Cumartesi, Kasım 30, 2013






 
















Oberaden´de Dosluk Kazandı!

30/11/2013- Saat:14:30

Kayserispor-Akhisar Belediyespor arasında oynanan karşılaşmayı izlemek için iki kafadar taraftar Oberaden Ditip camii lokalini maçı yalnız kendileri izlemek için kapattılar.

Kayseri´li Tahir ve Akhisar´lı Hüseyin Bu zamana kadar lokalimizde hep büyük takımların maçları izleniyor küçük takımların maçları tafartarların azlıĝından dolayı izlenemiyordu.


Bizler de hep kendi takımımızın maçlarını rahatlıkla izlemek için bu günü bekledik. Sonuç nekadar takımlar için çok önemli olsada bizler skora bakamadan fıstıklı mandalinli masaya yasnalıp maçın keyfini çıkartık..!
















Çarşamba, Kasım 27, 2013

-Dikkat!- Apartmanımızda Evli ve kaçak yaşayan iki yılan var.!

 
17.11.2013 saat 16:40


11. Yaşındaki Oĝlum kelaya oyuncak almaya gitti eve geldi kelada yılan var  dedi inanmadık çocuĝun  ısrarı üzere gidip baktımki gerçekten yılan merdivenlerden aşaĝı gidiyor hemen resmini çektim.

Komşulara haber vermek için zilerine bastım, 3 komşu yoktu bizim karşımızda olan komşu ile aramız iyi  olmadıĝı için ada zile aldırış etmedi bende polisi aradım. Polisler geldi yılan sahibi tatilde olan kişinin kelasına tam girmek üzere idiki polisler atıldı yakalayamadı daha sonara yan evdeki komşu geldi yılanın sahibi sizin komşu dedi polisler bay David kissing ziline basarak neden açımıyorsun dediler yılanın 3 haftadır kayıp olduĝunu söyledi kelanın anahtarını tatildeki komşu oĝluna ulaştık polisler gerekli yerlere haber vereceĝiz diye gittiler komşu oĝlu kela anahtarlarını getirdi ama polisler yoktu komşu Devid kissing ziline tekrar bastık Ama Devid kissink umursamaz birhalde zaten yılanlar 3 haftadır yoklar korkmayın dedi fakat gelde korkma yılan bu çoluklar baba hemen bu evden gidelim diye aĝladılar tektar polise telefon ettik neyazıkki polislerinde umursamaz hallerini gördük.! Israrla yılan zararsız korkmayın diyorlar Fakat kaçan yılan bir deĝil iki onlarında çiftler olduĝunu öĝrendik. Devid kissink´in yılanlar kafesten kaçar kaçmaz kumşulara ve gerekli ilgili mercilere haber vermesi gerekmezmiydi.!! Şimdi konu komşunun akıllarına gelen   seneryolarla Yaşamaya çalışıyoruz, yılanlar şimki yumurlar baharın 30-40 tane yavrular artık her yeri yılanlar yuva yapar aman ayakkabı elbise daha önemlisi keleda yiyecek ve giyeceleri meskan tutarlar diyorlar dedimya yılanbu zaten kendi soĝuk hayvan birde yılanın biri kelaya girdiĝini gördük o gece tüm aramalarımıza rahmen bulunmadı. Ya diĝer eşi herhangi birimizin veya komşuların evinde ise birgün bir gece birimizin yataĝinda veya yemek tabaĝında çıkarsa veya çocuklara yine görünürse ne olacak?  Nerde kaldı önce emniyet, insan hakkarı mı, insanın özgürlüĝümü insan hayatımı, yoksa önemli olan iki yılanın yaşamı ve özgürce her eve her kelaya her yemek tabaĝına girip eĝlenmesimi. Bazen insanlar acaba dünyada bir yalan deryasındamı kandırılıyor´mu diyesi geliyor çünki insan hakları hayvan  hakları çıĝırt kanlıĝı kulakları deliyorda. Tahir Eĝerci Bergkamen.

 

 



Cumartesi, Kasım 16, 2013

BANA SEVMEYİ ÖĞRET! SAYI : 56





 


BANA SEVMEYİ ÖĞRET


Kerem, Aslı’ya sürpriz yapmak için ne zaman döneceğini haber vermemişti. Fakat esas sürpriz onu bekliyordu. Aslı evde yoktu. Kerem anahtarını da bulamamış, kapıda kalmıştı. Normalde o saatte Aslı’nın evde olması gerekiyordu. Hemen telefon açtı ama “Aradığınız numaraya ulaşılamıyor” uyarısıyla başının çaresine bakması gerektiğini anladı.

Anahtarı olduğuna emindi ama bulamamıştı. Önce valizinin bütün bölümlerini açtı baktı, sonra evrak dolu çantasını boşalttı kapının önüne. Tın sesiyle birlikte yere düşen anahtarını gördü. On saat yolculuk yapmıştı çok yorgundu. Bir duş alıp hemen uyumayı düşünüyordu.

Daha kapıdan içeri adım atar atmaz, evde bir terk edilmişlik havası hissetti. Yok canım, kendi kendime kuruntu ediyorum, diye düşündü. Elindeki çantaları koridora bırakıp başını kaldırdığında aynaya kırmızı rujla yazılmış “Hoş geldin. Seni karşılayamadığım için üzgünüm” yazısını gördü. “Bir gün geldiğinde beni evde bulamayacaksın, işte o zaman çok geç olacak.” Diyen Aslı’nın sesi çınladı kulaklarında. Dediğini yapmış mıydı yoksa?

Aslı gitmiş, düşüncesiyle birlikte kendini bir boşluktan aşağı yuvarlanıyormuş gibi hissetti. Gözleri yazıya takılı kaldı bir süre. Sonra boş gözlerle evi dolaştı. İçinden umutsuz cılız bir ses “Belki de şaka yapıyor, şimdi bir yerden çıkacak.” Diyordu. Son olarak baktığı salondan çıkarken korktuğu şeyi seslendirmeye cesaret etmişti. “Gitmiş”

İçindeki o cılız ses yine “Belki de birkaç gün annesinde kalıp dönecektir.” Diyordu. Şimdi anlarım diye düşünerek yatak odasına gidip elbise dolabını açtı. Aslı’nın giysilerinin olduğu bölümde sadece askılar vardı. Bütün giysilerini aldığına göre bu birkaç günlük bir gidiş değildi. Askının birinin üzerine bir kağıt yapıştırılmıştı. Aslı bir not bırakmıştı.

“Böyle olsun istemezdim ama beni sevmeyen biriyle yaşamak bana artık acı vermeye başlamıştı.”

Kerem yazıyı dönüp dönüp birkaç kez okudu. “Onu sevmediğimi nasıl düşünüyor inanamıyorum.” Dedi yüksek sesle. Yatağın üzerine oturdu. Seviyordu karısını hem de çok. Dört yıl önce evlenmişlerdi. Öncesinde de beş ay flört etmişlerdi. Evlilik sevgisinden bir şey alıp götürmemişti, Aslı’yı ilk günlerindeki kadar çok seviyordu. Fakat nasıl oluyordu da Aslı sevilmediğini düşünüyordu buna inanamıyordu.

Annesi onu ilk gördüğünde çok beğenmemişti. “Daha güzelini bulabilirdin oğlum, biraz burnu büyük, bir de bacakları çarpık gibi.” Demişti. Annesinin kusur diye saydıklarını, dikkate almamış, umursamamıştı. Ona ay gibi parlak ve güzel görünüyordu. Hele karısının çocuksu bir gülüşü vardı ona bayılıyordu.

Nerden çıkmıştı bu ayrılık. On gün önce giderken araları iyiydi. Aslı eşyalarını hazırlamış, kapıdan yolcu etmişti onu. “Bursa’dan gelirken bana kestane şekeri getir.” Demişti. Birden kestane şekeri almadığını hatırladı. Ne gerek var Bursa’dan kestane şekeri getirmeye, İstanbul’da neredeyse bütün pastanelerde kestane şekeri bulunuyor, diye düşündü. Çok isterse gider bir pastaneden alırdı. O Aslı’ya güzel bir parfüm almıştı.

Parfüm aklına gelince çantalarını hatırladı. Koridordan alıp yatak odasına getirdi. Parfümü çıkardı. Aslı’nın parfümlerini koyduğu komodinin en üst çekmecesini açtı. Boş bir çekmeceyle karşılaşacağını beklerken çekmecenin parfüm şişeleriyle dolu olduğunu görünce şaşırdı. Parfümlerini götürmemişti.

Çekmecede bir de not vardı. “Bu kaçıncı parfüm hediye getirmen, kolay hediye değil mi? Gir bir süpermarkete al çık. Ben senden kestane şekeri istemiştim. Almak için uğraşsaydın belki azıcık yorulurdun ama beni önemsediğini bana hissettirirdin. Eğer beni gerçekten sevseydin benim isteklerimi önemserdin.”

Kerem kendini, sırlar dünyası ile ilgili çekilen bir dizide başrol oyuncusu gibi hissetti. Aslı kestane şekeri değil de parfüm getireceğini nasıl bilmiş de yazmış, erdi mi acaba diye düşünürken kendi kendine güldü. Bunu bilmek için ermiş olmaya gerek yok ki neredeyse her iş gezisi dönüşü parfüm getirmişim, biraz daha dayansaymış bir parfümeri dükkânı açarmış, diye kendi kendine kızarak çekmeceyi kapattı.

Bu aptallığımın üstüne bir soğuk su içeyim, birkaç lokma bir şey atıştırayım açlıktan öleceğim, siye söylenerek mutfağa doğru gidiyordu ki ev telefonu çalmaya başladı. Aslı arıyor olabilir mi diye heyecanla salona doğru koşarken düştü. Düşmesiyle kalkması ve telefonu kapması bir oldu. “Ayşe teyzeyi verir misin?” diyordu karşıdaki ses. “Ayşe teyze yok, Ahmet amca versem olur mu?!” diye bağırarak kapattı telefonu.

Ne diyorum ben ya. Belli ki yanlış numara çevirmiş, ayıp ettim, diye düşünüp söylediğine pişman oldu. Yorgunum, açım ve karım tarafından terk edildim, ben ne yaptığımı biliyor muyum, diye kendi kendini teselli etti. Bu arada telefonun altındaki kağıt dikkatini çekti. Aslı bir not da buraya bırakmıştı.

“Tam beş gün oldu senden bir telefon gelmeyeli. Aramandan vazgeçtim bir mesaj bile atmadın. Sana bunu defalarca söyledim, beni habersiz bırakma, bir kez de sen düşün, beni ara diye. Ben aramasam senden hiç ses çıkmıyor. Kaç gündür arayamaz mıydın, nasılsın canım diyemez miydin? Beni sevmiyorsun işte, sevseydin merak ederdin."

Beş gün olmuş muydu Aslı’yı aramayalı. Yok canım o kadar da olmamıştır daha yeni konuşmuştuk, diye düşünürken bir yandan da kaç gün önce konuştuklarını hesaplamaya çalışıyordu. Aslı hesapları doğru yapmıştı. Gerçekten de en son beş gün önce konuşmuşlardı onda da karısı aramıştı.

İyi de bu onu sevmediğini göstermiyordu ki. Karısı hep aklındaydı, illa telefonla araması gerekiyor muydu? Of ya, bu kadınlar ne kadar detaycı, diye söylendi. Sonra da kendi kendine kızdı. İnsan beş gün karısını aramaz mı ya insaf? Nasılsın, bir şeye ihtiyacın var mı, seni özledim demez mi? Ben terk edilmeyi hak etmişim, dedi kendi kendine.
Aslı, başka not bıraktı mı acaba, diye dikkatli gözlerle evde araştırma yapmaya başladı. Salonda sehpanın üzerindeki televizyon kumandasının altından bir kağıt görünüyordu. Yanılmamıştı, kumandayı kaldırınca bir not da oradan çıktı.

“Yokluğumda beni arayacağını pek zannetmiyorum. Televizyonun, kumandan ve bilgisayarın yani sevgililerin var nasıl olsa.”

Karısının haksızlık ettiğine inanmak istiyordu ama onun haklı olduğunu gayet iyi biliyordu. Gerçek sevgili yanında dururken, o yalancı sevgililerle zaman geçirmişti. Televizyon ve bilgisayara baktı, gözüne düşman gibi göründü. Onlar karısının yerini tutabilir miydi? Demek ki gerçek sevgili olmayınca yalancı sevgililerin tadı olmuyormuş, diye düşündü.
Kerem hem not kağıtları arıyor hem de bir not daha bulmaktan korkuyordu. Çünkü bulduğu notlar içini acıtıyordu. Bir not kağıdı da pencerenin kenarındaki saksının altından görünüyordu. Kağıdı alıp kendini koltuğun üzerine bıraktı.

“Bana ‘Çiçeğim, dilberim, güzelim, kadınım, karanfilim, yarim, minik fettan köftem’ derdin. Ne çok özledim o sözleri. Duymayalı ne çok zaman oldu. O tatlı sözler çiçeğinin suyu, havası, sevgisiydi. Eğer çiçeğini hala sevseydin beslerdin, ilgilenirdin onunla.”

Ben çiçeğimi seviyorum, diye inledi. Ona güzel sözler söylemeyi niye bırakmıştı, bilmiyordu. Uzandığı koltukta uzun uzun düşündü. Ara ara çıkan tartışmalardan, kavgalardan sonra bir süre birbirlerine kırgın kaldıkları için, o aralarda bilinçsizce bırakmış olabileceğine hükmetti.

Bütün evi dolaştı, başka bulamadı. Bir duş alıp dinlenmek için banyoya girdi. Duşa kabinin kapaklarını açınca karşısına duvara yapıştırılmış bir not çıktı.

“Biliyorum ben de mükemmel bir kadın değilim. Hatalarım var, düzeltmek için de gayret gösteriyorum. Çünkü seni çok seviyorum, keşke sen de beni sevseydin.”

Kerem uzun süre duşun altından çıkmadı. Kendini cezalandırmak ister gibi dayanabildiği en yüksek ısıda yıkandı. Eve geldiğinde yorgundu, şimdi ise bütün gücü tükenmişti. Pelte gibi kendini yatağın üstüne bıraktı, artık düşünemez olmuştu. Orda uyuya kaldı.

İki saat sonra uyandığında üşümüştü. Yorganın ucunu kaldırıp yatağın içine girince kağıt gibi bir şeyin üstüne yattığını fark edince ışığı açtı. Yatağın içinde de Aslı tarafından bırakılmış bir not olduğunu gördü.

“Çok isterdim, yaşlılıktan derimiz buruştuğunda bile seninle uyumayı ve seninle uyanmayı. Olabilseydi biliyorum ki kalbim ve bedenim seni sevmekten asla yorulmayacaktı. Ama olmadı, kısmet buraya kadarmış.”

Kerem Aslı’nın yastığına sarılıp kokladı. Karısının kokusu vardı üzerinde, bu kokuyu da sahibini de kaybetmek istemiyordu. Uykusu kaçmıştı. Midesi kazınıyordu ama kadın olmayan bir evin dolabında ne olabilirdi ki? Dolapta olsa olsa soğuk su olur, diye düşündü. Belki su açlığımı bastırır, diyerek açtı buzdolabının kapağını.

Boş bir dolapla karşılaşacağını beklerken, dolabı dolu görünce şaşırdı. Meyve sebze ve iki tencere de yemek vardı. Birinde pilav, birinde yeşil fasulye vardı. Yeşil fasulyeyi çok severdi. Tencereyi eline alınca tencerenin altından not yazılı bir kağıt çıktı. Tencereyi masanın üzerine koyup notu okudu.

“Fasulye ve pilav pişirdim, gelince aç kalma diye. Biliyorum çok seversin, afiyet olsun.”

Kerem çok duygulanmıştı. Fasulyeyi yerken gözlerinden akan yaşlara hakim olamadı. Giderken bile beni düşünmüş, diye ağladı. Sevdiğini düşünmek çok zor bir şey değildi işte. Sevgi emek isterdi, karısının elinden gelen emeği gösterdiğini biliyordu.

Kendini çiğ fasulye gibi hissetti. Fasulyenin lezzetini bulması için ayıklanması pişirilmesi yani emek verilmesi gerekiyordu. Oysa o emek vermeden lezzetli yemekler yemeği beklemişti.

Bir mobilya fabrikasında ürün geliştirme bölümünde çalışıyordu. Kendi kendine çok kızıyordu şimdi. Ağaca, demire, nasıl şekil veririm, geliştiririm diye düşündüğünün yüzde biri kadar bile evliliği üzerine kafa yormadığı için. Sevdiği kadına sevilmediğini hissettirdiği için. Sevdiğini kaybetmeden onu anlamadığı için.

Karısını sadece kendi keyfine göre sevdiği için. Aslı kaç kez ona, nasıl sevilmek istediğiyle ilgili yol göstermişti, fakat bu güne kadar hiç ciddiye almamıştı. Kaybetmeden anlamadığı için kendine çok kızıyordu. Hayatındaki en önemli varlığa, en az değeri vermişti.

Şimdi o yokken, işinin de paranın da bir anlamı görünmüyordu gözüne. Aslı’dan özür dilese geri döner miydi? Hatalarını düzeltme imkanı verir miydi ona? Ne yapmalı, onun gönlünü tekrar nasıl kazanmalıydı? Uzun uzun düşündü. Karısının ne istediğini düşündü. Sevildiğini duymak, görmek ve hissetmek istiyordu. Hatalarını anladığını Aslı’ya nasıl anlatabilirdi? Onu sevdiğini ama nasıl sevmesi gerektiğini bilemediğini nasıl anlatabilirdi? Bütün sorun sevmeyi bilememesindeydi.
Göstermediği sevgi, sevinç vermez olmuştu. Sevginin sesi, tadı, kokusu olmayınca varlığı yetmemişti. Sevindirmeyen sevgisi, yok olmaya doğru yolculuğa mahkum olmuştu.

Ona onun ne istediğini anladığını ve yapmaya gayret göstereceğini anlatan bir mesaj yazmaya karar verdi. Mesajı yazdı ve aynı mesajı Aslı’nın bıraktığı not sayısı kadar dokuz kez gönderdi. Arrtık her şey Aslı’nın vereceği cevaba kalmıştı. Kerem mesaja şöyle yazmıştı:

“Ne olur gel, bana sevmeyi öğret.”

CtbeyZ.

Kaynak: Sema MARAŞLI (Eşimle tanışmayı Unutmuşuz kitabından)

 






Son Yüzyılın En Büyük İtirafları Rockefeller'den

 
 
 
 
Son Yüzyılın En Büyük İtirafları Rockefeller'den…….
 
Türkiye'nin füze savunma sistemi Çin´den yana tercih yapmasını   hazmedemeyen ABD, AB, NATO ve  daha net bir ifadeyle Siyonis İsrail tayfaları  eleştirme bahanesi ile salyalarını yutkunmada zorluk çekiyorlar. Bu yazıda ABD'li Yahudi bankacı iş adamı David Rockefeller kirli ellerinin marifetlerini  itiraf ederken bakın Türkiyeyi nasıl geçmişten örnekler vererek açıkça
TEHTİT Ediyor…!
 
Rockefeller’e atfedilen bu itiraflar, aslında hepimizin bildiği tarihi gerçekler..
İşte David Rockefeller’in söyledikleri:
 
TÜRKİYE’YE ADNAN MENDERES
ZAMANINDA “MARSHALL YARDIMI” İLE EL ATTIK
 
Mesela Türkiye’yi ele alalım. Türkler de yıllar boyu komünizme karşı savaşmıştır. 1950’lerde ülke yönetimine bize desteğimizle Adnan Menderes gelmişti. Aslında Menderes bizimle başta gayet güzel bir diyalog kurmuştu. Bizden seçimde aldığı destek karşılığında, Marshall yardımı adı altında devamlı borç alıyor ve ülkesinde yatırımlar yaparak sanayi yapısını geliştiriyordu. Fakat o kadar plansız ve programsız harcama yapıyordu ki ödeme günleri geldiğinde, bizden, borç ödemek için tekrar tekrar borç istemeye başladı. Biz de kendisinden ülkesini yabancı sermayeye açmasını ve bizim şirketlerimize özel imtiyazlar tanımasını, diğer bir deyişle Osmanlı İmparatorluğu’na dayatılan kapitülasyonlar benzeri şeyler talep ettik Menderes bize bunu hiçbir zaman kabul etmeyeceğini söyledi ve bizden uzaklaşamaya başladı. Ülke insanı ilk defa asfalt yollarla tanışıyor, fabrikalar arka arkaya dikiliyordu. Ülkenin çoğunluğu Müslüman olduğu için ülkenin her yerine camiler yaptırıyordu. Menderes bu şartlarda iktidarda ki yerini uzunca bir süre için, sağlamlaştırdığını sanıyordu. Bir darbe ile bu işe bir son verildi ve sonunun öyle bitmesini istemediğimiz halde, çalışma arkadaşlarıyla beraber idam edildi. Sadece CELAL BAYAR kurtuldu, çünkü bir MASONDU ve yakın arkadaşı Papa Roncalli ya da diğer adıyla 23. John, Vatikan’ın baskısıyla onu idamdan kurtardı.
 
1980 DARBESİ BİZİM İSTEKLERİMİZ DOĞRULTUSUNDA YAPILDI
 
Aynı ülkede gerçekleşen 1980 darbesi de bizim isteklerimiz doğrultusunda yapıldı. O zamanlar ülkede bir solcular, bir sağcılar iktidara geliyor ve bizim isteklerimiz doğrultusunda ülke ekonomisini yönlendiriyorlardı. Fakat Amerika ve Avrupa’da gelişmiş ülkelerin piyasaları doyuma ulaşmışlar ve biz yeteri kadar mal satamaz olmuştuk. Bunun üzerine diğer az gelişmiş ülkelere uyguladığımız planı onları da uygulamak istedik ve serbest piyasa ekonomisine geçmelerini ve ithalatın serbest bırakılmasını talep ettik.
 
BİNLERCE TÜRK GENCİ UYDURMA İDEOJİLER UĞRUNA CAN VERDİ
 
En sonunda bu ikilem yine bildiğimiz yollarla, Ordo Ab Chaos ile çözüldü. Yani önce kaos, sonra düzen. Provokatörlerimiz aracılığıyla sağ ve sol ideoloji kavgaları başlatıldı. Aslında başında onay vermiş gibi göründüğümüz Kıbrıs Savaşı’ndan sonra ülkeye uygulanan ambargo sayesinde halk canından bezmiş, ülkede yağ ve tuz bile bulunamaz olmuştu.
Karaborsacılar zenginleşirken halk iyice sefalete düşmüştü. Ülkeye gönderilen provokatörlerimiz için bu halkı kışkırtmak hiç zor olmadı. Ülke halkı sağcı ve solcu olarak iyiye bölündü ve çatışmaya başladılar. Olaylar öyle bir dereceye geldi ki, hergün elli-altmış kişi sokak çatışmalarında ölmeye başlamıştı. Bütün ülke terör korkusu altında eziliyordu.
 
İnsanlar akşamları sokağa çıkamaz olmuştu. Her an bir serseri kurşuna hedef olmak vardı. Binlerce Türk genci uydurma ideolojiler uğruna can vermişti. Hükümetler birbiri arkasına iktidara geliyor fakat olayları önleyemiyorlardı. Sonra darbe geldi ve bütün olaylar bıçak gibi kesiliverdi. Zavallı ülke halkı bu sözde başarıyı darbenin bir neticesi olarak gördüler. Çünkü nihayet terörizm sona ermiş, ülkeye huzur gelmişti.
Aslında provokatörlerin görevi bitmiş, sahneden çekilmişlerdi. Burada oynanan oyun, halkı umutsuz ve çaresiz bir duruma düşürmek ve onlara bir “kurtarıcı”   sunmaktır; ondan sonra bu kurtarıcı ne yaparsan yapsın hemen kabullenecektir.
 
ÖZAL, İSTEKLERİMİZ DOĞRULTUSUNDA KAPILARI SONUNA KADAR AÇTI
 
Askeri hükümet bir süre devlet yöneticiliği yaptı ve bizim belirlediğimiz bir kişiye yönetimi devretti. Bu Turgut Özal’dı. Özal, tam da bizim isteklerimiz doğrultusunda ülkenin kapılarını bize sonuna kadar açtı. Bizim şirketlerimiz bu bakir piyasaya kurtlar gibi saldırdılar. İlk önceleri fiyatları çok düşük tutarak yerli sanayinin rekabet gücünü düşürdüler.
Ülke artık Amerikan ve Avrupa yapımı mallarla dolmuştu. Sanayi şirketlerimiz stoklarını eritirken finans şirketlerimiz de ülkeyi artan ithalatı karşılayabilmeleri için yüksek faizlerle borç yatağına sürüklüyorlardı.
Böylece, gelişmekte olan ülkeler olarak adlandırdığımız bu ülkelerin hemen hemen hepsinde uygulanan ve 80’li yıllarda başlatılan bu proje ile, bütün ülkeler, hem bizlerden aldıkları mallarla sanayi şirketlerimizi zenginleştirmeye devam ediyorlar, hem de bu malların karşılığı olan ödemelerini yapabilmek için bizim finans şirketlerimizden aldıkları yüksek faizli kredilerle, her sene artan bir borç batağına sürükleniyorlar.
 
TÜRKİYE’DE PARA İTİBAR GÖRDÜ,
ARKADAŞ, DOST, AİLE GİBİ KAVRAMLAR UNUTULDU
 
Bu arada, Özal bütün bunların yapılabilmesi için gereken kanunları yavaş yavaş çıkarmıştı. Bu ülke vahşi kapitalist sistemle o kadar çabuk uyum sağladı ki, bizim bile düşünemediğimiz hayali ihracat gibi vurgun yöntemleri keşfettiler. İnsanlar artık en kısa ve en kolay yönden servet yapmanın peşine düştüler.
 
Rüşvet, devlet bankalarının çeşitli entrikalarla soyulmaları, banker skandalları birkaç örnek. Arkadaş, dost, aile gibi kavramlar unutuldu ve sadece parası olanlar itibar görmeye başladı. Bu arada, yerli sanayi can çekişiyor, küçük işletmelerden başlayarak yavaş yavaş büyük işletmelere doğru bir iflas dalgası yayılıyordu. Devlet işletmeleri ise bizim istediğimiz yöneticilerin atanmaları sağlanarak zarar ettiriliyordu. Sonunda bu işletmeler ya kapatılıyor, ya da özelleştirme hikayesiyle, ucuz fiyatlarla şirketlerimiz tarafından ele geçiriliyordu.
 
“KÜRT DEVLETİ PROJESİNİ”
HAYATA GEÇİRMEK İÇİN ÖNCE ÖRGÜT YARATTIK
 
Beyni yıkandığı için temiz hayallerle işe başlayan Özal, sonunda bu sistemin gerçeklerini görerek kendisini de kapitalizmin çarklarına kaptırdı. Ailesini ve yakın çevresini zengin etmeye başladı. Öyle bir duruma geldiler ki Özal’ın çevresinde prens ve prensesler ortaya çıkmaya başlamış, biz ülke monarşizme dönüyor diyerek kaygılanmaya başlamıştık. Aslında tam bir komedi oynanıyormuş. Her neyse, ülke insanının tepkisini ölçmek için kendisinden Kürt devleti fikirlerinden bahsetmesini istedik. Fakat bu düşünceler kendisine pahalıya maloldu. Biz de Kürt devleti projemizi hayata geçirmek için *** denilen bir örgüt yaratıldı. Bu örgütle uğraşmak ülke ekonomisine çok büyük zarar verdi ve şu anda koskoca Osmanlı İmparatorluğu’ndan geriye kalan bir avuç toprakta varlığını sürdüren Türkiye, bizim hiçbir istediğimiz geri çevirecek durumda değil. Sanırım yakın gelecekte topraklarından biraz daha, bir süre sonra da bizim için hala geçerli olan Sevr Antlaşması uyarınca hemen hemen tamamından fedakarlık etmek zorunda kalacak.
 
TÜRKİYE BİZİM İÇİN ÇOK ÖNEMLİ…
SU KAYNAKLARININ ÖNEMLİ BİR KISMI BURADA
 
Rockefeller de sözü devralarak başlıyor;
Türkiye hakkında biraz daha durmak istiyorum; çünkü dünyadaki en stratejik konumdaki ülkedir ve bizim için çok önemlidir. Nedenlerine gelince:
Bir kere Büyük İsrail Devleti topraklarının su kaynaklarının önemli bir kısmı şu anda Türkiye’ye aittir.
İkincisi, Müslüman ve demokratik bir ülke olarak bu konuda öncü bir ülkedir. İslamiyeti yıkmak istiyorsak önce Türkiye’den başlamalıyız.
Üçüncüsü, Avrupa ve Asya arasında bir köprü durumdadır. Maden, petrol, doğalgaz gibi zengin yer altı kaynaklarına sahip Ortadoğu ve Kafkasya’ya hakim olmak istiyorsak bu ülke elimizin içinde olmalıdır.
Ortadoğu hemen hemen elimizde sayılır. Kafkasya ve Orta Asya’daki diğer Türk devletleri de yakında darbelerle kargaşaya boğulacaklar ve avucumuzun içine düşecekler. Bu Türkler aslında birleşip bir araya gelseler karşılarında hiçbir güç duramaz.
 
Bu yüzden böyle bir olasılığa karşı, ajanlarımız her an tetikte bekliyorlar. Türk devletlerinde kilit mevkilerdeki adamlarımız, aralarında en ufak bir yakınlaşma sezdiklerinde hemen istikrarı bozacak olaylar ve darbelerle bunu önlüyorlar.
 
EN ÖNEMLİSİ, TÜRKLER MEDENİYETİN BEŞİĞİDİR
VE KÖKENLERİ SÜMERLERE KADAR DAYANIR
 
Dördüncüsü, ülke bor madenleri bakımından dünyanın en zengin ülkesidir ve bu maden dünyada yakın bir gelecekte, petrolden bile daha önemli bir hale gelecek.
Beşincisi ve belki de en önemli olanı Türkler medeniyetin beşiğidir. Türkler, Milattan Önce 4.000’lerde Orta Asya’da yaşayan büyük bir felaketten sonra yaşadıkları yerleri terk edip, Mezopotamya’ya ve Rusya üzerinden Avrupa’ya gelen Aryanlar, yani dünyadaki en medeni olarak kabul ettiğimiz Ari Irk’tandırlar ve Avrupa’daki Finliler, Macarlar gibi bazı uluslar Türk kökenlidir. Ayrıca Anadolu’da büyük uygarlıklar kuran Hititler ve Asurlular’ın da Türk kökenli olma ihtimali yüksektir.
Milattan Önce 3.500 yıllarında Mezopotamya’da yaşamış olan Sümerler ilk yazıyı bulan, toplumda adaleti sağlamak için ilk yasaları çıkaran ve mahkemeleri kuran, ilk para kullanan ve vergi toplaya, ilk okul açan ve tekerleği bulan ulustur: yani dünya medeniyetinin başlangıç noktasıdır ve soyları tarihçilerimizin araştırmalarına göre Türk kökenli insanlardır.Çünkü Sümerler o bölgenin yerli halkı değildirler; yani göçebedirler ve tarihçilerimizin araştırmalarına göre “kız” manasına gelen “kır” kelimesi, “öküz” manasına gelen “ökür” kelimesi gibi bugüne kadar çözülebilen 1000 civarında Sümerce kelime ve “Ayağını yere sıkı bas, Tatlı söz yılanı deliğinden çıkarır, Sel gibi silip süpürmek, Yağ gibi erimek” gibi yüzlerce atasözü bugün Türkçe’de kullanılmaktadır. Sümerlerin Ay Tanrısı’nın simgesi olan “Yarımay”, bugün Türk bayrağında kullanılmaktadır. Roma ve Yunan medeniyetleri Sümerlerden oldukça fazla faydalanmışlardır; mesela yapılarındaki süslemeleri ve Tanrıları Sümer tapınaklarından gelir.Fakat biz bunu örtbas etmek için, Milattan Önce 2.000 yıllarında, yani Sümerlerden 1.500 yıl sonra başlamış olmasına ve Yunan medeniyetini, dünyadaki ilk medeniyet olarak dünyaya tanıttık. Daha da ilginç olanı, Yunanlılardan önce Mısır Medeniyeti başlamıştır; ama onlar da ancak Sümerlerden 1000 sene sonra piramitlerini yapabilecek uygarlık düzeyine gelebilmişlerdir. Mayalar ve İknalar; Sümerlerden 2000 sene sonra ziguratlarını aynı biçimde yapmışlardır.
MEDENİYETİN BEŞİĞİ OLARAK TÜRKLERİ KABUL EDEMEZDİK,
BU MİRASA EL KOYMALIYDIK
Medeniyetin beşiği olarak Türkleri kabul edemezdik; tam aksine binbir entrika ile bu kültür miraslarına el koyarak biz onları bütün dünyaya barbar, hak hukuk tanımayan bir toplum olarak tanıttık ve bunda da oldukça başarılı olduk. Sümer Kralları Urukagina ve Urnammu, çok tanrılı bir toplum kurarak, insanlar arasında adaleti sağlamak ve haksızlıkları önlemek için yasalar çıkararak, çağımız toplumlarına öncü olurlarken, bugün tek tanrılı bir toplum olan Türkiye’de bizim çalışmalarımız sonucu, fuhuş, rüşvet, hırsızlık, haksız kazanç ve gelir dağılımı aşırı düzeylerdir.Aslında insanlar tarih kitaplarını açıp okusalar, bütün gerçeği görecekler ama insanoğlu için duyduğuna inanmak yeterlidir, okumak çok zor gelir.
Ben de o ana kadar en medeni ulus olarak İngilizleri görüyordum. Duydukları hiç hoşuma gitmeyince konuyu değiştirmek istedim.
 
OSMANLI’YI YIKMAK ZOR OLMADI
 
“Dünya ülkelerini nasıl ele geçirmeyi düşünüyorsunuz?” diye sordum. Rothschild kendimden emin bir tavırla konuşmayı sürdürdü.
Rothschild: Sana tarihten örnekler vererek gücümüzü göstermek istiyorum; Birinci Dünya Savaşı, Avrupa’da bize karşı olan imparatorlukları dağıtmak ve en önemlisi Osmanlı İmparatorluğu’nu parçalayarak Ortadoğu’daki petrol yataklarını ele geçirmek ve İsrail devletinin yolunu açmak için çıkarılmıştı. İsrail devletinin kurucusu sayılan Theodor Herlz, o zamanki Osmanlı Padişahı II. Abdülhamit’e giderek, bizim ailemizin desteğiyle Filistin topraklarını satın almak istedi. Fakat padişah bize karşı çıktı. Bizim için Osmanlı İmparatorluğu’nu yıkmak çok zor olmadı. Çünkü padişahlar genellikle Türk kadınları yerine, fethettikleri ülkelerden köle olarak getirdikleri başka din ve ırklara mensup kadınlarla evleniyorlardı. Tabii Hürem Sultan gibi bu kadınlar zamanla ülke yönetiminde söz sahibi oldular ve kendileri gibi yabancı kökenli adamlarıyla bizim istediğimiz gibi, ülkeyi yıkıma götüren bir şekilde yönetmeye başladılar.
Padişahlar ise devlet yönetiminin emin ellerde olduğu düşüncesiyle zevk ve sefaya dalmışlardı. Bu da Osmanlı’nın çöküş devrini başlattı. Mason örgütleri tarafından kışkırtılan insanların çıkardıkları isyanlarla topraklar kaybedilmeye başlandı. Hazine plansız harcamalarla tüketildi. Savaş sonunda hedefimize ulaşmamıza az kalmıştıki; Türkler adeta küllerinden yeniden kartal doĝuşu yaptılar ve planlarımızı bir süreliğine ertelememize neden oldu. Bu arada tabii ki sonuçta bizim finans ve silah sanayi şirketlerimiz servetlerini onlarca kez katladılar. I. Dünya Savaşı sonunda Monarşizm tez olarak, Demokrasi antitez olarak,     Komünizm’i yani sentezi oluşturdu.
HİTLER, BİZİM TARAFIMIZDAN GETİRİLDİ, ÇÜNKÜ BURADAKİ YAHUDİLER İSRAİL DEVLETİNİ KURMAYA YARDIMCI OLMADILAR
 
İkinci Dünya Savaşı’nın asıl sebebi şu an olduğu gibi dünyada başlayan ekonomik krizlerdi; diğer bir önemli neden ise Diaspora’nın yani kutsal topraklar dışında yaşayan Yahudilerin, yeni İsrail devletini kurmaya yardımcı olmamaları ve bu ülkeye dönmeyi kabul etmemeleriydi. Hitler’in bulunduğu mevkiye gelmesi ve Alman ulusunu büyülemesi, yine bizim tarafımızdan aldığı mali yardımlar sayesinde olmuştur. Harriman, Guaranty tröstü gibi Amerikan finans devleri, Alman çelik kralı Thyssen’ın mali yardımları ve Thule Örgütü’nün desteğiyle Hitler, dünya savaşı başlatacak güce erişiyordu. Bu iş için Hitler seçilmişti; çünkü Yahudilerden nefret ediyordu. Sebebi ise, babaannesi o zamanlar zengin bir Yahudinin yanında hizmetçi olarak çalışıyordu ve babaannesi bu Yahudi patronu tarafından hamile bırakılmış, durumdan haberdar olan evin hanımı tarafından evden kovulmuştu.
Babaanne kucağında bir bebek ile, yani Hitler’in babasıyla, başka bir iş bulamayınca koyu Katolik olan baba evine geri dönmüştü. Hitler zamanla bu gerçeği öğrenmiş, Yahudilere kin duymaya başlamıştı. İsrail topraklarına dönmemekte ısrar eden Yahudileri korkutmak amacıyla birkaç katliama izin verildi ve söylenenden çok daha az kişinin öldüğü bu katliamlar kullanılarak sözde milyonların yok edildiği Yahudi katliamı senaryoları üretildi. Şimdi aynı katliam senaryosu Ermeni Soykırımı adı altında Türklere uygulanmaktadır. Bu saçma soykırım masalı Türklere yüklenecek ve böylece Türkiye yüz milyarlarca dolar tazminat ödemek zorunda kalacak. Bu da Türk ekonomisi için büyük bir darbe olacaktır.
ATOM BOMBASI, YAHUDİLERİN YAŞADIĞI ALMANYA’YA ATILAMAZDI,
 BU NEDENLE JAPONYA KIŞKIRTILDI
 
Almanlar’dan nefret eden o zaman ki Siyonist başkanımız Einstein’ın Amerikan Başkanı Roosevelt’e bir öneri mektubu göndermesiyle atom bombası çalışmaları Manhattan Projesi altında başlatılmış ve kısa sürede sonuç alınmıştı. Ama bir sorun vardı, bu bomba çok güçlüydü ve deneme yapılabilmesi için Amerika’nın halkın desteğiyle savaşa girmesi gerekiyordu. Ayrıca Alman şehirlerinde çok sayıda Yahudi yaşıyordu; bu ülkeye atom bombası atılamazdı. Japonlar kışkırtıldı ve daha önceden haber alınmasına rağmen, halkın duygularıyla oynanarak desteğinin kazanabilmesi için yüzlerce Amerikan askerinin ölmesiyle sonuçlanan Pearl Harbor baskınına göz yumulmuş ve bu sorun da aşılmış oluyordu.
İSRAİL DEVLETİ, ROTSCHILD AİLESİ’NİN
 CÖMERT MALİ DESTEĞİ İLE KURULDU
 
Ve böylece Büyük İsrail İmparatorluğu’nun temelini oluşturan İsrail Devleti 1948 yılında Rotschild Ailesi’nin cömert mali desteğiyle kuruldu. Ordo Ab Chaos yine işe yaramıştı. Bu arada savaşta iflas eden ülkelerin ekonomilerinin düzeltilmeleri için Harriman, Rockefeller, Vanderblit ve Rothschild finans kurumlarından aldıkları borç paralar devreye giriyordu.
 
SOVYETLER BİRLİĞİ’NE YETERİ KADAR ÜLKE TAHSİS EDİLMİŞ,
MALİ DESTEK VERİLMİŞTİ
 
Sovyetler Birliği, Hegel Diyalektiği gereği bir karşıt güç yaratılması gerektiği için, Amerikan International Barnsdall Corporation şirketinin verdiği ekipman ve yine Amerikan W.A Harriman Company ve Guaranty Tröstü tarafından verilen mali desteklerle petrol kuyuları ve maden yatakları açarak, ekonomisini geliştirdi. Bu arada dünya ülkeleri komünizm ve kapitalizm arasında seçimlerini yapmaya başlamışlar; Sovyetler Birliği’ne kapitalizmi savunan bizlere karşı eşit bir güç oluşturması ve bu oyunun sürdürülebilmesi için yeteri kadar ülke tahsis edilmişti.
 
ÇİN, HENÜZ KONTROL EDEMEDİĞİMİZ BİR ÜLKE
AMA ABD EKONOMİSİNE KATKISI BÜYÜK
 
Çin ise Amerikan Bechtel Corporation’ın verdiği teknoloji ve beyin gücüyle süper bir güç haline geldi. Bu ülke henüz kontrol edemediğimiz, dünyadaki tek ülke. Fakat Amerikan ekonomisine büyük katkıda bulunuyorlar; çünkü iş gücü çok ucuz, ayda 30 dolara çalışacak işçi bulmak bizim ülkelerimizde patronların en tatlı rüyası olurdu.
VİETNAM, KORE, KAMBOÇYA, TAYLAND, ENDONEZYA, AFGANİSTAN,     İRAN-IRAK, YUGOSLAVYA SAVAŞ ENDÜSTRİSİ’NİN DENEME VE GELİŞMESİNE YARADI
 
Size dünyadan kısa örnekler vererek konuşmamıza devam edeceğim; Vietnam savaşında, Amerika Birleşik Devletleri ve Sovyetler Birliği silah endüstrileri, yeni imal ettiği silahları deneme fırsatı bulmuştu ve silah sanayisini canlandırmak için devlet, eskileri kullanarak elden çıkarmıştı. ‘Agent Orange’ adlı kimyasal silah ile bu zehirin bitkiler üzerinde ölümcül etkileri görülmüş oldu. Bir ülke ekonomisi batağa sürüklendi.
Kore savaşı ile bu ülke iyiye bölündü ve kalkınma hayalleri suya düştü. Böylece ülke ekonomisi tahrip edildi. Ayrıca bu ülkede mikrop bombaları ve dioksin gibi çeşitli zehirler ile biyolojik savaş denemeleri yapıldı.Kamboçya’da Amerika ile ticaret yapmayı reddeden lider Sihanuk 1970 yılında bir darbe ile devrildi ve yerlerine ülkeyi kaosa sürükleyen Pol Pot ve Kızıl Kmerler geçirildi.
Tayland’da yine ülke yönetimi devrilerek yerine diktatörlük rejimi kuruldu. Ülke ekonomisi yıllarca bize çalıştı.
Endonezya devlet başkanı Suharto 1957-58 yıllarında Amerika Birleşik Devletleri’nin verdiği silahlarla Doğu Timor’u işgal etti ve yıllarca sürecek bir kaos yarattı, binlerce insan öldü.
 
Afganistan savaşı Ruslara silah sanayisini geliştirmek için büyük fırsatlar sunmuştur. Biz de yeni üretilen silahların etkilerini deneyebilmek için büyük bir fırsat yakalamıştık. Ayrıca ülke çok zengin yer altı kaynaklarına sahiptir. Afganistan yönetimi şu anda tamamen bizim kontrolümüz altındadır.
İran-Irak savaşı Saddam’a büyük vaatler yapılarak başlatıldı. İlk iş olarak birbirlerinin petrol kuyularını ve tesislerini bombaladılar. Tabii sonunda petrol zengini bu iki bizlerden daha fazla silah satın alıp savaşı kazanabilmek için ülke ekonomilerini iflas ettirecek düzeye getirdiler. Sonuçta bütün şehirleri ve petrol tesisleri yine bizler tarafından yeniden kurulacaktı.
Bu de yine bizlerden daha fazla borç almakla mümkün oluyordu.
Saddam dolduruşa getirilerek başlatılan 1990 yılındaki Körfez savaşı, ile ırak ekonomisi bir kez daha çökertildi; Kuveyt’i tekrar inşa etmek için milyarlarca dolarlık iş bağlantıları yapıldı; Amerikan askerleri bölgeye ilelebet yerleşti.
Bu savaşta test amacıyla tüketilmiş uranyum bombaları kullanıldı. Bu bombalar, etkisi yıllarca sürecek radyoaktif maddeler yayarak bölgedeki yüz binlerce insanın, tabii bu arada bizim askerlerimizin de ölmesine yol açtı, hala da insanları öldürmeye devam ediyorlar.1990 Yugoslav savaşında salkım bombaları kullanıldı. Bu teknoloji harikası bombalar yere yaklaştıklarında yüzlerce küçük bombalara ayrışıyorlar ve yere düştüklerinde hala patlamamış olanlar her zaman aktif birer bomba olarak kurbanlarını bekliyorlar.Rotthschild konuşmasına “Bu ülkelerin şimdi tamamen bizim kontrolümüz altında olduğunu sanırım söylememe gerek yok” diyerek ara verdi. Onun kaldığı yerden Rockefeller devam etti.
ZAİRE, ÇAD, YEMEN, GUATEMALA, ŞİLİ, BREZİLYA, DOMİNİK, SOMALİ, PANAMA, EL SALVADOR, BOLİVYA, EKVATOR, PERU, URUGUAY, ANGOLA’DAKİ SAVAŞLAR VE DARBELER BİZİM PLANLARIMIZDI
 
Zaire devletinin başına CIA destekli bir darbe ile 1965 yılında geçen Mobutu, George Bush’un deyimiyle Afrika’daki en iyi adamımız oldu.
Çad Hükümeti 1982 yılında bir darbe ile devrildi ve yerine diktatör Hissen Harbe geçirildi. Bu geçiş sırasında on binlerce insan öldü.
Yemen 1990 yılına kadar iki ayrı devlet halinde uzun yıllar birbirleriyle savaştılar. Bizim şirketlerimiz zenginleşmeye devam ettiler.
Guatemala’da hükümet, komünist rejim tehlikesi bahane edilerek CIA yardımıyla 1953 yılında devrildi ve bugüne kadar bizim tayin ettiğimiz askeri hükümetlerle ülke sonsuz bir kargaşa içinde yönetilmektedir.
Şili’de General Pinochet, 1973 yılında iktidarı ele geçirerek, yıllarca bizim isteklerimiz doğrultusunda ülkeyi yönetti. Amerika Birleşik Devletleri’ne aktardığı milyarlarca dolarla ülke ekonomisi bataklığa sürüklendi. Ülke insanları sefalet içinde yüzerken, bizler daha zengin olduk.
 
Brezilya da komünizmden kurtarılan bir diğer ülkeydi. Ülke yönetimi 1964 yılında bir darbe ile devrildi, ülke Amerika Birleşik Devletleri’nin Güney Amerika’daki en güvenilir müttefiklerinden biri oldu.
Dominik Cumhuriyeti, aynı şekilde 1963 yılında bir darbe ile bizim istediğimiz yöneticilere kavuştu. Ülkenin serveti bizlere aktı.
1990’lı yıllarda Kolombiya’da uyuşturucu ile mücadele etmek maskesi altında ülke yönetimi ele geçirildi. CIA bu ülkeden gelen uyuşturucu parasıyla dünyanın çeşitli ülkelerindeki operasyonlarını finanse ediyor.
Fiji, Grenada, Panama, Somali, El Salvador işgal edildi. Sarin, hardal gazı gibi sinir gazları halk üzerinde denendi. Yüz binlerce insan öldü ve hala ölmeye devam ediyor. Bolivya, Gana, Ekvator, Haiti, Filipinler, Peru, Uruguay, Angola, Seyşel adaları gibi üçüncü dünya ülkelerinde yapılan darbeler ve karışıklıklar hep bizim planlarımızın bir parçasıydı.
 
BÜTÜN ÜLKE YÖNETİMLERİNİ KONTROL ALTINDA TUTUYORUZ, AKSİ HALDE TERÖR OLAYLARINI DEVREYE SOKUYORUZ
 
Avrupa ülkelerinde kurulan İtalya Gladio’su benzeri istihbarat örgütleri sayesinde, bütün ülke yönetimlerini kontrol altında tutmaktayız.
İstanbul’daki sinagoglara yapılan saldırılar ve Madrid’deki tren bombalama olayları, bu ülkelere bizim isteklerimizi görmezden geldiklerini hatırlatmak için yaptırıldı.
New York İkiz Kuleler, Pentagon saldırıları, Kenya ve Suudi Arabistan’daki bombalama olayları ise tamamen bizim planlarımız doğrultusunda icra edildiler.  Ben “dünyada el atmadıkları başka ülke kaldı mı acaba” diye düşünüyordum. Rockefeller böyle beni şaşkınlığa uğratmanın zevkiyle içkisini bir yudumda bitirerek sözlerini tamamladı;
 
DÜNYADA HİÇBİR YERDE MAFYA VE KAÇAKÇILIK OLAYLARI                 BİZİM İZNİMİZ OLMADAN YAPILAMAZ
 
“Bu arada, bütün organizasyonların çok yüksek olan maliyetleri konusu var. Onların kaynağı ise vergiden muaf olan vakıflarımızın topladığı bağışlardan ve mafya ile olan bağlantılarımız sayesinde finanse diliyor. Dünyanın hiçbir ülkesine mafya veya kaçakçılık faaliyetleri, o devletin haberi ve izni olmadan yapılamaz. Yapılması için, üst kademelerde işbirlikçilerin olması gerekir. Bu işbirlikçiler gözünü para hırsı bürümüş insanlar seçilir ve bir kere bu işlere bulaşıldı mı, bir daha çıkış yoktur.
Dünyanın her yerinde tamamen bizim kontrolümüz altında çalışan mafya, özellikle uyuşturucu ve silah kaçakçılığı ile ilgilenir, çünkü en tatlı para bu alanlardadır.
Bu paradan biz en büyük payı alırız ve bu parayla birlikte masum görünüşlü vakıflarımızın desteğiyle bütün bu faaliyetlerimiz finanse edilir ve buna işbirlikçilere dağıtılan para ve rüşvetler dahildir.
Bu istediğimizi kabul etmiş görünüyorlar, fakat işi uzatıyorlardı.Fakat Amerika ve Avrupa’da gelişmiş ülkelerin piyasaları doyuma ulaşmışlar ve biz yeteri kadar mal satamaz olmuştuk.
 
NEDEN KUZEY AMERİKA VE BATI AVRUPA VARLIKLI BİR YAŞAM SÜRER DÜNYADAKİ 5 MİLYAR İNSAN, BİZİM 1 MİLYAR İNSANIMIZ İÇİN ÇALIŞIR
 
Bu örnekler inanın bana sadece buzdağının dışarıdan görünen başı. Gördüğünüz gibi dünyanın her noktası kontrolümüz altında. Hegel Diyalektiği’nin amacımız doğrultusunda ne kadar çok işe yaradığını görüyorsunuz. Hiç düşündünüz mü, Kuzey Amerika ve Batı Avrupa ülkeleri vatandaşlarına rahat ve varlıklı yaşam olanakları sunarken, dünyanın diğer ülkelerinde neden sefalet ve bitmeyen bir kargaşa var? Çünkü bizim ırkımız seçilmiş ırktır, diğerleri sadece köledirler. Eğer yaşamak istiyorlarsa ömür boyu bize bu şekilde hizmet etmek zorundadırlar. Dünyadaki 5 milyar insanı bizim toplumlarımızdaki 1 milyar insan için çalışıyorlar. Bütün zenginlikleri bizim şirketlerimize ve dolayısıyla bizim ülkelerimize atkılıyor. Biz gelişmiş ülkeler, her geçen gün daha da zenginleşirken, üçüncü dünya ülkeleri, ekonomileri çökertilmiş, halkı uydurma savaşlar ve olaylarla sefalete sürüklenmiş çaresiz bir halde; refah içinde yaşayan işbirlikçi yöneticileri ve zengin tabakları bizim emirlerimizi bekliyorlar.
Bizimle işbirliği yapanlar, çok yakında yeni dünya hükümetinde kendi bölgelerini bizim idaremiz altında yönetecekler. Üçüncü sınıf ülkelerin halkları eğitim düzeylerine göre işçi olarak çalışacaklar, bizim gibi gelişmiş halklar da bunların üstünde bir hiyerarşi içinde yönetici olarak görev yapacaklar. Bu sınıfa giren ülke insanları için cumartesi günleri dışında bütün bayram ve tatil günleri kaldırılacak ve ancak karınlarını doyurabilecekleri bir maaş karşılığında, bütün yıl boyunca haftanın altı günü çalışacaklar. Bizim insanlarımız günün çok az bir kısmını çalışmaya ayıracak ve günün geri kalan kısmını zevk ve eğlenceyle geçirecekler.
İlk önce bütün bu anlatılanları çok büyük hayaller olarak görmüştüm; ama diğer ülkelerin durumu aklıma gelince gerçekleşme olasılıklarının olduğunu hesapladım. Gerçekten de çok az televizyon seyretmeme rağmen savaş ve ayaklanma haberleri gözüme çarpıyor, açlıktan ve sefaletten sürünen insanları seyrettiğimi hatırlıyorum. Ama ben medya adamıydım ve bütün bunların sebeplerini araştıracak zamanım yoktu…CtbeyZ.
 
 
 
 

 
 

Zevk için minareleri yıkıyorlar.