpıyor, açlıktan ve sefaletten sürünen insanları
seyrettiğimi hatırlıyorum. Ama ben medya adamıydım ve bütün bunların
sebeplerini araştıracak zamanım yoktu…CtbeyZ.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)