Salı, Nisan 29, 2008

Bir haftalığına gülistan olmak. Ne güzel! Peygamber balına konmuş sinek miyiz, yoksa o petekte bulunan arı mı?

Bir haftalığına gülistan olmak. Ne güzel! Derin’lerden pis kokuların yükseldiği ülkemin her tarafını, bir haftalığına da olsa gül kokusu saracak.Bir haftalığına gülistan olmak.Ne güzel!Derin’lerden pis kokuların yükseldiği ülkemin her tarafını, bir haftalığına da olsa gül kokusu saracak. Güler gülünün muhabbeti, bülbülleri coşturdu. Kargalar ve yarasalar, herhalde bundan rahatsız oluyorlardır.Özellikle son yıllarda Kutlu Doğum Haftası’nın daha bir coşkulu geçmesini neye borçluyuz?Ben mahut ve meşum “28 Şubat” budamasına diyorum. Budanan güller daha gür ve gümrah açıyor. Baksanıza, milletin dinine imanına tahammül edemeyenlerin hırçınlığına inat, sıradan insanlar daha fazla dindarlaşıyor. Allah’a savaş açan ebeveynlerin çocukları, Allah’a koşuyor. Buna ister “ilâhî intikam”, ister “rahmet-i Rahmân” deyin, bu böyle.Malumlar bu dindarlaşmayı “tehlike” olarak algılıyorlar. Bir bakıma doğru.Ama kim için tehlike?Milletin dindarlaşmasının, kimler için tehlike oluşturduğunu tahmin edebilirsiniz.Allah’ın kullarını kendi ideolojilerine ve sahte ilahlarına kul etmek isteyen özgürlük düşmanları için. Bu ülkeyi babasının çiftliği gibi kullanan ‘modern’ üfürükçüler, ‘ilerici’ hırsızlar, ‘çağdaş’ eşkıyalar için. Kumarbazlar, madrabazlar, hokkabazlar, düzenbazlar için. Alkol, kadın, uyuşturucu ve bilumum günah tacirleri için.Mazbut bir aileye sahip olamadığı, böyle bir aile ortamından mahrum kaldığından, aileye ve aileyi ayakta tutan tüm değerlere düşman olan ahlaksızlar için. Nefsine kul şehvetine esir olduğundan dolayı, milletin körpe kızlarını potansiyel partner olarak görmek isteyen şehvetperestler için. Sigarasını yakmak için bütün bir ülkeyi kundaklamaktan çekinmeyecek kadar bencil ve çıkarcı sapıklar için.Bu dindarlaşma sürecek.Bir, bu dindarlaşmayı tehlike olarak görenlerin bu ülkeyi yüz yılın en kötü yönetilen ülkesi yaptıklarını millet ayan açık gördüğü için sürecek. İki, onların bu ülkeye verecek hiçbir şeyleri olmadığı için sürecek. Üç, bu zümrelerin, bu milletin cebinden safa sürüp keyif çattığı halde, her seferinde karnını doyurduğu çanağı kirlettiğini, hatta tekmeleyip kırdığını gördüğü için sürecek. Dört, mahut azgın azınlığın hiçbir sahici değerden nasibi olmadığı tecrübeyle sabit olduğu için sürecek. Beş, bu ülkenin başına örülen çoraplardan dindarların sorumlu olmadığı, sorumluların hep özüne yabancılaşmış, dinden imandan kopmuş zümreler arasından çıktığı için sürecek.Hepsinden öte, bu dindarlaşma, Kur’an gibi bir rehber, Hz. Peygamber gibi üretilebilir bir model olduğu için sürecek.Medeniyetimizin sıra dışı kafalarından, tarihin tanıdığı gerçek bir ‘entelektüel garip’ olan Ebu Hayan et-Tevhîdî (ömürlük hasılatı olan eserlerini toplayıp ateşe vermişti), “İnsan insanın en büyük sorunudur” der. Bununla zımnen şunu da demiş olur: insan Allah için bir sorun teşkil etmez, edemez. Ediyorsa –ki ediyor- insan yine kendisi için sorundur.Değil mi ama? Bu memleket de dahil, mevcut dünyanın sorunlarını başlıklar halinde alt alta sıralayın bakalım. İnsânî, imânî, felsefî, ilmî, iktisâdî, siyâsî, askerî ve ekolojik sorunlarının tümünün temelinde yatan etmen ne? Tabii ki, “haddini-değerini bilmeyen” insan.Peygamberlik kurumu, Allah’ın yeryüzüne açtığı en büyük kredi olan insan, haddini-değerini bilsin, sorunun değil çözümün parçası olsun diye, Allah tarafından ihdas edilmiş ulvi bir kurumdur.Peygamberler, insanlığın “prototipleri”, hakîkî modelleridir. İnsanı yaratan ve yarattığını en iyi bilen Allah tarafından, “insan” olmak isteyen herkese (“insan doğulmaz, olunur”) sunulmuştur. Allah’ın sunduğu bu sahici modelleri göz ardı eden bir dünyanın, cilalı dünyanın sunduğu “fotomodellere” itibar etmekten başka çıkar yolu gözükmemektedir. Kılavuzu karga olanın varacağı yeri söylemeye gerek yok.Alemlere rahmet Hz. Muhammed de “model” misyonuyla (usvetun hasenetun) gönderilmiştir. Bu misyonu ona Allah yüklemiştir. Onun alemlere rahmet olması, gayr-ı irâdî ve ‘vehbî’ bir oluş değil, irâdî ve kesbî bir oluştur. Fânî bedeniyle değil, bâkî misyonuyla alakalıdır. Bu misyona sahip çıkıp onu hayatlarına taşıyanlar, bunu yapabildikleri oranda Allah Rasulünün rahmet olduğu “âlemlere” dahil olurlar. Yoksa, onun âlemlere rahmet oluşu berikiler için bir ‘banko bilet’ değildir. Aksine, peygamberin misyonuna ihanet etmenin dünya ve ahiretteki bedelini öderler.Unutmamalı ki, bir peygamber gerçek anlamda Ruhunu Allah’a teslim ettiği için değil, misyonunu sürdürenler bulunmadığı için ölür.Şimdi, her mümin, Kur’an’ın “hayata dönüşmüş biçimi” olan Allah Rasulüyle ilgili tasavvurunu yoklasın. Biz Peygamber’in üreticisi miyiz, tüketicisi mi? Daha dobra soralım: Peygamber balına konmuş sinek miyiz, yoksa o petekte bulunan arı mı? Mustafa İSLAMOĞLU

Pazar, Nisan 27, 2008

Müstehcen resimler ve görüntüler

Not : Aşağıdaki Soru ve Cevabı,
Buraya koymamızın sebebi :
Bu sıkıntıyla karşılaşanlara
Ìbret olsun diye …!

Soru: Hocam, internetteki müstehcen site ve resimlerden kaç kez uzak durmaya çalıştım. Her seferinde söz verdim. O tür kadınları dışarda görsem tiksiniyorum, dönüp bakmıyorum bile elhamdülillah. Fakat yine de kendime mani olamıyorum. Bu konuda bana nasihat eder misiniz?
12/06/2007

CEVAP:
Aziz ilim talibi,
Müstehcen resimler ve görüntüler,
1. İnsanın içindeki iyilik hücrelerini öldürür.
2. Şehvetini azdırır.
3. Meleklerimizin moralini bozar ve bize dua etmelerine engel olur.
4.İnsanın kendisine karşı saygısını azaltır.
5. İradesine karşı güvenini sarsar.
6. Hafızayı zayıflatır.
7. Kalbi meşgul eder ve kararmasına yol açar.
8. Şehvet, insana verilmiş emanettir. Emanete sadakat gerektir. Şehvet emanetini meşru yollardan tatmin etmek gerekir. Bunun en güzel yolu da evliliktir. Gençlere bir an önce evlenmelerini, zamanı gelmiş evliliği dünyevi gerekçelerle ertelememelerini tavsiye ederim. Size de... Bu tür kerih görüntüler, ileride gerçekleşecek evliliğin gizemini de azaltır.
Bütün bu zararları göz önünde tutunca alk-ı selim bu tür kerih görüntülerden ve müstehcenlikten uzak durmayı emreder. Siz de irade sınavında bu savaşı kazanmak için gayret edin. Bunun bir iç cihad olduğunu unutmayın.
Rabbim, nefsi emmarenin kötülüklerinden hepimizi korusun.

(Musrafa Ìslamoğlu)

Cumartesi, Nisan 26, 2008

Gaflet


Sayı 38 Gaflet

Sözlüklerde gaflet kelimesi, bir şeyi terk etmek, ihmal etmek, uyanık bulunmamak, nefsin arzularına uyarak zamanı boşa geçirmek, önemsiz şeylerle uğraşmak, olandan bitenden habersiz olmak, dalgınlık, dikkatsizlik, boş bulunma, aymazlık, tedbirsizlik gibi anlamlarda kullanılır.
Terim olarak gaflet, ana hatlarıyla, kişinin hevâ-i nefsine uyarak enfüste ve afakta var olan Allah’ın âyetleri üzerinde düşünmemesi, anlamaya çalışmaması; neticede dünyaya geliş gayesini ihmal edip ömür sermayesini boşa harcaması anlamına gelmektedir.
Bilindiği gibi insan birbirine zıt unsurlar taşıyan yapısıyla diğer varlıklardan ayrılır.
Onu diğerlerinden ayıran üç temel özellik şu şekilde sıralanabilir: 1. İnsan Allah’ın yeryüzündeki halifesidir.

Yüce Allah, halife olarak yaratıp yeryüzünde iskân ettirdiği insanoğluna, yeri ve gökleri musahhar etmiş; eşya ve hadiselere müdahale yetkisi, yani sınırlarını Yüce Rabb'imiz'in belirlediği bir tasarruf yetkisi vermiştir. Bu tasarruf, İslâm kültüründe ‘tekvinî ahkâm’ şeklinde adlandırılan tabiat kanunlarına uymakla gerçekleşir. Aslında bu durum sünnetullahın da bir yönünü oluşturur ki, Allah’ın bu sünnetinde herhangi bir değişiklik
söz konusu değildir. İlk insandan bu yana oluşturulan kültür, medeniyet, teknik ve sanat
bu tasarrufun meyvesidir.

2. Diğer temel özellik düşünme kabiliyetidir.

İnsan, kendisini yaratan Rabb'ini ve sıfatlarını düşündüğü gibi, maddî-manevî yönlerden kendisini, akraba-dost ve ailesini, yarınını, niye yaratıldığını, dünya hayatı neticesinde nasıl bir sonla karşılaşacağını, ahiretteki durumunu, etrafında olup biten olayları, iyiyi-kötüyü, sonsuzluğu, astronomik ve astrolojik olayları vs. düşünür.
Bu özelliği ile insan, bütün varlıkla ilişkilidir.

3. İnsanı insan yapan diğer bir özellik de sosyal bir varlık olması gerçeğidir.

Allah tarafından yalnız başına hayatını sürdüremeyecek özellikte yaratılmış böylece hayatın birçok gereklerini ve olgunlaşma ameliyesini ancak diğer hemcinsleriyle ilişkileri sonucu gerçekleştirebilecek bir özelliğe sahip kılınmıştır. Bu sayede bilgi birikimi, aktarımı ve paylaşımını gerçekleştirdiği gibi medeniyetler de oluşturmaktadır; güç durumda kalanlara
el uzattığı gibi, sevinçlerini de paylaşmaktadır; sevdiği gibi nefret de etmektedir …

İnsanın bu temel özelliklerinin yanında, anlaşılması güç bir iç âleme sahip olduğu da diğer bir gerçektir. Vicdan ve nefis gibi iç mekanizmalara sahip olan insan, birbirleriyle çatışan ve zıtlıklar oluşturan çok sayıda duyguya sahiptir.


Kalb, ruh, sır, hafî, ahfâ, âlem-i emre ait Rabbanî latifeler, irade, idrak, şuur, his ve duygular vicdan mekanizmasını meydana getirirken; her türlü şehevî arzu, istek ve kaprisler, kin, nefret, öfke, inat gibi belli hikmet ve gayeler için insana verilen duygular da nefis mekanizmasını meydana getirirler... Bu iki mekanizma âdeta hep birbirinin aleyhine işler. Diğer taraftan insan sever, nefret de eder; üzülür, sevinir de; affeder, öç almaya da kalkışır; çok eski bir olayı hatırlar, kendini bile unutur; hiçbir ayrıntıyı kaçırmaz, ciddi tedbirsizlikler de yapar; dosdoğru yaşar, farklı kimliklere de bürünür…
Bu listeyi uzatmak mümkündür.

Dikkat edilirse saydıklarımızın bir kısmı insanın aleyhine olan, onu lekeleyen, zor durumda bırakan, ahlâkî zafiyetine sebep olan, hem Allah hem vicdan hem de toplum nazarında suçlu olma neticesi doğuran duygu, hâl ve pratiklerdir. İşte bu olumsuz hallerden birisi de konumuz olan gaflettir. Evet, insan maalesef zaman zaman gaflete düşer veya gafil avlanır. Yani yapması gereken bazı şeyleri terk eder, nefsin arzularına uyar, tedbirsizlikler yapar, zamanını boşa harcar, kendini ilgilendirmeyen veya önemsiz işlerle uğraşır, önemli olaylar karşısında duyarsız kalır, aynı delikten müteaddit defalar ısırılır, kandırılır
İnsan hayatında gafletin yoğunluk kazandığı hususları üç ana gruba ayırmak mümkündür.

A -)Yaradılış Gayesi Konusunda Gaflet

Kur’ân-ı Kerim’in beyanıyla, insan bu dünyaya başıboş bırakılmak, hiçbir kurala tâbi olmaksızın yaşamak, sonra da toprağa karışıp yok olmak üzere gönderilmemiştir.
O, kendisini yaratan, çeşitli nimetlerle donatan Rabb'ini tanımak ve O'na ibadet etmek, dünyada yaptıklarıyla cennete layık bir varlık hâline gelmek ve neticede Allah'ın rızasına nail olmak için yaratılmıştır.

İşte önce bu gayeyi, sonra da Allah’ı unutmak ve yapması gerekenler karşısında duyarsız kalmak en büyük gaflettir. Kur’ân’da bu gaflet inkâr edenlerin bir vasfı olarak dile getirilmekte ancak mü’minlerin de ders alıp tetikte olmasına bir engel bulunmamaktadır. Zira Kur’ân’dan hakkıyla istifade edebilmemiz için her âyetini bize hitaben nazil olmuş gibi okumamız ve ona göre davranmamız gerekmektedir..

Yüce Allah şöyle buyuruyor: “Biz Cehennem için cinlerden ve insanlardan öyle kimseler yarattık ki onların kalbleri vardır ama bu kalblerle idrâk etmezler, gözleri vardır onlarla görmezler, kulakları vardır onlarla işitmezler. Hâsılı onlar hayvanlar gibi, hatta onlardan da şaşkındırlar.


İşte asıl gafil olanlar onlardır.” (A’raf Sûresi, 7/179) “Sen o hasret ve pişmanlık gününü, o haklarında ilahî hükmün yerini bulacağı günü anlatarak uyar onları! Ama onlar gaflet içindeler, hala iman etmiyorlar onlar.” (Meryem Sûresi, 19/39)
“İnsanların hesap verme vakti yaklaştı. Ama onlar hala gaflet içinde haktan yüz çevirmektedirler.” (Enbiyâ Sûresi, 21/1)

İnsan bir yönüyle madde, bir yönüyle de mana âlemiyle ilgilidir; ikisine ait unsurlar taşımaktadır. Ve dünya hayatı, bu iki zıt unsurun mücadele ve mücahede meydanı hükmündedir.

Ciddi gayretler gösterilmez ve uyanık davranılmazsa maddenin manaya galip gelmesi kaçınılmazdır. Çünkü dünya hayatıyla, ruhun denenip imtihanlardan geçirilerek yüceltilmesi hedeftir. Dünya, imtihana konu olma görev ve özelliği gereği, tatlı, süslü ve çekici kılınmıştır. Ancak âyet ve hadislerde, bu özelliğe dikkat çekilerek, insanların gaflete düşmemeleri için uyarıldığı görülmektedir. Sadece bir âyet zikretmek istiyoruz:“Bilin ki, dünya hayatı oyun, eğlence, süs, aranızda övünme, mal ve evlat çoğaltma yarışından ibarettir. Bu tıpkı bir yağmura benzer ki, bitirdiği bitkiler çiftçilerin hoşuna gider, sonra kuruyuverir, bakarsın sararıp solmuş, un ufak olmuş, dağılıp gitmiştir... Dünya hayatı aldatıcı bir zevkten başka bir şey değildir.” (Hadîd Sûresi, 57/24) Öyle anlaşılıyor ki dünya ve içindekilere gereğinden fazla değer vermek ve bağlanmak gafletin temel sebepleri arasında yer almaktadır. Zira mal ve evlât başlı başına birer imtihan vesilesi olduğu gibi, helâl-haram demeden malı çoğaltma yarışı ve bu iş için girişilen ticaret ve alım satım, dünyadan hiç ayrılmayacakmış gibi ona bağlılık ve tûl-i emel, karşı cinse, makama ve çeşitli lezzetlere düşkünlük, ‘gününü gün etme’ mantığı…

Evet, bütün bunlar kişinin yaradılış gayesinden gaflete düşmesine sebep olmaktadır. Elbette bunlar aynı zamanda birer nimettir ve insanların tasarrufuna sunulmuşlardır ancak istenen husus gaflete düşmeyecek şekilde denge kurmaktır.

Bu denge en güzel şekliyle, meşru daireyi aşmamak, başta zekât olmak üzere malın, ilmin ve sağlığın hakkını vermek ve harcamaları ihtiyaçla sınırlandırmak suretiyle kurulabilir. Yani helal dairesi keyfe kâfidir, kazandıklarımızın içinde ihtiyaç sahiplerinin hakları vardır ve ihtiyaçtan fazla harcama neticede israfa götürebilir.

Bu arada şunu da ifade etmek, yapılan değerlendirmeye aykırı görülmemelidir: İnanan insanların ülke ve dünya çapında sayılı zenginler arasına girmelerinde, belirtilen ölçülere uyulduğu takdirde, herhangi bir engel olmadığı gibi esasında buna teşvik de

Ölümün ve sonrasında karşılaşılacak hâllerin düşünülmemesi de gaflet sebepleri arasındadır. Her insan ölecek ve dünyada yaptıklarından hesap verecektir. Bu gerçeği hatırlatmak insanları ölümle tehdit etmek değildir; ancak gaflet perdesini yırtan en etkili şeyin de ölümü hatırlamak olduğu unutulmamalıdır. Onun için Efendimiz “Lezzetleri yakıp yıkan ölümü çokça zikredin.”(Tirmizi, Zühd 2.)buyurmuştur. Bu hadisi, ‘Dünyadan hiç lezzet almayın, her türlü zevkten kaçının.’ şeklinde anlamak yerine, ‘Bu yüzden gaflet perdesine bürünmeyin veya gaflet perdesini en etkili şekilde yırtan şey ölümü hatırlamaktır.’ şeklinde anlamak daha isabetlidir. Kısacası sadece dünya hayatına razı olunmamalıdır.
Bu konu âyette şöyle dile getirilmektedir: “Bildikleri, sadece dünya hayatının dış görünüşüdür; ama ahiretten habersiz, gafildirler.” (Âl-i İmrân Sûresi, 3/7) Gaflete dalıp ahiret gününü ve Allah’ın huzuruna çıkmayı unutan kişilere o gün şöyle denilir: “Siz dünyada bugüne kavuşmayı nasıl unuttuysanız, Biz de sizi öylece unutacağız. Yeriniz ateştir ve sizin için yardımcılardan hiç kimse de yoktur.” (Casiye Sûresi, 45/34)

“Allah’ı unutanlar gibi olmayın ki, Allah da onlara kendi nefislerini unutturmuştur.” (Haşir Sûresi, 59/19) âyeti de insanın tipik özelliklerinden birini beyan etmektedir. O, kendi adına hesap ve kitabı düşünmediği gibi bela ve musibetleri de hep başkası için düşünür. Mesela etrafında sürekli ölümlere şahit olduğu hâlde birgün ölebileceğini düşünmez. Nefs-i emmâresi külfet ve hizmet söz konusu olduğunda kendisini unutturur, fakat ücret alma ve zevklerden yararlanma söz konusu olunca hemen ileri atılır. İşte gaflet budur…

Haris El-Muhasibî de “İlk musibet; kalbi ahireti zikredip düşünmekten alıkoymaktır.” der ve sözlerini şöyle sürdürür: “Bundan sehiv, sonra nisyan, sonra gaflet, arkasından Allah’ın emirlerini yerine getirmeme, daha sonra da günah işlemekten ileri gelen kalb pası ve katılığı gelir. Bu son ikisiyle ahiret düşüncesi tamamen perdelenir.” El-Muhasibî, Er-Ri’aye li Hukukillah, (Kalb Hayatı), 35.

B-) Çevrede Olup Biten Hâdiselere Karşı Gaflet
Sosyal bir varlık olduğumuz için çevremizde olup biten olaylara duyarsız kalmak da bir gaflettir. Akrabalarımızla ilişkilerimizden, dostlarımızın dert ve sevinçlerini paylaşmaya; yardıma muhtaç insanlara el uzatmaktan, savaş, tabiî afet vb. sebeplerle sıkıntıya düşenlere yardım etmeye; ülke kalkınmasına katkıda bulunmaktan, insanlığa, başta İslâm olmak üzere, her türlü güzelliği ulaştırmaya varıncaya kadar değişik meselelere duyarlı olmak kulluk vazifemiz ve gafletten kurtulmanın bir gereğidir. Zira Efendimiz'in ifadesiyle, “Müslümanların dertleriyle dertlenmeyen onlardan olmadığı” gibi, şu duyarlılıklar da Müslüman’ın Müslüman üzerindeki haklarındandır: “Ona rastladığında kendisine selâm vermek, yemeğe davet ederse icabet etmek, öğüt isterse öğüt vermek, aksırır da Allah’a hamd ederse “yerhamükellah” (Allah sana merhamet etsin) demek, hastalanırsa kendisini ziyaret etmek, ölürse cenazesinde hazır bulunmak….”. Müslim, Selâm 4,5.

Bu ve benzeri konulardaki gaflet sadece insanî görevlerin ihmali değildir, aynı zamanda büyük bir kısmı kul haklarını ihlal veya değişik seviyelerde günaha girmek anlamına da gelir.

C-) İç Âleme (Enfüs) Yönelik Gaflet
Bilindiği gibi insan maddî varlığının yanı sıra bir de manevî varlığa sahiptir. Yeme-içme, temizlik, dinlenme, gerektiğinde sportif faaliyet, hastalanma durumunda tedavi vb. yollarla maddî yönden ihtiyaçları karşılanmış ve sağlıklı bir şekilde devamı sağlanmış olur. Manevî cepheyi oluşturan akıl, zihin, ruh, kalb, nefs ve daha başka unsur ve mekanizmaların da sağlıklı beslenmeye ve onlara uygun gıdalara ihtiyaçları bulunmaktadır. Bu ihtiyaçlar, bilgi, sanat ve en geniş anlamıyla inanma ve bunun gereği olan ibadetle karşılanmaktadır. Bunlara karşı duyarsızlık iç âlemimizin ihmali anlamına gelen bir gaflettir. Dolayısıyla cehalet bir gaflet olduğu gibi, her çeşit sanattan mahrumiyet ve sanata ilgisizlik de bir gaflettir. Ancak bunların en büyüğü Allah’ı zikretme noktasındaki gaflettir. Bu sonuncusu üzerinde birkaç cümle ile durmak isteriz.

Zikir, Kur’ân’da genellikle Allah’ı anmak, O’nu daima hatırlayıp hiç unutmamak manalarına kullanılır. Bir âyette “İçinden yalvararak ve korkarak, aşikâre olmayan hafif bir sesle Rabb'ini an da gafillerden olma.” (A’râf Sûresi, 7/205) lafızlarıyla anlatılan zikrin, gafletin zıddı olduğu, “Unuttuğunda hemen Rabb'ini an.” (Kehf Sûresi, 18/24) âyetiyle teyit edilmektedir. Bir âyette de dünya malı ve çoluk-çocuğun, insanı Allah’ın zikrinden alıkoymaması (Münâfikûn Sûresi, 63/9) gerektiği belirtilmektedir. Bir yandan kalblerin ve gönüllerin ancak zikr-i ilahî ile itminana ulaşabileceği vurgulanırken, (Ra’d Sûresi, 13/28) diğer yandan hakkın zikrinden yüz çevirenin dar bir geçimle karşı karşıya geleceğine (Taha Sûresi, 20/124) dikkat çekilmektedir.

Kur’ân, zikir için bir sınır koymayıp çok kelimesini kullanmaktadır. Zikir için zaman, mekân ve pozisyon ayırımı yapılmadan âdeta sınır konmamıştır. Öyle olması gayet tabiîdir, çünkü perdeleri kaldırarak Sonsuz’la irtibat kurmanın en ideal şekli zikirdir. Zikrin özelliklerinden biri de mütekabiliyet sırrıdır, yani ona zikirle mukabele ediliyor olmasıdır. Yüce Allah “Beni zikrediniz ki, ben de sizi zikredeyim” (Bakara Sûresi, 2/152) buyurmuştur.
Dikkat edilirse zikir bütün ibadetleri bünyesinde toplayan şemsiye bir ifadedir. Dua etmek, Kur’ân okumak, namaz kılmak, hacdaki menâsik ve akla gelebilecek başka ibadetler hep bu şemsiyenin altına girer. Aslında zikir, kâinattaki canlı-cansız bütün varlıkların, kendi hususî dilleri ve tavırlarıyla sürekli ve programlandıkları bir şekilde yaptıkları faaliyete veya zikir korosuna insanın iradî olarak katılmasıdır.
Melek-cin, canlı-cansız bütün varlıkların hep beraber icra ettikleri bu faaliyete katılmamak ve duyarsız kalmak en büyük gaflet olmaz mı?

Bir de yapılan ibadetlerin farkında olmamak, bir nevi âdet yerini bulsun diye yapmak, diğer bir ifadeyle ibadetlerdeki sığlığın da ayrı ve yaygın bir gaflet olduğuna dikkat çekmek gerekir. Kime ve niçin ibadet edilmekte, hangi keyfiyet ve derinliğe ihtiyaç bulunmakta, okunan âyet ve tesbihler ne anlam taşımakta, secde ile kime ve ne derecede yaklaşılmakta, sadaka önce kimin eline ulaşmakta, namazın sonunda sağa-sola niye selam verilmekte… Eğer bu soruların cevabı gereğine uygun verilemiyor ve uygulanamıyorsa ibadetlerimizde ciddi bir gafletimiz var demektir.

Efendimiz şöyle buyuruyor: “Kabul olunacağına tam inanmış olarak Allah’a dua edin. Bilin ki Allah, gaflet içinde olan (yani ne söylediğini, söylediğinin nereye varacağını bilmeyen, Allah’ın bütün duaları kabul edebilecek bir kudrette olduğundan gafil olan) ve lehv içinde olan (yani âdet yerini bulsun diye) dua eden bir kalbin duasını kabul etmez.Tirmizî, Daavat 65.
Mâûn Sûresi'nde de konuya şöyle dikkat çekilmektedir: “Vay hâline şöyle namaz kılanların ki, onlar namazlarından gafildirler. İbadetlerini gösteriş için yaparlar, zekât ve diğer yardımlarını esirger, vermezler.” (Mâûn Sûresi, 107/4–7)Namazdan gafil olmak, ona gereken önemi vermemek, vaktinin gecikip gecikmediğine pek aldırmamak, cemaatle kılmaya itina göstermemek, Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem)’in ifadesiyle secdeleri horozun daneyi yerden alması (gagalaması) gibi yapmak, namazda okuduklarından gaflette bulunmak yani okuduğunda akıl ve kalbin başka şeylerle meşgul olması ve okunanları duymaması, idrak etmemesi dolayısıyla kıldığı namazların kendisi üzerinde güzel tesirlerinin bulunmaması anlamlarına gelir. Namazda zaman zaman zihnin başka düşüncelere dalması insanın elinde olmayan bir şeydir ancak, insan dikkatini toplamaya gayret etmeli değişik yollarla gafleti dağıtmaya çalışmalıdır. Kur’ân okuma, dua etme, tesbihat yapma, oruç tutma, zekât verme gibi diğer ibadetlerimiz için de benzeri bir gaflet söz konusudur. Öyle olunca da iç âlemin yeterince doyurulduğu söylenemez.Netice olarak!
Bazı konular zıtlarıyla daha iyi anlaşılmaktadır. Gafletin zıttı, tasavvuf kaynaklarındaki geniş anlamıyla yakaza ve zikirdir. Ayrıca ihsan ufkundaki bir hayat tarzı da gafletin panzehirdir. Gaflet bir unutma olunca buna sebep olan nefsi de iyi tanımak gerekir. Diğer taraftan ömür sermayesinin en kârlı bir şekilde harcanması yani zamanın gereğine uygun değerlendirilmesi gaflete düşmemenin şartlarındandır. O zaman her ânın hakkı verilmelidir. Bütün gayreti ile bulundugu zamana yöneltmeyen kişi, bir an sonra geçmiş olacak anların karanlığında kalmaya kendini mahkûm eder. Bu da pişmanlık, cehalet, bencillik ve bağımlılık doğurur. Geçmiş mazidir, geleceğe ulaşıp ulaşamayacağımız da belli değildir. Öyle ise her ânı salih bir daire içinde dolu dolu yaşamaya bakmalıyız.

Kaynak :Yeni Ümit Dini İlimler ve Kültür Dergisi : En Diri Gönüllere Bile Kezzab: Gaflet
Yazar : Prof.Dr. Abdulhakim YÜCE
Hazırlayan : Tahir Eğerci

Ìkinci Cahiliyeden Çıkış

Sayı 37 Ìkinci Cahiliyeden Çıkış

Bütün hamdler yalnızca Allah'a mahsustur. O'nu över ve yalnızca O'ndan yardım dileriz. Sâlat ve selâm tevhid öğreticimiz Muhammed'in, O'nun ehli beytinin ve seçkin sahabilerinin üzerine olsun!

Dünya bugün bütün yoğunluğuyla ikinci cahiliye dönemini yaşamakta. Birinci cahiliye döneminden çok daha sistemli, çok daha donanımlı bir cahiliye dönemi bu. Lobiciliğini hakim güçlerin yaptığı, amansız savunucuları ve muazzam bir maddi gücü bulunan bu ikinci cahiliye döneminin şeytanın bilim (!) ve teknoloji (!) ve maddi gücü öne geçmiş kanaat önderleri var.

Bunların hedefi insanlığı bütün mukaddesatlardan uzaklaştırarak insanları; dinsiz, kutsalsız, maneviyatsız, maddeperest zevkperest ve sefil yaratıklar haline getirmektedir. Böylelikle kendilerine daimi kul köle edinmek ve beleşten efendilik sefası sürmek...!
Ama onların değişmez prensibi olduğu üzere, bu kişiliksizleştirici, kimliksizleştirici, dinsizleştirici ameliyelerini kamufle etmek için örtülü ifadeye başvurdular ve bu korkunç cinayete "çağdaşlaştırma misyonu" dediler.
Ve ne vahimdir ki şuursuz yığınlar yaprağın kendisini rüzgara teslim edişi gibi, kendini bu şeytani bilim uzmanlarına teslim etmiş durumda.
Kalabalıkların yaşam tarzlarını, değer ölçülerini, kılık kıyafetlerini tamamen onlar belirlemekte.
Onlar, kendi hedeflerine ulaşmak için en etkin silah olarak insanların genelde cazibesine ve cilvesine dayanamadığı şu iki şeyi kullanır:

Tüketim çılgınlığı ve kadın teni.

Ve kalabalığa süslü reklamla amaçlarının daha fazla para, yüksek bir kariyer, sınır tanımayan bir cinsellik ve çılgın bir eğlence olduğunu telkin ederler. Yayım ve yayınlarını tamamen buna hasretmiş durumdalar. Hazırlanan her TV programı insanların "medeni cesaretini (bilinçsizliğini)" daha da artırmakta ve yayımladıkları her kitap ve dergilerle insanların kafalarındaki "saçma sapan tabuları (onlara göre)" yıkmaktadır. Güya: insanlar uygarlaşmaktalar....!
Şuursuz yığınlar, namuslarını bunlara teslim etmiş ve ken­disini salıvermiş durumda; gün geçmiyor ki, kadının bedenini, cazibesini teşhir eden yeni bir elbise modası çıkmasın.

Yeni nesil hiçbir dini kaygıyı, kültürel sorumluluğu, ananeyi dikkati nazara almaksızın, kendisine moda diye gösterilen bu bedeni teşhir edici, ayartıcı, iç gıcıklayıcı elbiseleri pervasızca giymektedir.
Sokaklar, caddeler buram buram şehvet kokmakta. Manzaralar, görüntüler tamamen şehvaniliği ön plana çıkarmakta. Caddelerde modern çağın suratındaki ergenlik sivilceleri gibi sonradan türemiş acayip kılıklı oğlanlar, açık-saçık kızlar dolaşmakta. Ve bütün bu yozlaşmaya rağmen yığınlar onların

"Biz yalnızca ıslah edicileriz." (2 Bakara/10)
şeklindeki kadim yalanlarını, ezeli bir hakikat gibi algılamakta.

Bu, tablonun büyük bir bölümü, tablonun bir de küçük, mahzun, muzdarip bir bölümü var. Bu bölümü, muvahhid ve mütedeyyin müminler oluşturmakta.
Onlar iç alemlerinde yaman bir çatışma, çetin bir mücadele yaşamaktalar; bir tarafta tek değer ölçüsü haline gelmiş ve elde edilmesi büyük tavizler isteyen para, kariyer, statü; ayartıcı, yoldan çıkartıcı şöhret ve şehvetiyle aldatıcı bir dünya; diğer tarafta insanı masumiyete, arınmışlığa, azgın ihtirasların pençesinden kurtulmaya davet eden yâkınî iman...

Ve onlar tercihlerini imandan yana kullanmışlar; ama çağdaşlaştırma misyonunu yüklen­miş kişiler tarafından önlerine çıkarılan bin bir engelden dolayı ızdırap çekmekteler, Dindaşlarının çözülüşleri, izzeti Allah'ın gay-rısında arayışları onlara ızdırap vermekte...

Evet! Yaşadığımız acılı, açgöz dünyanın realitesi bu. Ve biz şehvaniliğin, maddeperstliğin doruğa ulaştığı, vefası ve bekası olmayan dünyada ilmine ve ihlasına güvendiğimiz kanaat önderlerine müştakız; öyle kanaat önderleri ki bizi, üzerimize çöreklenmiş tembellikten, yılgınlıktan, umursamazlıktan
kurtaracak ve imanımızı, maneviyatımızı, ruhumuzu ihya eden müşfik bir annenin sesiyle aynı yoğunlukta hem ikaz hem de şefkat taşıyan bir sesle bize şöyle seslenecek:

"Haydi, hep beraber tekrar iman edelim."

Hayatın çirkefe battığı, müslümanca yaşamanın zorlaştığı bu meşum asırda bu kutsi seslere öylesine muhtacı ki....!
Ey hayatın hay huyuna boğulmuş, ayrıntısında kaybolmuş insan!
Biraz dur ve düşün...
Kimsin sen?
Bu sürükleniş nereye?
Kalıcı mısın, geçici mi?
Eğer geçici isen varacağın nokta neresidir?
Cennet mi, Cehennem mi?

Gerçek şu ki, inançsız bir yaşam, aldatıcı bir serap gibidir;

"Susuzluktan kavrulan, onu su sanır. Büyük bir iştiyakla ona yönelip yanına vardığında onun hiçbir şey olmadığını, yalnızca aldatıcı bir serap olduğunu görür." (24 Nur/39)
"Gel, terar iman edelim. Muhakkak ki kalbin iç fısıltıları ve temayülleri, fokurdayan bir tencerenin suyundan daha çalkantılı, daha değişkendir."
Bize yaraşan hele gurbetin bizi çepeçevre kuşattığı, ilim ehlinin, ilimden başka akrabalık bağının kalmadığı böylesine meş'um bir çağda kendimizi ve etrafımızdaki insanları, "Otur, hep beraber tekrar iman edelim." diyerek dinimiz hakkındaki bilgimizi artırmaya, Allah'ın ve insanların üzerimizde bulunan haklarını vermeye davet etmemizdir.
Ve bu davete icabet ettiğimizde de her birimizin haleti ruhiyesinin, "Ya Rabb! Her şeyi bir kenara itip alelacele sana koştum ki, benden razı olasın." diye haykırmasıdır.

İtiraf edelim ki dünya, damarlarımızdaki kanın akışı gibi bizi çepeçevre kuşatmış; sevgisi kalbimizin en derin köşelerine sinmiş durumdadır. Öyle ki, ahiretimizi fani bir dünya meta'ına, ödünç alınıp başkalarına terk edilecek bir mala, vefası ve bekası olmayan bir dünyaya karşılık sattık. Halbuki dünya, gün geçtikçe bizden uzaklaşmakta ve ahiret adım adım yaklaşmakta bize.

Elbette ki, her iki tarafında erleri vardır.

Sen ey Allah'ın kulu! Sen ahiretin erlerinden ol...
Bırak dünya ehlini... Aldanıp dursun o, bu aldatıcı serapla...
Sana, dünyaya tutkun, dünya sevgisine mağlup bir insan gelip senden nasihat istedi mi, ona: "Haydi, hep beraber tekrar iman edelim" de ve kesinlikle erinme. Onu savsaklamaktan, ötelemekten, özellikle de ondan yüz çevir­mekten sakın. Zira, eminim ki, Yüce Allah'ın Abdullah b. Ummi Mektum'dan yüz çevirip onunla ilgilenmedi diye, Resul'ünü şu ayet-i kerime ile nasıl sert bir şekilde ikaz ettiğinden haberdarsındır:

"O, ama kendisine geldi diye suratını astı ve ondan yüz çevirdi.
Nereden biliyorsun, belki de o, (senden duyduklarıyla) nefsini günahlardan arındıracak ya da (en azından) ibretler alıp onlardan faydalanacaktı." (80 Abese/1-4)

Bu tür bir taleple karşılaşan mü'min kardeşim! Böyle anlarda sana yakışan, bu anı fırsat telakki edip değerlendirmen..
Emri bil'maruf ve insanlara iyilik yapma sevgisi, müslümanın kalbinde damarlarındaki akan kan gibi daima faal, daima canlı ve taze olmalıdır.
Onlar bulundukları cemiyete dilleriyle ve
tutumlarıyla daima, Fir'avun'un ailesinde büyüyen mümin kişinin kavmine yaptığı nasihatla: Hz. Musa gibidirler

Kaderin size neler hazırladığını bilemezsiniz.

Belki de arkadaşınızı çağırıp iman ettiğiniz an, sizin ya da muhatabınızın ölüm anınızdır.
Resulullah (s.a.v) "Her insan, haşir meydanına, ölüm anında uğraşmakta olduğu işle uğraşır bir halde diriltilip getirilecektir" buyurmuştur.
Bu durumda siz, Rabbinizin huzuruna salih bir amelle meşgul iken çıkacaksınız. Peygamber Efendimizden veraseten almış olduğunuz tebliğ misyonunu, ehline tevdi edilmesi gereken emaneti, ümmete nasihat etme vecibesini hakkıyla ifa etmiş olduğunuzu kanıtlamış olacaksınız.


Belki de bu tebliğ anınız, duaların mutlak surette kabul edildiği bir ana rast gelecek.
İyiliği öğreten, ona rehberlik eden kişiye, o iyiliği yapmış gibi sevap vardır. Allah'a yemin olsun ki, Allah'ın sizi tek bir insanın hidayetine vesile kılması, sizin için kızıl develerden (tonlarca altından) çok daha hayırlıdır. Sizin, peygamberlerin misyonunu yüklenip onların öğretilerini tebliğ etmeniz fazilet olarak size yetmez mi?

"İşte bu peygamberler, Allah'ın doğru yola ilettiği kimselerdir.
Bu yüzden sende onların bu doğru yoluna uy." (6 En'am/90)

Yükümlü bulunduğun hakları, ihmal etme; bu tür anları değerlendir ve ahiretin için dünyandan cimrilik yapma. Ve şu düşünceyi bilinç altına yerleştir: Yaşadığımız bu yerkürede Allah'a isyan değil, ibadet edilmeli ve iradeler ona râm olunmalıdır. Allah, daima anılmalı ve unutulmamalı, O'na nankörlük değil, şükredilmelidir.

Eğer sen, bu yerkürede Allah'a itaat edilmesini ve itaatkâr müminlerin sayısının artmasını samimi bir kalple istiyor isen, makaslarla vücudundan parçalar koparılsa, testerelerle bedenin baştan başa kesilse bile aldırma... Tebliğ yolunda sabit kadem devam et ve vaktin gece veya gündüz olması seni o kadar ilgilendirmesin.

Eğer bir gün nefsi ve şeytani iç fısıltılar, göğsünde iz bırakan bir tereddüde neden olursa, Hz. Nuh'u anımsa. Onun hakkı söyleme, ilahi mesajı tebliğ etme uğruna maruz kaldığı hakaretleri, örselenmeleri, hüzünleri hatırla.
O, bir üsvei hasenedir senin için.

Göklerdekilerin ve yerdekilerin hepsi Allah'ındır. İçinizdekini açığa vursanız da gizli tutsanız da Allah sizi onun yüzünden hesaba çeker. Sonra dilediğini affeder ve dilediğini azaba çarptırır. Hiç şüphesiz Allah'ın herşeye gücü yeter. Bakara Suresi :284

Ve daha sonrada Şu duäyı okuyalım:
- Peygamber kendisine Rabbi tarafından indirilen gerçeklere inandı, müminler de. Hepsi birlikte Allah'a, O'nun meleklerine, O'nun kitaplarına ve O'nun peygamberlerine inandılar. `Onun peygamberlerinden hiçbirini diğerlerinden ayırmayız. Duyduk ve uyduk. Günahlarımızı bağışlamanı dileriz, ey Rabbimiz, dönüşümüz sanadır' dediler."
- Allah hiç kimseye kapasitesini aşacak bir yükümlülük yüklemez. Herkesin kazandığı iyilik kendi yararına ve işlediği kötülük de kendi zararınadır. Bakara Suresi : 285-286
Bizler beklentileri büyük, himmetleri alîî insanlar olmak durumundayız…!
Dini bilgi ve yaşayış düzeyimizi yükseltmeliyiz.
Fani hazlar, ödünç verilmiş geçici mal ve kalıcı olmadığı gibi, vefalı olmayan iğreti bir dünyaya da aldanmamalıyız.
İslam boyasıyla boyanmalı ve imanın verdiği canla dirilmeliyiz:
"De ki, benim namazım ve ibadetlerim,, yaşamım ve ölü­müm elbette ki alemlerin Rabbi içindir. O'nun hiçbir ortağı yoktur.
Ben bütün ibadetlerimi yalnızca Allah için yapmakla emrolundum ve müslümanların ilkiyim." (6 En'am/162, 163).
Madem durum bu, öyleyse haydi! İslami hükümleri öğrenelim öğretelim ki, dinimiz ve davamız konusunda bilinçli olalım. Haydi, iç dünyamızda ümitle korkuyu iç içe yaşayalım. Talepte bulunurken ısrarlı olalım. Faydalı ilimleri salih amelle süsleyelim. Ve ilimde, amelde, Allah'a çağrıda her zaman daha önemliyi, önemliden öne alalım ve insanlarla onların kavrayış kapasitesine göre konuşalım.
İnsanların dünyasını, Allah'ın diniyle imar edelim.
Bütün bunları yapalım ki, biz ve onlar beraber güven içinde güven dolu eve (ahirete) göçelim.
Haydi! Hep beraber tekrar iman edelim.
Zira kalp, kaynayan kazanın suyundan daha değişken, daha yalpalıdır.
Ve bizim duamızın sonu şöyledir.
Hamd, alemlerin Rabbi olan Allah'a mahsustur.

Kaynak : Gelin Bir Saat Ìman Edelim (Seri:2)
Yazar : Said Abdulazim Tercüme : Muhammet Ateş
Hazırlayan : Tahir Eğerci


Stres ve Tedavisi

Sayi 36 STRES ve Tedavisi

Doğru teşist Doğru Tedavi!

Günümüz toplumunda bedene ait olmayan fakat, giderek fertleri çepeçevre kuşatan manevi bir hastalıkla karşı karşıya bulunmaktayız.
Sıkıntı, (STRES) bu hastalığın ferdin bünyesinde ortaya koyduğu «karmaşık yapı­yı» ifade etmek için kullanılır.
Yâni hastalığın esas sebebi bilinmez de, belirtisinden söz edilir.
Sıkıntı, psikologlar tarafından da mahiyeti tam ifade edilememiştir. Sadece, her psikolog sıkıntıdan ne anladığını söylemekle yetinmiştir. Buna göre, sıkıntının tam bir açıklaması yapılmamıştır. Sıkıntılı fertlerin, hayata ve topluma karşı ümit ve yakınlıklarının azaldığı, karamsar bir ruh haline girdikleri zaman görülmüştür.

Belirtileriyle anlaşıldığı kadarıyla sıkıntı, vücuttaki bir arızadan ileri gelmemektedir.

O, tamamen Ferdin ruh dünyasındaki bir düzensizliğin veya dengesizliğin neticesi karşı karşıya geldigi «psikolojik çıkmazı»dır. Çünkü, sıkıntıya düşen insanların genellikle maddi problemlerini halletmiş kesimlerde olduğunu görüyoruz.

Buradan şöyle bir netice çıkarmak mümkündür:
Bedeni veya maddi problemlerin bizzat kendileri sıkıntıya sebep olmazlar. Onların insan ruhunda bıraktığı tesirler, sıkıntı dediğimiz psikolojik ortamı hazırlar... Bir diğer ifadeyle, maddi ihtiyaçların eksikliği sıkıntıya her zaman sebep olmadığı gibi, bazan maddi imkânların bolluğu da sıkıntıyı ortaya çıkarabilir.

Ortaya şöyle bir manzara çıkmaktadır: Bir taraftan insanın kendisi, diğer tarafta insan ihtiyaçları. Bu ihtiyaçlar, bir yanıyla maddi; diğer yönüyle manevidir. Esas problem, insanın ihtiyaçlarını yerinde ve dengeli bir biçimde karşılamaktır. İhtiyaçların yerinde karşılanmasından şunu kasdediyoruz : Karnı aç olan insanı, güzel nasihatlarla doyuramazsınız. Çünkü onun gerçek ihtiyacı, organizmasının işler hale gelmesi için gerekli gıdanın karşılanmasıdır.

Öte yanda, ruhu ızdırap içinde kıvranan, gönlü katılaşmış kimseye;
bedeni ve cinsi arzularını tatmin etmesini tavsiye edemezsiniz.
Çünkü, cinsi arzu büyük ölçüde bedeni bir ihtiyacın karşılanmasıdır.
(Ruha dönük yönü ise, o arzunun eksikliğinden dolayı cinsiyet arzusunun
tamininden başka bir şey değildir.)
Sözünü ettiğimiz her iki durumda da, ihtiyacın «yerinde karşılanması» meselesi sözkonusudur.

İhtiyacın dengeli bir biçimde karşılan ması meselesine gelince :
İnsanın ne tamamen bedeni arzulardan ibaret görülmesi, ne de sadece ruhi ihtiyaçlarından ibaret zannedilmesidir.
İnsan denilen varlık, bir yanıyla manevi, diğer yanıyla maddi ve bedeni bir varlıktır.

İşte, kanaatimizce sıkıntıların gerçek sebebi, bu dengenin çoğu zaman kurulamaması veya insan davranışlarını yönlendirmede önsıra'nın ruhi faktörler yerine, bedeni faktörlere verilmesidir.

Halbuki, ciddi bir müşahade, hayatta varlıklar içerisinde insan kadar ruhi yönü kuvvetli başka bir varlık olmadığını ortaya koyar.
İnsan bu ruhi yönün yanı sıra akıl cevheriyle de bezenmiştir
Hayvanlar ise, çoğunlukla maddi ve cinsi sevke tabiler içerisinde, oldukça basit ihtiyaçlarla çevrili bir hayat ortamına sahiptirler.

Peki bu düzen ve denge nasıl sağlana çaktır?

Meseleyi, kendi düşüncemizde olmayan bir insana anlatır gibi, çevreden merkeze doğru anlatmaya çalışalım:
İnsan kendi kendine hiçbir zaman yetmez.
Başkalarının tecrübesine ve yol göstericiliğine muhtaçtır.
Yemesi, içmesi, eşyaya karşı tutumu, hayat hadiselerine bakışı v.s. buna benzer birsürü meseleyi nasıl çözecektir.

İnsanın mutlak surette bir hayat programına ihtiyacı var!
Meselâ, midesinden rahatsız olan bir kimse mutlak surette midenin özelliklerini bilen bir doktorun pehriz reçetesini kullanmak ihtiyacındadır. Çünkü, hastalık denilen hadise vücudun dengesinin bozulmasından başka birşey değildir.

Bütün çabalar, vücutaki dengenin yeniden sağlanmasıdır.
İkinci bir misâl de, günlük yaşantısında problemler içine düşen veya çevresinden, arkadaşlarından sıkılan birinin ruh dengesinin bozulması halinde ne yapacağıdır.
Bu şahıs, her ne kadar bir psikiyatriste gitsede, hastalığının ancak belirtilerine yani görülen arızalarına bir çare bulabilir. Hastalığının gerçek sebebine çare bulamaz
Bu durumda yapılacak tek şey : Ruhu elinde bulunduran kudretin, (Allah c.c) insan için koyduğu hayat programını uygulamak..!

Hayatın görünen yanıyla görünmeyen kısmı hakkında ortaya konan Allah'ın programını yaşayışa tatbik etmek suretiyle, ruhi hastalıkları ilâhi reçeıe ile tedavi etmeye çalışmak...

Yani ilahi naslara sarılmak.

Günümüz maddi hayatında, manevi değerlerin mahkûm olması sebebiyle;
insanların ruh dünyalarına nüfuz edilemediği bir gerçektir.
Sıkıntının gerçek sebebi, insanda tabii olarak var olan ruhi fonksiyonun atıl (önemsiz) kalması ve dolayısıyle yaşayışta bir dengesizliğin başgöstermesidir.

Hayatımızda bizim belki de farkında olmadığımız fakat gerçekte var olan bu den­gesizlik belirtilerinden birkac tanesini ele almak faydalı olacaktır.
Çünkü biz onların farkına varmakta güçlük çekebiliriz.
Kendimize olan güvenimiz veya hasta mizacımız. gerçekte hoş olmıyan bu davranış bozukluklarına mazeret arayıp, onları bize güzel gösterebilir.

İşte bunlardan biri, insanın kendini hep haklı çıkarmak istemesidir.

İnsanoğlu, devamlı kendi açısından meselelere bakma alışkanlığı içerisindedir. Bunun için de çoğu zaman, hadiselerin tek yönünü görür veya idrak eder. İşte bu eksik idrak edişten de, çeşitli hatalar ve yanlış anlamalar meydana gelmektedir.
Belki de insanın en büyük zaafı bu.. Meseleleri çok yönlü düşünmemek ve karşısındakinin de haklı olabileceği ihtimâlini gözden uzak tutmak...

Şüphesiz, insan kendine güven duygusu taşımalıdır. Kendine güvenme duygusu, birçok müsbet (olumlu) gelişmelerin ortaya çıkmasına imkân veren bir hareket noktası durumundadır. Ama bu güven, birçok hakikatlerin görülmesine engel olan sun'i bir perde durumuna gelmemeli. Yâni insan, boş bir vehim veya kuru bir hayâl üzerine binalar kurmaya kalkışmamalıdır.

Böyle bir tavır, ister fikri, ister iktisadi veya sosyal münasebetler konusunda olsun; aynıdır.
Bu tür alışkanlıklar, karşıdakileri rahatsız ettiği gibi; o kimsenin de kısa bir zaman sonra yapayalnız kalmasına sebep olabilir.


Üstelik bu tavır, öyle bir noktaya gelebilir ki, etraftaki herşeye karşı menfi bir duygu beslemeye kadar gider...
Elbette ki bu duygulara sahip insan, kendini çevreden tecrid edip «iç alem» inde realitenin ötesinde yapma bir dünya kurmayı bile deneyebilir.

Ferdin huyu, içinde yaşadığı çevrenin ona verdiği bilgi ve tecrübelerle şekillenmektedir.
Aile ve sosyal çevre, ferdin doğuştan getirdiği özelliklerin üzerine kendi bilgilerini ekler.
Ferdi şahsiyetin meydana gelmesinde bu bilgilerin, insan varlığının ruhi yönüne tesir edip edememesi çok önemlidir.

Çünkü, karakterin teşekkülünde en önemli faktör; ruh terbiyesinin gerçekleşmesi meselesidir. Bunu sağlayamayıp, ferdi objektif bilgilerle zenginleştirmekle yetindiğimizde; onun müsbet (pozitift) kararlar alması için gerekli eğitimi yaptırmış sayılmayız. Günümüzde çok zeki ve bilgili insanların, gerek sosyal ve gerekse
iktisadi ve teknik faaliyetlerde, toplumun dejenere edilmesinde önemli yenilik (!) ler getirdiklerine şahid oluyoruz.

Demek ki, önemli olan, bilgileri çoğaltmak yerine: bir «.hayat anlayışını» empoze etmektir. Buna, bir manâda dünya görüşünü öğretmek de diyebiliriz.

Hak mefhumunun (gerçek adaletin) hayata yerleşmesi, İslâm dininin en fazla önem verdiği hususlardandır. Bu yüzden adalet, hakkı sahibine vermek
olarak ifade edilmiştir. Zulüm ise, hak sahibine hakkı vermemektir. Dolayısıyle, hak mefhumunun sınırı çok geniştir.

Kendini haklı görme hususu, İslâmî literatürde çok önemli bir hadise değildir.
Çünkü önemli olan, bir kimsenin üstünlüğünün ortaya çıkması değil, kalplerin birbirine darılması yerine, kaynaşmasıdır.

Bir de meselenin bir başka yönü var.
O da Allah'ın rızasının kazanılması...

Yâni mesele, öyle tek boyutlu bir şey değil.
Bir tarafta insanın bize karşı tutumunun, bizde uyandıracağı insani tesir; öte yanda, davranışımızın İslâm nezdinde bulacağı yer...


Evet, işte değişik dünya görüşlerinin meseleye bakışı.. Bir tarafta kendi dar perspektifinden hadiseye bakan birinin, otomatikleşmiş ve sonucunu hesabetmekten uzak tavrı... Diğer yanda, hadiseyi önü-arkası, hâli ve geleceği ve ferdi-ilâhi
cephesi ile düşünme mükellefiyeti...
Tabii, birbirinden çok farklı bakış açıları görülmektedir.

Demek ki, insanın sosyal münasebetlerindeki tavırları, kendi dünya görüşün izlerini taşımakta. Daha ötesi, ferdi, psikolojik âleminde bile tesiri altında tutup, kararlarına yön verebilmekte... İşte, her hadise gibi ferdin «kendini haklı görmesi» hadisesinde de bu önemli gerçeği kavramak durumundayız.
Kişinin kendini haklı görmesi, iç dünyasında meydana gelen ve onu çoğu zaman bencilce düşünmeye sevkeden bir duygu olarak görülür. Bir ferdin kendini haklı görmesi ve bunu devamlı istemesi halinde, diğer insanlarla olan davranışında bazı problemler ortaya çıkacaktır.
Böyle bir durumda sos­yal münasebetler zayıflayacak ve toplum dayanışması azalacaktır.

Davranışların dengesizce gelişmesinin bir başka ortaya çıkış şekli de vardır. O da kişinin kendini tatmin edecek yanlış hedefler seçmesidir.
Bu durum, aynı zamanda bir şaşkınlığın belirtisidir.
Ferdin kendisini kaybedecek derecede eğlenceye dalması, sözünü ettiğimiz dengesizliğin belirtilerini taşımaktadır.

Günümüz insanlarının en büyük problemi, «manevi gıdalar» dan yoksun olması ve ruhun ihtiyaç duyduğu «ibadet» gibi manevi bir terbiye aracının eksikliğidir. İşte bu eksikliktir ki, insanın ruhunu sükuna erdiremiyor.
Bu ruh, hiç bir «şekli ve maddi faaliyetle» tatmin olacak bir yapıda değildir.
Onun için eğlenme ve neşe, normal bir seviyede kalmayıp anormal hâli olan «çılgınlık noktası» na geliveriyor. Tatmin olmayan bir ruhun en tipik özelliği, duyguların «keskinliği» ile belli olmaktadır.
Üzüntü mü; en korkunç şekliyle gerçekleşir.
Sevinç mi, oda en aşırı bir halde ortaya çikar..!
Biz dîn ve psikoloji ilminin verileri içerisinde meseleyi tahlil ettiğimizde, ortaya korkunç bir hadise çıkıveriyor.
Bu hadise; insana madde ve ruh gerçeği çerçevesinden bakan İslâm düşüncesinin sistemli bir biçimde gündemden kaldırılmak istenmiş olmasıdır.

Sanki, sosyal ve psikolojik problemlerimizin halledilmemesi uğruna,
İslâm'ın prensiplerinden istifade etmeme gibi «peşin bir şartlanma» içine girilmiş. Son derece «çağ dışı bir olay» bu... Üstelik, taassubun da en katısı...
Bugün Hristiyan bir batılı veya başka bir dine mensup bir araştırıcı, İslâm'ın psikol­jik ve sosyal hayata dönük prensiblerine tesadüf ettiği anda; ondan istifade etmeyi
düşünmektedir. Halbuki biz, kendimize ait olan bu prensipleri, tecrübe etmek tarafsızlığına ve olgunluğuna bile erişmiş değiliz. Bu kadar yobazlığa da pes doğrusu...
Dogmatik düşünce, bunun gibi kendini her türlü fikir ve prensiplere kapamak demektir.
Çılgınlık psikolojisi, insanın bunalımdan çıkış yolu aramasından başka bir şey değil­dir. Çaresiz insanın yegane tavrı, kendini
kaybetmesi demek olan «çılgınlık»tır. Bizim anlayışımıza göre, bu durum: insanın kendi nefsine zulmetmesinden başka birşey değildir.

Acaba kendini kaybeden, düşüncelerinden uzaklaşan insanın durumu nedir?..
Bu hâli, bir esrarkeşin tavrından ayırmak mümkün değildir. Esrarkeş, normal hayattan zevk alamayıp, çareyi esrar dumanları arasındaki «hayâli dünya»da arayan insandır. Bu dünya, ancak esrar içildiği zaman yaşanan bir hadisedir. Esrar bittiği andan itibaren, gerçek dünya ile yüzyüze gelen esrarkeş; bir öncekinden daha mahzundur. Aynı hadise, çılgınca dans edip kendi reel (hakiki) dünyasını unutmak isteyen insanda da görülür. Çılgınca bir eğlence ve kendini gerçeklerden soyutlama... Ama, nereye kadar?.. Bu çılgınlık anı bitinceye kadar. Daha sonra... Tekrar o mutsuz hayata dönüş. Ve arkasından, bir öncekinden daha şiddetli bir sıkıntı... Etrafa ise, kupkuru bir telkin: «Sıkıntıdan arınmak için, çılgınca eğlenin, dans edin...Ondan bun dan deneyin,Konser, sinama,fulbol fanatikliği, şanz oyunları ve daha saymakla bitmeyen hayvani duyguların tatmini için zaman,beden enerji sağlık ve maddiat harcamak » Biraz gerçekçi olalım!..

Bunalıma giden toplumun rahatsızlık belirtileri çok yönlü olarak kendini hissettirmektedir.
Bu ruhi rahatsızlıkların bir bölümü ferdi içten içe kemiren bir ur (mikrop,virus) gibi rahatsızlık verirken diğerleri çevrede hoş olmayan etkiler meydana getirerek başkalarını rahatsız eder.
Bir üçüncü türde olanı ise, toplumun büyük bir bölümüne yayılma istidadı göstererek cemiyetin huzurunu ve normal işleyişini engeller. Anarşi,Terör işte hastalıklı insan tiplerinin çoğaldığı bir cemiyette görülen kargaşayı ifade eder..!

Öyleyse: Dünyanın, ülkelerin, ailerin ve ferdlerin bedensel Ruhi tüm sıkıntılarına
(STRES ve Depresyonlarına) çözüm: Ìlahi kurallar içerisinde hayat tarzı benimsemektir...

Kaynak : Soyal Değişme ve Bunalım (Adil Doğru )
Hazırlayan :Tahir Eğerci


Zevk için minareleri yıkıyorlar.