Pazar, Kasım 30, 2008

Deniz haydutluğu mu? Stratejik korsanlık mı?


Sayı 41
Deniz haydutluğu mu?
Stratejik korsanlık mı?
Somali açıklarında patlak veren ve tüm dünyanın dikkatini bölgeye çeken deniz haydutluğu eylemlerini münferit ve sınırlı bir olay olarak değerlendirmek yanıltıcı olacaktır.
Saldırıların gerçekleştiği bölgenin jeostratejik konumunun Akdeniz ile Kızıldeniz'i birleştirmesi, Kızıldeniz ile Hint Okyanusu arasında bir deniz yolu niteliğinde olması ve Aden Körfezi ile Afrika Boynuzu arasında bulunması nedeniyle kilit önemde bir havza konumuna sahip olması, gelişmelerin tahmin edilenden daha karmaşık ve çok boyutlu bir özellik taşımasına sebebiyet vermektedir.
Söz konusu saha, aynı zamanda Afrika ile Ortadoğu'yu birleştiren, yılda 30.000 gemi tarafından kullanılması ve dünyanın en önemli enerji ve ticaret nakil yolu olması nedeniyle hayati öneme sahip bir kavşak niteliğindedir. Bu durum basit bir gemi kaçırma eylemi olarak başlayan faaliyetlerin kısa süre içerisinde yayılmasına, hedef değiştirmesine, dünya petrol piyasasını dahi etkiler konuma gelmesine ve ortaya çıkan durumun daha da içinden çıkılmaz bir hal almasına sebep olmuştur.
Aslında mevcut uluslararası hukuk kuralları korsanlığı suç olarak kabul etmekte, bu konularla ilgili olarak ağır cezalar, tedbirler ve yasaklamalar öngördüğü, gerektiğinde başka ülkelerin karasularına kadar izleme ve ortak operasyona izin veren düzenlemeler içerdiği halde, bu hukuki imkânların kullanılmaması hem büyük bölümü Somali ordusundan ayrılan eski askerlerden oluşan korsanların eylemlerine hız vermesine hem de yaşanan olayların arkasındaki gerçek amaçlar hususunda birtakım soru işaretlerini beraberinde getirmektedir.
Nitekim tüm askerî önlemlere rağmen korsanların 2008 yılı içerisinde yarısı başarıya ulaşan 200 eylem gerçekleştirmesi, dahası sadece son iki haftada içinde Rus tanklarını taşıyan bir gemi ile bir Suudi süper tankerinin de bulunduğu 18 gemiyi kaçırmaları bu konudaki şüpheleri daha da güçlendirmektedir.
Söz konusu eylemlere iştirak edenlerin kimlikleri, sayıları, kullanmış oldukları son teknoloji araçlar, eylemlerin organize edilmesinde ve kaçırılan gemilerin sahipleri ile girişilen pazarlıklarda kullanılan yöntemler, gemilerin rehin tutulduğu ülkenin kuzeydoğusundaki "Bontland" isimli otonom bölgenin yerinin bilinmesi, 100 milyon dolara ulaşan tahsil edilmiş fidye paralarının kolay bir biçimde aklanması; arkasında birkaç basit suçlunun değil dünyanın önde gelen bazı güçlerinin siyasî, stratejik, askerî ve ekonomik çıkarlarının ve bölgenin istikrarını hedefleyen unsurların bulunduğunu göstermektedir.
Son dönemde Irak, Afganistan, Filistin ve Lübnan'da hayal kırıklıkları yaşayan, fakat buna rağmen bölgenin istikrarını hedef alan politikalarından vazgeçmeyen ve bu çerçevede enerji nakil sahalarını gözden çıkarmak istemeyen ABD'nin yaşanan bu gelişmeler eksenindeki tavrı, uzun vadeli ve çok farklı hedefler peşinde olduğunu ortaya koymuştur. Nitekim, Aden Körfezi'nde ciddi bir askerî güç bulunduran Washington'un, hedef ve eylemi yapanların kullandıkları yer ve imkânlar tamamen ortada olmasına ve uluslararası hukuk mevzuatı kendisinden yana bulunmasına rağmen bölgedeki 5. Filo'sunun yetersiz kaldığını ilan etmesi, hem Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'nden hem de bölge devletlerinden aktif destek talebinde bulunması, sorunun uluslararası bir düzeye sokulması için çaba sarf etmesi Büyük Ortadoğu Projesi'nin arka bahçesi olarak gördüğü Afrika Boynuzu için ciddi bir plan içerisinde olduğunu ortaya koymuştur.
Böylesi bir planın İsrail ayağının ise özellikle Siyonizm'in kurucularından Theodor Herzl ve sonrasında İsrail Devlet Başkanı Şimon Peres'in Yeni Ortadoğu kitabında dile getirdiği, Kızıldeniz ile Ölüdeniz'in birleştirilerek Akdeniz'e bir kanal açılması projesinin hayata geçirilmesi ve İsrail'in bu sahalarda önemli ticari çıkarlar elde etme planlarının gündeme gelme ihtimali olduğu özellikle Ortadoğu merkezli yazarlar tarafından çok da uzak olmayan bir ihtimal olarak değerlendirilmektedir. Bu bakımdan Kızıldeniz'e sınırı olan Tel Aviv bölgedeki gelişmeleri dikkatle izlemekte ve olası bir işbirliği sürecine dahil olma yönündeki isteğini gizlememektedir.
Bu soru işaretleri karşısında gerek Kahire, gerek Sana, gerek Tahran ve gerekse Ankara'dan yükselen sesler taleplerini açık bir biçimde ortaya koymuştur. Nitekim, Mısır'ın başkentinde yapılan son Kızıldeniz Ülkeleri Zirvesi ve zirvenin akabinde Arap Birliği Teşkilatı Genel Sekreteri Amr Musa'nın "Sorun ilk başta Arap âlemini ilgilendiren bir sorun olup, teşkilatımız derhal konuyu görüşecek ve çözüm bulacaktır." açıklaması, bir Kızıldeniz Eylem Planı hayata geçirileceği takdirde bunun Arap inisiyatifinin kapsamında olması gerektiğinin altını çizmektedir.
Bu bağlamda, Yemen Devlet Başkanı Ali Abdullah Salih'in, ordusunun korsanlık faaliyetlerine karşı tek başına mücadele edemediğini belirterek destek talebi yanlış algılanmamalı, bu talebin asıl muhatabının bölgenin Arapların hâkim olduğu bir deniz yolunun olması ve ABD'nin müdahale etmesi durumunda meselenin daha da derinleşme ihtimalinin ağır basması nedeniyle öncelikle Arap Birliği Teşkilatı olduğu gözden uzak tutulmamalıdır.
Mısır cephesinde ise olayların arkasında Kızıldeniz yolu açısından büyük önem teşkil eden ve yıllık 5 milyar dolar civarında gelir getiren Süveyş Kanalı'nın stratejik değerinin zayıflatılıp, söz konusu deniz yolunun büyük bir havza şeklinde kontrol altına alınmak istendiği görülmüş ve bu konuda pazarlığa girilmeyeceği, sorunun Arap Birliği ve Afrika Birliği bünyesinde çözülmesi gerektiği net bir biçimde dile getirilmiştir.
Tahran yönetiminin yaşanan gelişmelerle ilgili dayanışmayı esas alan, gerektiği takdirde askerî müdahaleye de açık olduğu yönündeki mesajları, Arap Birliği bünyesinde gündeme gelen işbirliğinin daha büyük bir perspektifle bölgesel anlamda hayata geçirilmesi gerektiğine ilişkin fikirleri güçlendirmiştir. İran da tıpkı Mısır ve Yemen gibi, bölge odaklı bir çözümün bulunmasının daha yerinde olacağını benimsediğini göstermiştir.
Somali ile tarihsel bağları olan ve bölgeye yönelik BM operasyonlarında aktif görev alan Türkiye her ne kadar NATO şemsiyesi altında barışçıl bir misyonla korsanlık faaliyetlerine karşı harekete geçmişse de, bu eylemlerin arkasında çok daha büyük hedeflerin ve BOP'un arka bahçesinden merkeze doğru bir hamlenin geliştirildiğini görmeli ve bölge ülkeleri ile birlikte bir işbirliği süreci geliştirilmesinde aktif rol üstlenmelidir. Son dönemde özellikle İran'a yönelik arabuluculuk ve Mısır'da Akdeniz bağlamında bir ortak çalışmayı kabul eden ve bu bağlamda izlemiş olduğu aktif dış politikanın meyvelerini toplayan ülkemiz bu son olaylara ilişkin stratejisini belirlerken de bölgenin hassasiyet ve dengelerini göz önünde bulundurmalıdır.
Aslında, Somali'nin 1980'den beri iç savaşlarla boğuşması, büyük devletler arasında bir hesaplaşma merkezine dönüşmesi, 1993'te bu ülkeye yönelik başarısız bir müdahale sonrasında konuyu Etiyopya'ya devredip meseleyi daha da içinden çıkılmaz hale getiren ABD ve Batı ülkelerinin Somali'de yaşanan trajediyi görmezlikten gelen politikaları bu olayların ortaya çıkmasında etkili olmuştur. Nitekim söz konusu eylemlerin ülke içerisinde sempatiyle karşılandığına dair gelen yorumlar, itibar görmeyeceği gibi, bu saldırıların bir tür "Robin Hood" tarzı eylem olarak gösterilmemesi gerektiği kanaatindeyiz. Ülke içerisinde bu eylemlerin sempati ile karşılanması Somali'ye Batılı güçler tarafından ekilen tohumların biçilmesinden başka bir anlam taşımamaktadır.
Geri kalmışlığın, dinsel ve etnik iç çatışmaların ortasında bırakılan bu ülkenin bir an evvel istikrara kavuşması ve bu krizin çözülmesi için korsanlık faaliyetlerine karşı uluslararası camiada işbirliğinin geliştirilmesi hususundaki BM Güvenlik Konseyi'nin 1816 No'lu kararından tatmin olmayan ABD'nin bölge devletlerinden açık bir destek beklentisine girmesine rağmen Arap Birliği, Afrika Birliği ve İslam Konferansı Teşkilatı'nın bölge dışı tüm müdahaleleri engelleyerek inisiyatifi ele alması şarttır. Böylesi bir işbirliği birçok Batılı uzman tarafından gündeme getirilen eylemlerin arkasında El Kaide'nin bulunduğu yönündeki müdahale seçeneğini güçlendiren açıklamaların da önünü kesmiş olacaktır. Bununla birlikte bu ülkenin istikrara kavuşturulması ve yasadışı eylemlere son verilmesi anlamında sürecin ikinci adımını, ABD tarafından taşeron güç olarak kullanılan Etiyopya güçlerinin ülkeden çıkarılarak Somali içerisindeki otorite boşluğunun giderilmesi oluşturmalıdır.
Kaynak : 28.11.2008 Zaman Avrupa Baskısı
: 27.11.2008 Zaman Türkiye Baskısı
Hazırlayan : Mustafa Kazalan

Çarşamba, Eylül 03, 2008

Bir inek Hikayesi


Hz. Musa (as) zamanında yaşanan
´Bakara` olayı bize ne anlatıyor?


İNEĞİ BİLİRSİNİZ.

Memelerinden şifalı süt sağdığımız, etinden protein sağladığımız mübarek bir hayvandır. Kurban olarak kesilmesi de makbuldür; kesene, kestirene sevap getirir.

Fakat “ineği kesmek” bazan öylesine zor, öylesine zor hale
geliyor ki, bu kesim işlemi için bir peygamberin gönderilmesi gerekebiliyor. Ve, kesemeyenlere örnek olarak, ineği o kesiyor.
“İneğin kesilmesi” olayı o kadar önem taşıyor ki, ilahî kelâm bu konuya sık sık değiniyor.
Hattâ, Kur’ân’ın en uzun sûresi onun adıyla anılıyor.

Peki, inek ve kesilmesi, neden önemli? Kur’ân’da bu konudan sadece tarihe geçmiş bir topluluğun başından geçen bir olay olarak mı bahsediliyor?

Bugünü yaşayan bizler için, bu konu ne anlam taşıyor?

Öncelikle, tarihî olayı hatırlayalım. Mısır’da Nil nehrinin taşıdığı bereketle, kızgın çöl verimli topraklara döner. Toprak sulanır, işlenir, bol ürün hasat edilir.


O zamanki tarım sabana, saban da inek ve öküze dayalı olduğundan, bu hayvanlar insanların gözünde çok ama çok değer kazanır. Ki, kendimizi bir ânlığına tek gelir vesilesi toprak olan, toprağı ise öküzle süren kişilermiş gibi düşünürsek, artık tarih olmuş “saban teknolojisi”nin ve dolayısıyla inek ve öküzün o zamanki insanlar için taşıdığı anlamı hissedebiliriz.

İneğin, hayatlarında böylesi merkezî bir yer tuttuğu bu insanlar, zamanla
“Ya inek olmasaydı halimiz ne olurdu?” diye düşünmeye başlarlar. “İnek olmasaydı, toprağı süremezdik.
Toprağı süremesek, ürün kaldıramazdık.
Ürün kaldıramasak, rızıksız kalırdık.
Rızıksız kalsak, ölürdük” sonucuna ulaşırlar.
“İnek olmasaydı” diye kurulan bu muhakeme zincirinde, inek, âdeta “hayatın devam ettiricisi” haline gelir.
“Rızıksız kalırsak yaşamayız” diye düşünen söz konusu topluluk, ineği “rızık kaynağı” gördüğü için, ona tapmaya başlar.
Ona kutsal birşeymiş gibi yaklaşırlar. Kimseye ona el sürdürmez; dokunulmasına izin vermezler.

Böylesi bir toplumda, inek dokunulmazdır.
Kutsaldır. Midelerin ve kalblerin bağlandığı bir otoritedir. İlahtır!
Oysa, gerçekte, inek “rızık verici” midir?

İnsanların halinden anlayan, “Hadi şu zavallıların ihtiyacını gidereyim” diyebilen şefkat sahibi biri midir?
Bunu görebilecek ilme ve yapabilecek kudrete sahipmi dir?
Ne var ki, ineğe tapan insanlar, bu soruları sormamış,
hiç bu sorular üzerine düşünmemişlerdir.

Aslında sessiz, sakin, kendi halinde bir hayvandır inek.
Çayırlarda otlanır. Yer, içer. Kendisi de rızka muhtaçtır. Ne memelerinde taşıdığı sütün faydalarından haberi vardır, ne etinin ve derisinin hizmetinden. Görevi sadece bunları taşımak, sergilemek ve sunmaktır sanki. Önüne konulanı yer, boynuna vurulanı taşır, memelerinde birikeni sunar; ötesini bilemez ve düşünemez.
Ama yine de, “İnek olmasaydı toprağı süremezdik, toprağı süremesek, buğday hasat edemezdik” diye düşünerek onu âdeta ilah haline getirenler olmuştur.
Madem öyle, buğdayın vücuda gelişini bir tarafa, ineği öbür tarafa koyalım ve beraberce ikisini tartalım:
Buğday, insanlar rızık olma gibi bir maksat sergiler.
Bugünün tabiriyle, “temel gıda maddeleri”nden en önde gelenidir. İnsanların rızık olarak ona ihtiyacı vardır. Oysa inek insanların bu ihtiyacını giderebilecek birisi olabilir mi? En başta kendisi rızka muhtaç olan, nasıl rızık verici olabilir?
Buğday, şefkat ve inayet gerçeğinin aynasıdır. İnsanın ihtiyacını gören, bu ihtiyaca karşılık ona şefkat ve yardım eden birini bildirir. İnek ise, insanlara şefkat edebilecek, onlara yardım elini uzatabilecek biri değildir. Kendisi şefkate ve yardıma muhtaç biri, nasıl gerçekten şefkat ve yardım edici olabilir?

Tek bir buğday tanesinin dahi vücuda getirilişinde bir sanat görünür. Değil bir inek, bütün inekler toplansa, bu sanat eserini yapamayacaklarını her akıl sahibi görür.
İneğin hiçbir şekilde sanakâr olamayacağı o derece açıktır.
Kendisi de sanat eseri olan, kendisi de yapılmış bir mevcud, nasıl sanatkâr olabilir?
Buğdayın vücuda getirilmesi, ilim ve kudret gerektirir.
Tek bir buğdayın vücuda gelişi, toprak, hava, su, güneş gibi unsurlarla, tüm kâinatla öylesine bağlıdır ki, inekte ne tüm bunları bilebilecek bir ilim; ne tüm bunları yapabilecek bir kudret vardır.
Kısacası, buğdayı rızık olarak veren ne inektir; ne kendisi de rızka muhtaç başka birşey...
Buğdayı veren, olsa olsa, bütün rızka muhtaçlara rızık veren, ama kendisi rızka muhtaç olmayan Birisidir.
Ancak şefkat ve inayet sahibi, sanatkâr, ilmi ve kudreti tüm kâinatı kuşatan Birisi buğdayı yapabilir. Ki o, ineği, toprağı, suyu, kısacası herşeyi yapan Birisidir.
Ne var ki, insanlar Onu tanıyıp sevecekleri ve Ona teşekkür edecekleri yerde, zavallı ineklere yönelince, yine şefkat ve yardım elini uzatır. Söz konusu insanlara Hz. Musa’yı gönderir. Ve ineği Hz. Musa kurban edip keser. Öylece, rızkı verenin inek olduğunu zanneden kişilere, onun rızık verici olmadığını; asıl teşekküre onun değil, gerçekten rızkı Verenin lâyık olduğunu gösterir.
Burada öldürülen ineğin kendisi değildir. Buna gerek de yoktur.
Zira inek, yaratılışıyla kendisine verilen görevleri bihakkın yerine getiren, Sanatkârının öngördüğü şekilde yaşayan bir mahlûktur
Öldürülen inekperestliktir.
Yani, “İnek olmasaydı karnımız doymazdı, biz de olmazdık” diye uzayan, sonuçta yaşıyor oluşumuzu ineğin lütfu gören anlayıştır. Determinizme dayalı, ucu sebeplere tapmaya varan bu esbabperest düşünce tarzı kesilmiştir.Gerçi tam tatmin olmayanlar, kesilen ineğin yerine, Hz. Musa oradan ayrıldıktan sonra, altından bir buzağı yapmışlar. Bu da, Hz. Musa gibi insanlarla, esbaba tapanlar arasındaki mücadelenin durmadığını gösteriyor.
Hz. Musa’nın ineği kesmesi bir semboldür. O devirdeki insanların her birinin kalbinde taşıdığı, sonucu sebepten, yani inekten bilme ve dolayısıyla bizzat onu sevme, ona teşekkür etme, ona ibadet etme meylinin kırılmasının sembolüdür. Bu anlayışın yanlış olduğunun, yok edilmesi gerektiğinin; çünkü ineğin rızık verici olmadığının ilanıdır.
Hz. Musa ineği kesebilmişti, zira ineği gerçek haliyle biliyordu.
İneğin, gerçekte, insanları seven, insanların ihtiyacını gören, onlara şefkat eden Birisi tarafından gönderilmiş bir “hediye” olduğunun farkındaydı. O yüzden, ineği, onu gönderen adına seviyordu, “rızık kaynağı” olarak değil.
Zaten ineği Onun adına kesmişti. Onu insanların hizmetine sunan Rabbinin emriyle, izniyle kesmişti. Mâlûm, artık teknoloji değişti. Tarımda öküz ve ineğin yerini makineler aldı. Tarımla uğraşanların sayısı da azaldı.Birçoğumuz rızkını tarla dışında arıyor. Kimi bilgisayar karşısında, kimi fabrikada, kimi devlet kapısında. Kimi bilgisini kullanıyor, kimi başka şeyleri.
Bu minval üzere yaşayan bizlere, bu olay ne anlatıyor olabilir? Meselâ, o insanlar rızıklarını “inek”ten biliyorlardı, ya biz kimden biliyoruz? Kime veya neye, rızık kaynağı diye bakıp teşekkür ediyoruz? Söz konusu olayda ineğin temsil ettiği “sebep”lere mi, yoksa cümle inekleri, yani cümle sebepleri yaratan, ilim, kudret, şefkat ve inayet sahibi Birine mi?

Gerçek Tesir Sahibi Biri mi? İşte bu noktada, herkesin hâlâ birer ineği var gibi. Çağlara ve kişilere göre “inek”ler, yani vesileler değişiyor; ama inek ve ineğin kesilmesi olayının taşıdığı anlam değişmiyor.
Birisi her daim rızık veriyor; ve o rızkı verenin kim olduğu sorusu hiç değişmiyor. Bir çocuğun bile aklına ters göreceği ineğe, yani vesilelere tapma, sonucu o yaratmış gibi ona teşekkür etme, ve daima ona dilencilik etme nerede; bütün ineklerin ve bütün sebeplerin yaratıcısı, yegâne Gerçek Tesir Sahibi, insanı gerçekten seven ve ona rızkını ummadığı yerden gönderen Rabbine teşekkürlerini sunarak, ineğe kul olma zelilliğinden uzak bir hayat sürmek nerede?
“İnek”lere mi, yoksa bütün bu inekleri insanın hizmetine veren Rabbine mi şükretmek insana yaraşır?Hangisi izzetlidir? Kula kul olmak mı; ihtiyaçlarımız için o kulları yaratan Rabbimize bağlanmak mı? Rızkını sebeplerden bilmenin hâlâ yaygın olduğu ortamlarda bu kesim işi biraz zor olabilir. “Çevre”ydi, “sosyal baskı”ydı, şuydu, buydu derken, kimi mazaretler bile bulunabilir. Oysa, herşey bir yana, bu kesim işinin en zor yanı, bir “sebep” olarak kendimizi etki sahibi görmekten kurtulabilmektir.
Yani, asıl “inek”ler, dışarıda değil, içimizde. Nitekim, biraz zorlamayla dışarıdaki ineği tam inanmadan, kesmişsek; ardından kendi elimizle hem de altından bir inek yapabiliyoruz. Ve, onu kırmak, daha da zor.Ama, tüm zamanlara ve insanlara seslenen Kur’ân bizi “inek”lere değil, herşeye rızık veren bir Zat’a teşekkür ve ibadete davet ediyor.
Ne mutlu kendi “ineği”ni Rabbinin yolunda kurban edenlere…

Kaynak : Karakalem net : Murat Çiftkaya
Hazırlayan : Ali Akarsu

Salı, Nisan 29, 2008

Bir haftalığına gülistan olmak. Ne güzel! Peygamber balına konmuş sinek miyiz, yoksa o petekte bulunan arı mı?

Bir haftalığına gülistan olmak. Ne güzel! Derin’lerden pis kokuların yükseldiği ülkemin her tarafını, bir haftalığına da olsa gül kokusu saracak.Bir haftalığına gülistan olmak.Ne güzel!Derin’lerden pis kokuların yükseldiği ülkemin her tarafını, bir haftalığına da olsa gül kokusu saracak. Güler gülünün muhabbeti, bülbülleri coşturdu. Kargalar ve yarasalar, herhalde bundan rahatsız oluyorlardır.Özellikle son yıllarda Kutlu Doğum Haftası’nın daha bir coşkulu geçmesini neye borçluyuz?Ben mahut ve meşum “28 Şubat” budamasına diyorum. Budanan güller daha gür ve gümrah açıyor. Baksanıza, milletin dinine imanına tahammül edemeyenlerin hırçınlığına inat, sıradan insanlar daha fazla dindarlaşıyor. Allah’a savaş açan ebeveynlerin çocukları, Allah’a koşuyor. Buna ister “ilâhî intikam”, ister “rahmet-i Rahmân” deyin, bu böyle.Malumlar bu dindarlaşmayı “tehlike” olarak algılıyorlar. Bir bakıma doğru.Ama kim için tehlike?Milletin dindarlaşmasının, kimler için tehlike oluşturduğunu tahmin edebilirsiniz.Allah’ın kullarını kendi ideolojilerine ve sahte ilahlarına kul etmek isteyen özgürlük düşmanları için. Bu ülkeyi babasının çiftliği gibi kullanan ‘modern’ üfürükçüler, ‘ilerici’ hırsızlar, ‘çağdaş’ eşkıyalar için. Kumarbazlar, madrabazlar, hokkabazlar, düzenbazlar için. Alkol, kadın, uyuşturucu ve bilumum günah tacirleri için.Mazbut bir aileye sahip olamadığı, böyle bir aile ortamından mahrum kaldığından, aileye ve aileyi ayakta tutan tüm değerlere düşman olan ahlaksızlar için. Nefsine kul şehvetine esir olduğundan dolayı, milletin körpe kızlarını potansiyel partner olarak görmek isteyen şehvetperestler için. Sigarasını yakmak için bütün bir ülkeyi kundaklamaktan çekinmeyecek kadar bencil ve çıkarcı sapıklar için.Bu dindarlaşma sürecek.Bir, bu dindarlaşmayı tehlike olarak görenlerin bu ülkeyi yüz yılın en kötü yönetilen ülkesi yaptıklarını millet ayan açık gördüğü için sürecek. İki, onların bu ülkeye verecek hiçbir şeyleri olmadığı için sürecek. Üç, bu zümrelerin, bu milletin cebinden safa sürüp keyif çattığı halde, her seferinde karnını doyurduğu çanağı kirlettiğini, hatta tekmeleyip kırdığını gördüğü için sürecek. Dört, mahut azgın azınlığın hiçbir sahici değerden nasibi olmadığı tecrübeyle sabit olduğu için sürecek. Beş, bu ülkenin başına örülen çoraplardan dindarların sorumlu olmadığı, sorumluların hep özüne yabancılaşmış, dinden imandan kopmuş zümreler arasından çıktığı için sürecek.Hepsinden öte, bu dindarlaşma, Kur’an gibi bir rehber, Hz. Peygamber gibi üretilebilir bir model olduğu için sürecek.Medeniyetimizin sıra dışı kafalarından, tarihin tanıdığı gerçek bir ‘entelektüel garip’ olan Ebu Hayan et-Tevhîdî (ömürlük hasılatı olan eserlerini toplayıp ateşe vermişti), “İnsan insanın en büyük sorunudur” der. Bununla zımnen şunu da demiş olur: insan Allah için bir sorun teşkil etmez, edemez. Ediyorsa –ki ediyor- insan yine kendisi için sorundur.Değil mi ama? Bu memleket de dahil, mevcut dünyanın sorunlarını başlıklar halinde alt alta sıralayın bakalım. İnsânî, imânî, felsefî, ilmî, iktisâdî, siyâsî, askerî ve ekolojik sorunlarının tümünün temelinde yatan etmen ne? Tabii ki, “haddini-değerini bilmeyen” insan.Peygamberlik kurumu, Allah’ın yeryüzüne açtığı en büyük kredi olan insan, haddini-değerini bilsin, sorunun değil çözümün parçası olsun diye, Allah tarafından ihdas edilmiş ulvi bir kurumdur.Peygamberler, insanlığın “prototipleri”, hakîkî modelleridir. İnsanı yaratan ve yarattığını en iyi bilen Allah tarafından, “insan” olmak isteyen herkese (“insan doğulmaz, olunur”) sunulmuştur. Allah’ın sunduğu bu sahici modelleri göz ardı eden bir dünyanın, cilalı dünyanın sunduğu “fotomodellere” itibar etmekten başka çıkar yolu gözükmemektedir. Kılavuzu karga olanın varacağı yeri söylemeye gerek yok.Alemlere rahmet Hz. Muhammed de “model” misyonuyla (usvetun hasenetun) gönderilmiştir. Bu misyonu ona Allah yüklemiştir. Onun alemlere rahmet olması, gayr-ı irâdî ve ‘vehbî’ bir oluş değil, irâdî ve kesbî bir oluştur. Fânî bedeniyle değil, bâkî misyonuyla alakalıdır. Bu misyona sahip çıkıp onu hayatlarına taşıyanlar, bunu yapabildikleri oranda Allah Rasulünün rahmet olduğu “âlemlere” dahil olurlar. Yoksa, onun âlemlere rahmet oluşu berikiler için bir ‘banko bilet’ değildir. Aksine, peygamberin misyonuna ihanet etmenin dünya ve ahiretteki bedelini öderler.Unutmamalı ki, bir peygamber gerçek anlamda Ruhunu Allah’a teslim ettiği için değil, misyonunu sürdürenler bulunmadığı için ölür.Şimdi, her mümin, Kur’an’ın “hayata dönüşmüş biçimi” olan Allah Rasulüyle ilgili tasavvurunu yoklasın. Biz Peygamber’in üreticisi miyiz, tüketicisi mi? Daha dobra soralım: Peygamber balına konmuş sinek miyiz, yoksa o petekte bulunan arı mı? Mustafa İSLAMOĞLU

Pazar, Nisan 27, 2008

Müstehcen resimler ve görüntüler

Not : Aşağıdaki Soru ve Cevabı,
Buraya koymamızın sebebi :
Bu sıkıntıyla karşılaşanlara
Ìbret olsun diye …!

Soru: Hocam, internetteki müstehcen site ve resimlerden kaç kez uzak durmaya çalıştım. Her seferinde söz verdim. O tür kadınları dışarda görsem tiksiniyorum, dönüp bakmıyorum bile elhamdülillah. Fakat yine de kendime mani olamıyorum. Bu konuda bana nasihat eder misiniz?
12/06/2007

CEVAP:
Aziz ilim talibi,
Müstehcen resimler ve görüntüler,
1. İnsanın içindeki iyilik hücrelerini öldürür.
2. Şehvetini azdırır.
3. Meleklerimizin moralini bozar ve bize dua etmelerine engel olur.
4.İnsanın kendisine karşı saygısını azaltır.
5. İradesine karşı güvenini sarsar.
6. Hafızayı zayıflatır.
7. Kalbi meşgul eder ve kararmasına yol açar.
8. Şehvet, insana verilmiş emanettir. Emanete sadakat gerektir. Şehvet emanetini meşru yollardan tatmin etmek gerekir. Bunun en güzel yolu da evliliktir. Gençlere bir an önce evlenmelerini, zamanı gelmiş evliliği dünyevi gerekçelerle ertelememelerini tavsiye ederim. Size de... Bu tür kerih görüntüler, ileride gerçekleşecek evliliğin gizemini de azaltır.
Bütün bu zararları göz önünde tutunca alk-ı selim bu tür kerih görüntülerden ve müstehcenlikten uzak durmayı emreder. Siz de irade sınavında bu savaşı kazanmak için gayret edin. Bunun bir iç cihad olduğunu unutmayın.
Rabbim, nefsi emmarenin kötülüklerinden hepimizi korusun.

(Musrafa Ìslamoğlu)

Cumartesi, Nisan 26, 2008

Gaflet


Sayı 38 Gaflet

Sözlüklerde gaflet kelimesi, bir şeyi terk etmek, ihmal etmek, uyanık bulunmamak, nefsin arzularına uyarak zamanı boşa geçirmek, önemsiz şeylerle uğraşmak, olandan bitenden habersiz olmak, dalgınlık, dikkatsizlik, boş bulunma, aymazlık, tedbirsizlik gibi anlamlarda kullanılır.
Terim olarak gaflet, ana hatlarıyla, kişinin hevâ-i nefsine uyarak enfüste ve afakta var olan Allah’ın âyetleri üzerinde düşünmemesi, anlamaya çalışmaması; neticede dünyaya geliş gayesini ihmal edip ömür sermayesini boşa harcaması anlamına gelmektedir.
Bilindiği gibi insan birbirine zıt unsurlar taşıyan yapısıyla diğer varlıklardan ayrılır.
Onu diğerlerinden ayıran üç temel özellik şu şekilde sıralanabilir: 1. İnsan Allah’ın yeryüzündeki halifesidir.

Yüce Allah, halife olarak yaratıp yeryüzünde iskân ettirdiği insanoğluna, yeri ve gökleri musahhar etmiş; eşya ve hadiselere müdahale yetkisi, yani sınırlarını Yüce Rabb'imiz'in belirlediği bir tasarruf yetkisi vermiştir. Bu tasarruf, İslâm kültüründe ‘tekvinî ahkâm’ şeklinde adlandırılan tabiat kanunlarına uymakla gerçekleşir. Aslında bu durum sünnetullahın da bir yönünü oluşturur ki, Allah’ın bu sünnetinde herhangi bir değişiklik
söz konusu değildir. İlk insandan bu yana oluşturulan kültür, medeniyet, teknik ve sanat
bu tasarrufun meyvesidir.

2. Diğer temel özellik düşünme kabiliyetidir.

İnsan, kendisini yaratan Rabb'ini ve sıfatlarını düşündüğü gibi, maddî-manevî yönlerden kendisini, akraba-dost ve ailesini, yarınını, niye yaratıldığını, dünya hayatı neticesinde nasıl bir sonla karşılaşacağını, ahiretteki durumunu, etrafında olup biten olayları, iyiyi-kötüyü, sonsuzluğu, astronomik ve astrolojik olayları vs. düşünür.
Bu özelliği ile insan, bütün varlıkla ilişkilidir.

3. İnsanı insan yapan diğer bir özellik de sosyal bir varlık olması gerçeğidir.

Allah tarafından yalnız başına hayatını sürdüremeyecek özellikte yaratılmış böylece hayatın birçok gereklerini ve olgunlaşma ameliyesini ancak diğer hemcinsleriyle ilişkileri sonucu gerçekleştirebilecek bir özelliğe sahip kılınmıştır. Bu sayede bilgi birikimi, aktarımı ve paylaşımını gerçekleştirdiği gibi medeniyetler de oluşturmaktadır; güç durumda kalanlara
el uzattığı gibi, sevinçlerini de paylaşmaktadır; sevdiği gibi nefret de etmektedir …

İnsanın bu temel özelliklerinin yanında, anlaşılması güç bir iç âleme sahip olduğu da diğer bir gerçektir. Vicdan ve nefis gibi iç mekanizmalara sahip olan insan, birbirleriyle çatışan ve zıtlıklar oluşturan çok sayıda duyguya sahiptir.


Kalb, ruh, sır, hafî, ahfâ, âlem-i emre ait Rabbanî latifeler, irade, idrak, şuur, his ve duygular vicdan mekanizmasını meydana getirirken; her türlü şehevî arzu, istek ve kaprisler, kin, nefret, öfke, inat gibi belli hikmet ve gayeler için insana verilen duygular da nefis mekanizmasını meydana getirirler... Bu iki mekanizma âdeta hep birbirinin aleyhine işler. Diğer taraftan insan sever, nefret de eder; üzülür, sevinir de; affeder, öç almaya da kalkışır; çok eski bir olayı hatırlar, kendini bile unutur; hiçbir ayrıntıyı kaçırmaz, ciddi tedbirsizlikler de yapar; dosdoğru yaşar, farklı kimliklere de bürünür…
Bu listeyi uzatmak mümkündür.

Dikkat edilirse saydıklarımızın bir kısmı insanın aleyhine olan, onu lekeleyen, zor durumda bırakan, ahlâkî zafiyetine sebep olan, hem Allah hem vicdan hem de toplum nazarında suçlu olma neticesi doğuran duygu, hâl ve pratiklerdir. İşte bu olumsuz hallerden birisi de konumuz olan gaflettir. Evet, insan maalesef zaman zaman gaflete düşer veya gafil avlanır. Yani yapması gereken bazı şeyleri terk eder, nefsin arzularına uyar, tedbirsizlikler yapar, zamanını boşa harcar, kendini ilgilendirmeyen veya önemsiz işlerle uğraşır, önemli olaylar karşısında duyarsız kalır, aynı delikten müteaddit defalar ısırılır, kandırılır
İnsan hayatında gafletin yoğunluk kazandığı hususları üç ana gruba ayırmak mümkündür.

A -)Yaradılış Gayesi Konusunda Gaflet

Kur’ân-ı Kerim’in beyanıyla, insan bu dünyaya başıboş bırakılmak, hiçbir kurala tâbi olmaksızın yaşamak, sonra da toprağa karışıp yok olmak üzere gönderilmemiştir.
O, kendisini yaratan, çeşitli nimetlerle donatan Rabb'ini tanımak ve O'na ibadet etmek, dünyada yaptıklarıyla cennete layık bir varlık hâline gelmek ve neticede Allah'ın rızasına nail olmak için yaratılmıştır.

İşte önce bu gayeyi, sonra da Allah’ı unutmak ve yapması gerekenler karşısında duyarsız kalmak en büyük gaflettir. Kur’ân’da bu gaflet inkâr edenlerin bir vasfı olarak dile getirilmekte ancak mü’minlerin de ders alıp tetikte olmasına bir engel bulunmamaktadır. Zira Kur’ân’dan hakkıyla istifade edebilmemiz için her âyetini bize hitaben nazil olmuş gibi okumamız ve ona göre davranmamız gerekmektedir..

Yüce Allah şöyle buyuruyor: “Biz Cehennem için cinlerden ve insanlardan öyle kimseler yarattık ki onların kalbleri vardır ama bu kalblerle idrâk etmezler, gözleri vardır onlarla görmezler, kulakları vardır onlarla işitmezler. Hâsılı onlar hayvanlar gibi, hatta onlardan da şaşkındırlar.


İşte asıl gafil olanlar onlardır.” (A’raf Sûresi, 7/179) “Sen o hasret ve pişmanlık gününü, o haklarında ilahî hükmün yerini bulacağı günü anlatarak uyar onları! Ama onlar gaflet içindeler, hala iman etmiyorlar onlar.” (Meryem Sûresi, 19/39)
“İnsanların hesap verme vakti yaklaştı. Ama onlar hala gaflet içinde haktan yüz çevirmektedirler.” (Enbiyâ Sûresi, 21/1)

İnsan bir yönüyle madde, bir yönüyle de mana âlemiyle ilgilidir; ikisine ait unsurlar taşımaktadır. Ve dünya hayatı, bu iki zıt unsurun mücadele ve mücahede meydanı hükmündedir.

Ciddi gayretler gösterilmez ve uyanık davranılmazsa maddenin manaya galip gelmesi kaçınılmazdır. Çünkü dünya hayatıyla, ruhun denenip imtihanlardan geçirilerek yüceltilmesi hedeftir. Dünya, imtihana konu olma görev ve özelliği gereği, tatlı, süslü ve çekici kılınmıştır. Ancak âyet ve hadislerde, bu özelliğe dikkat çekilerek, insanların gaflete düşmemeleri için uyarıldığı görülmektedir. Sadece bir âyet zikretmek istiyoruz:“Bilin ki, dünya hayatı oyun, eğlence, süs, aranızda övünme, mal ve evlat çoğaltma yarışından ibarettir. Bu tıpkı bir yağmura benzer ki, bitirdiği bitkiler çiftçilerin hoşuna gider, sonra kuruyuverir, bakarsın sararıp solmuş, un ufak olmuş, dağılıp gitmiştir... Dünya hayatı aldatıcı bir zevkten başka bir şey değildir.” (Hadîd Sûresi, 57/24) Öyle anlaşılıyor ki dünya ve içindekilere gereğinden fazla değer vermek ve bağlanmak gafletin temel sebepleri arasında yer almaktadır. Zira mal ve evlât başlı başına birer imtihan vesilesi olduğu gibi, helâl-haram demeden malı çoğaltma yarışı ve bu iş için girişilen ticaret ve alım satım, dünyadan hiç ayrılmayacakmış gibi ona bağlılık ve tûl-i emel, karşı cinse, makama ve çeşitli lezzetlere düşkünlük, ‘gününü gün etme’ mantığı…

Evet, bütün bunlar kişinin yaradılış gayesinden gaflete düşmesine sebep olmaktadır. Elbette bunlar aynı zamanda birer nimettir ve insanların tasarrufuna sunulmuşlardır ancak istenen husus gaflete düşmeyecek şekilde denge kurmaktır.

Bu denge en güzel şekliyle, meşru daireyi aşmamak, başta zekât olmak üzere malın, ilmin ve sağlığın hakkını vermek ve harcamaları ihtiyaçla sınırlandırmak suretiyle kurulabilir. Yani helal dairesi keyfe kâfidir, kazandıklarımızın içinde ihtiyaç sahiplerinin hakları vardır ve ihtiyaçtan fazla harcama neticede israfa götürebilir.

Bu arada şunu da ifade etmek, yapılan değerlendirmeye aykırı görülmemelidir: İnanan insanların ülke ve dünya çapında sayılı zenginler arasına girmelerinde, belirtilen ölçülere uyulduğu takdirde, herhangi bir engel olmadığı gibi esasında buna teşvik de

Ölümün ve sonrasında karşılaşılacak hâllerin düşünülmemesi de gaflet sebepleri arasındadır. Her insan ölecek ve dünyada yaptıklarından hesap verecektir. Bu gerçeği hatırlatmak insanları ölümle tehdit etmek değildir; ancak gaflet perdesini yırtan en etkili şeyin de ölümü hatırlamak olduğu unutulmamalıdır. Onun için Efendimiz “Lezzetleri yakıp yıkan ölümü çokça zikredin.”(Tirmizi, Zühd 2.)buyurmuştur. Bu hadisi, ‘Dünyadan hiç lezzet almayın, her türlü zevkten kaçının.’ şeklinde anlamak yerine, ‘Bu yüzden gaflet perdesine bürünmeyin veya gaflet perdesini en etkili şekilde yırtan şey ölümü hatırlamaktır.’ şeklinde anlamak daha isabetlidir. Kısacası sadece dünya hayatına razı olunmamalıdır.
Bu konu âyette şöyle dile getirilmektedir: “Bildikleri, sadece dünya hayatının dış görünüşüdür; ama ahiretten habersiz, gafildirler.” (Âl-i İmrân Sûresi, 3/7) Gaflete dalıp ahiret gününü ve Allah’ın huzuruna çıkmayı unutan kişilere o gün şöyle denilir: “Siz dünyada bugüne kavuşmayı nasıl unuttuysanız, Biz de sizi öylece unutacağız. Yeriniz ateştir ve sizin için yardımcılardan hiç kimse de yoktur.” (Casiye Sûresi, 45/34)

“Allah’ı unutanlar gibi olmayın ki, Allah da onlara kendi nefislerini unutturmuştur.” (Haşir Sûresi, 59/19) âyeti de insanın tipik özelliklerinden birini beyan etmektedir. O, kendi adına hesap ve kitabı düşünmediği gibi bela ve musibetleri de hep başkası için düşünür. Mesela etrafında sürekli ölümlere şahit olduğu hâlde birgün ölebileceğini düşünmez. Nefs-i emmâresi külfet ve hizmet söz konusu olduğunda kendisini unutturur, fakat ücret alma ve zevklerden yararlanma söz konusu olunca hemen ileri atılır. İşte gaflet budur…

Haris El-Muhasibî de “İlk musibet; kalbi ahireti zikredip düşünmekten alıkoymaktır.” der ve sözlerini şöyle sürdürür: “Bundan sehiv, sonra nisyan, sonra gaflet, arkasından Allah’ın emirlerini yerine getirmeme, daha sonra da günah işlemekten ileri gelen kalb pası ve katılığı gelir. Bu son ikisiyle ahiret düşüncesi tamamen perdelenir.” El-Muhasibî, Er-Ri’aye li Hukukillah, (Kalb Hayatı), 35.

B-) Çevrede Olup Biten Hâdiselere Karşı Gaflet
Sosyal bir varlık olduğumuz için çevremizde olup biten olaylara duyarsız kalmak da bir gaflettir. Akrabalarımızla ilişkilerimizden, dostlarımızın dert ve sevinçlerini paylaşmaya; yardıma muhtaç insanlara el uzatmaktan, savaş, tabiî afet vb. sebeplerle sıkıntıya düşenlere yardım etmeye; ülke kalkınmasına katkıda bulunmaktan, insanlığa, başta İslâm olmak üzere, her türlü güzelliği ulaştırmaya varıncaya kadar değişik meselelere duyarlı olmak kulluk vazifemiz ve gafletten kurtulmanın bir gereğidir. Zira Efendimiz'in ifadesiyle, “Müslümanların dertleriyle dertlenmeyen onlardan olmadığı” gibi, şu duyarlılıklar da Müslüman’ın Müslüman üzerindeki haklarındandır: “Ona rastladığında kendisine selâm vermek, yemeğe davet ederse icabet etmek, öğüt isterse öğüt vermek, aksırır da Allah’a hamd ederse “yerhamükellah” (Allah sana merhamet etsin) demek, hastalanırsa kendisini ziyaret etmek, ölürse cenazesinde hazır bulunmak….”. Müslim, Selâm 4,5.

Bu ve benzeri konulardaki gaflet sadece insanî görevlerin ihmali değildir, aynı zamanda büyük bir kısmı kul haklarını ihlal veya değişik seviyelerde günaha girmek anlamına da gelir.

C-) İç Âleme (Enfüs) Yönelik Gaflet
Bilindiği gibi insan maddî varlığının yanı sıra bir de manevî varlığa sahiptir. Yeme-içme, temizlik, dinlenme, gerektiğinde sportif faaliyet, hastalanma durumunda tedavi vb. yollarla maddî yönden ihtiyaçları karşılanmış ve sağlıklı bir şekilde devamı sağlanmış olur. Manevî cepheyi oluşturan akıl, zihin, ruh, kalb, nefs ve daha başka unsur ve mekanizmaların da sağlıklı beslenmeye ve onlara uygun gıdalara ihtiyaçları bulunmaktadır. Bu ihtiyaçlar, bilgi, sanat ve en geniş anlamıyla inanma ve bunun gereği olan ibadetle karşılanmaktadır. Bunlara karşı duyarsızlık iç âlemimizin ihmali anlamına gelen bir gaflettir. Dolayısıyla cehalet bir gaflet olduğu gibi, her çeşit sanattan mahrumiyet ve sanata ilgisizlik de bir gaflettir. Ancak bunların en büyüğü Allah’ı zikretme noktasındaki gaflettir. Bu sonuncusu üzerinde birkaç cümle ile durmak isteriz.

Zikir, Kur’ân’da genellikle Allah’ı anmak, O’nu daima hatırlayıp hiç unutmamak manalarına kullanılır. Bir âyette “İçinden yalvararak ve korkarak, aşikâre olmayan hafif bir sesle Rabb'ini an da gafillerden olma.” (A’râf Sûresi, 7/205) lafızlarıyla anlatılan zikrin, gafletin zıddı olduğu, “Unuttuğunda hemen Rabb'ini an.” (Kehf Sûresi, 18/24) âyetiyle teyit edilmektedir. Bir âyette de dünya malı ve çoluk-çocuğun, insanı Allah’ın zikrinden alıkoymaması (Münâfikûn Sûresi, 63/9) gerektiği belirtilmektedir. Bir yandan kalblerin ve gönüllerin ancak zikr-i ilahî ile itminana ulaşabileceği vurgulanırken, (Ra’d Sûresi, 13/28) diğer yandan hakkın zikrinden yüz çevirenin dar bir geçimle karşı karşıya geleceğine (Taha Sûresi, 20/124) dikkat çekilmektedir.

Kur’ân, zikir için bir sınır koymayıp çok kelimesini kullanmaktadır. Zikir için zaman, mekân ve pozisyon ayırımı yapılmadan âdeta sınır konmamıştır. Öyle olması gayet tabiîdir, çünkü perdeleri kaldırarak Sonsuz’la irtibat kurmanın en ideal şekli zikirdir. Zikrin özelliklerinden biri de mütekabiliyet sırrıdır, yani ona zikirle mukabele ediliyor olmasıdır. Yüce Allah “Beni zikrediniz ki, ben de sizi zikredeyim” (Bakara Sûresi, 2/152) buyurmuştur.
Dikkat edilirse zikir bütün ibadetleri bünyesinde toplayan şemsiye bir ifadedir. Dua etmek, Kur’ân okumak, namaz kılmak, hacdaki menâsik ve akla gelebilecek başka ibadetler hep bu şemsiyenin altına girer. Aslında zikir, kâinattaki canlı-cansız bütün varlıkların, kendi hususî dilleri ve tavırlarıyla sürekli ve programlandıkları bir şekilde yaptıkları faaliyete veya zikir korosuna insanın iradî olarak katılmasıdır.
Melek-cin, canlı-cansız bütün varlıkların hep beraber icra ettikleri bu faaliyete katılmamak ve duyarsız kalmak en büyük gaflet olmaz mı?

Bir de yapılan ibadetlerin farkında olmamak, bir nevi âdet yerini bulsun diye yapmak, diğer bir ifadeyle ibadetlerdeki sığlığın da ayrı ve yaygın bir gaflet olduğuna dikkat çekmek gerekir. Kime ve niçin ibadet edilmekte, hangi keyfiyet ve derinliğe ihtiyaç bulunmakta, okunan âyet ve tesbihler ne anlam taşımakta, secde ile kime ve ne derecede yaklaşılmakta, sadaka önce kimin eline ulaşmakta, namazın sonunda sağa-sola niye selam verilmekte… Eğer bu soruların cevabı gereğine uygun verilemiyor ve uygulanamıyorsa ibadetlerimizde ciddi bir gafletimiz var demektir.

Efendimiz şöyle buyuruyor: “Kabul olunacağına tam inanmış olarak Allah’a dua edin. Bilin ki Allah, gaflet içinde olan (yani ne söylediğini, söylediğinin nereye varacağını bilmeyen, Allah’ın bütün duaları kabul edebilecek bir kudrette olduğundan gafil olan) ve lehv içinde olan (yani âdet yerini bulsun diye) dua eden bir kalbin duasını kabul etmez.Tirmizî, Daavat 65.
Mâûn Sûresi'nde de konuya şöyle dikkat çekilmektedir: “Vay hâline şöyle namaz kılanların ki, onlar namazlarından gafildirler. İbadetlerini gösteriş için yaparlar, zekât ve diğer yardımlarını esirger, vermezler.” (Mâûn Sûresi, 107/4–7)Namazdan gafil olmak, ona gereken önemi vermemek, vaktinin gecikip gecikmediğine pek aldırmamak, cemaatle kılmaya itina göstermemek, Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem)’in ifadesiyle secdeleri horozun daneyi yerden alması (gagalaması) gibi yapmak, namazda okuduklarından gaflette bulunmak yani okuduğunda akıl ve kalbin başka şeylerle meşgul olması ve okunanları duymaması, idrak etmemesi dolayısıyla kıldığı namazların kendisi üzerinde güzel tesirlerinin bulunmaması anlamlarına gelir. Namazda zaman zaman zihnin başka düşüncelere dalması insanın elinde olmayan bir şeydir ancak, insan dikkatini toplamaya gayret etmeli değişik yollarla gafleti dağıtmaya çalışmalıdır. Kur’ân okuma, dua etme, tesbihat yapma, oruç tutma, zekât verme gibi diğer ibadetlerimiz için de benzeri bir gaflet söz konusudur. Öyle olunca da iç âlemin yeterince doyurulduğu söylenemez.Netice olarak!
Bazı konular zıtlarıyla daha iyi anlaşılmaktadır. Gafletin zıttı, tasavvuf kaynaklarındaki geniş anlamıyla yakaza ve zikirdir. Ayrıca ihsan ufkundaki bir hayat tarzı da gafletin panzehirdir. Gaflet bir unutma olunca buna sebep olan nefsi de iyi tanımak gerekir. Diğer taraftan ömür sermayesinin en kârlı bir şekilde harcanması yani zamanın gereğine uygun değerlendirilmesi gaflete düşmemenin şartlarındandır. O zaman her ânın hakkı verilmelidir. Bütün gayreti ile bulundugu zamana yöneltmeyen kişi, bir an sonra geçmiş olacak anların karanlığında kalmaya kendini mahkûm eder. Bu da pişmanlık, cehalet, bencillik ve bağımlılık doğurur. Geçmiş mazidir, geleceğe ulaşıp ulaşamayacağımız da belli değildir. Öyle ise her ânı salih bir daire içinde dolu dolu yaşamaya bakmalıyız.

Kaynak :Yeni Ümit Dini İlimler ve Kültür Dergisi : En Diri Gönüllere Bile Kezzab: Gaflet
Yazar : Prof.Dr. Abdulhakim YÜCE
Hazırlayan : Tahir Eğerci

Ìkinci Cahiliyeden Çıkış

Sayı 37 Ìkinci Cahiliyeden Çıkış

Bütün hamdler yalnızca Allah'a mahsustur. O'nu över ve yalnızca O'ndan yardım dileriz. Sâlat ve selâm tevhid öğreticimiz Muhammed'in, O'nun ehli beytinin ve seçkin sahabilerinin üzerine olsun!

Dünya bugün bütün yoğunluğuyla ikinci cahiliye dönemini yaşamakta. Birinci cahiliye döneminden çok daha sistemli, çok daha donanımlı bir cahiliye dönemi bu. Lobiciliğini hakim güçlerin yaptığı, amansız savunucuları ve muazzam bir maddi gücü bulunan bu ikinci cahiliye döneminin şeytanın bilim (!) ve teknoloji (!) ve maddi gücü öne geçmiş kanaat önderleri var.

Bunların hedefi insanlığı bütün mukaddesatlardan uzaklaştırarak insanları; dinsiz, kutsalsız, maneviyatsız, maddeperest zevkperest ve sefil yaratıklar haline getirmektedir. Böylelikle kendilerine daimi kul köle edinmek ve beleşten efendilik sefası sürmek...!
Ama onların değişmez prensibi olduğu üzere, bu kişiliksizleştirici, kimliksizleştirici, dinsizleştirici ameliyelerini kamufle etmek için örtülü ifadeye başvurdular ve bu korkunç cinayete "çağdaşlaştırma misyonu" dediler.
Ve ne vahimdir ki şuursuz yığınlar yaprağın kendisini rüzgara teslim edişi gibi, kendini bu şeytani bilim uzmanlarına teslim etmiş durumda.
Kalabalıkların yaşam tarzlarını, değer ölçülerini, kılık kıyafetlerini tamamen onlar belirlemekte.
Onlar, kendi hedeflerine ulaşmak için en etkin silah olarak insanların genelde cazibesine ve cilvesine dayanamadığı şu iki şeyi kullanır:

Tüketim çılgınlığı ve kadın teni.

Ve kalabalığa süslü reklamla amaçlarının daha fazla para, yüksek bir kariyer, sınır tanımayan bir cinsellik ve çılgın bir eğlence olduğunu telkin ederler. Yayım ve yayınlarını tamamen buna hasretmiş durumdalar. Hazırlanan her TV programı insanların "medeni cesaretini (bilinçsizliğini)" daha da artırmakta ve yayımladıkları her kitap ve dergilerle insanların kafalarındaki "saçma sapan tabuları (onlara göre)" yıkmaktadır. Güya: insanlar uygarlaşmaktalar....!
Şuursuz yığınlar, namuslarını bunlara teslim etmiş ve ken­disini salıvermiş durumda; gün geçmiyor ki, kadının bedenini, cazibesini teşhir eden yeni bir elbise modası çıkmasın.

Yeni nesil hiçbir dini kaygıyı, kültürel sorumluluğu, ananeyi dikkati nazara almaksızın, kendisine moda diye gösterilen bu bedeni teşhir edici, ayartıcı, iç gıcıklayıcı elbiseleri pervasızca giymektedir.
Sokaklar, caddeler buram buram şehvet kokmakta. Manzaralar, görüntüler tamamen şehvaniliği ön plana çıkarmakta. Caddelerde modern çağın suratındaki ergenlik sivilceleri gibi sonradan türemiş acayip kılıklı oğlanlar, açık-saçık kızlar dolaşmakta. Ve bütün bu yozlaşmaya rağmen yığınlar onların

"Biz yalnızca ıslah edicileriz." (2 Bakara/10)
şeklindeki kadim yalanlarını, ezeli bir hakikat gibi algılamakta.

Bu, tablonun büyük bir bölümü, tablonun bir de küçük, mahzun, muzdarip bir bölümü var. Bu bölümü, muvahhid ve mütedeyyin müminler oluşturmakta.
Onlar iç alemlerinde yaman bir çatışma, çetin bir mücadele yaşamaktalar; bir tarafta tek değer ölçüsü haline gelmiş ve elde edilmesi büyük tavizler isteyen para, kariyer, statü; ayartıcı, yoldan çıkartıcı şöhret ve şehvetiyle aldatıcı bir dünya; diğer tarafta insanı masumiyete, arınmışlığa, azgın ihtirasların pençesinden kurtulmaya davet eden yâkınî iman...

Ve onlar tercihlerini imandan yana kullanmışlar; ama çağdaşlaştırma misyonunu yüklen­miş kişiler tarafından önlerine çıkarılan bin bir engelden dolayı ızdırap çekmekteler, Dindaşlarının çözülüşleri, izzeti Allah'ın gay-rısında arayışları onlara ızdırap vermekte...

Evet! Yaşadığımız acılı, açgöz dünyanın realitesi bu. Ve biz şehvaniliğin, maddeperstliğin doruğa ulaştığı, vefası ve bekası olmayan dünyada ilmine ve ihlasına güvendiğimiz kanaat önderlerine müştakız; öyle kanaat önderleri ki bizi, üzerimize çöreklenmiş tembellikten, yılgınlıktan, umursamazlıktan
kurtaracak ve imanımızı, maneviyatımızı, ruhumuzu ihya eden müşfik bir annenin sesiyle aynı yoğunlukta hem ikaz hem de şefkat taşıyan bir sesle bize şöyle seslenecek:

"Haydi, hep beraber tekrar iman edelim."

Hayatın çirkefe battığı, müslümanca yaşamanın zorlaştığı bu meşum asırda bu kutsi seslere öylesine muhtacı ki....!
Ey hayatın hay huyuna boğulmuş, ayrıntısında kaybolmuş insan!
Biraz dur ve düşün...
Kimsin sen?
Bu sürükleniş nereye?
Kalıcı mısın, geçici mi?
Eğer geçici isen varacağın nokta neresidir?
Cennet mi, Cehennem mi?

Gerçek şu ki, inançsız bir yaşam, aldatıcı bir serap gibidir;

"Susuzluktan kavrulan, onu su sanır. Büyük bir iştiyakla ona yönelip yanına vardığında onun hiçbir şey olmadığını, yalnızca aldatıcı bir serap olduğunu görür." (24 Nur/39)
"Gel, terar iman edelim. Muhakkak ki kalbin iç fısıltıları ve temayülleri, fokurdayan bir tencerenin suyundan daha çalkantılı, daha değişkendir."
Bize yaraşan hele gurbetin bizi çepeçevre kuşattığı, ilim ehlinin, ilimden başka akrabalık bağının kalmadığı böylesine meş'um bir çağda kendimizi ve etrafımızdaki insanları, "Otur, hep beraber tekrar iman edelim." diyerek dinimiz hakkındaki bilgimizi artırmaya, Allah'ın ve insanların üzerimizde bulunan haklarını vermeye davet etmemizdir.
Ve bu davete icabet ettiğimizde de her birimizin haleti ruhiyesinin, "Ya Rabb! Her şeyi bir kenara itip alelacele sana koştum ki, benden razı olasın." diye haykırmasıdır.

İtiraf edelim ki dünya, damarlarımızdaki kanın akışı gibi bizi çepeçevre kuşatmış; sevgisi kalbimizin en derin köşelerine sinmiş durumdadır. Öyle ki, ahiretimizi fani bir dünya meta'ına, ödünç alınıp başkalarına terk edilecek bir mala, vefası ve bekası olmayan bir dünyaya karşılık sattık. Halbuki dünya, gün geçtikçe bizden uzaklaşmakta ve ahiret adım adım yaklaşmakta bize.

Elbette ki, her iki tarafında erleri vardır.

Sen ey Allah'ın kulu! Sen ahiretin erlerinden ol...
Bırak dünya ehlini... Aldanıp dursun o, bu aldatıcı serapla...
Sana, dünyaya tutkun, dünya sevgisine mağlup bir insan gelip senden nasihat istedi mi, ona: "Haydi, hep beraber tekrar iman edelim" de ve kesinlikle erinme. Onu savsaklamaktan, ötelemekten, özellikle de ondan yüz çevir­mekten sakın. Zira, eminim ki, Yüce Allah'ın Abdullah b. Ummi Mektum'dan yüz çevirip onunla ilgilenmedi diye, Resul'ünü şu ayet-i kerime ile nasıl sert bir şekilde ikaz ettiğinden haberdarsındır:

"O, ama kendisine geldi diye suratını astı ve ondan yüz çevirdi.
Nereden biliyorsun, belki de o, (senden duyduklarıyla) nefsini günahlardan arındıracak ya da (en azından) ibretler alıp onlardan faydalanacaktı." (80 Abese/1-4)

Bu tür bir taleple karşılaşan mü'min kardeşim! Böyle anlarda sana yakışan, bu anı fırsat telakki edip değerlendirmen..
Emri bil'maruf ve insanlara iyilik yapma sevgisi, müslümanın kalbinde damarlarındaki akan kan gibi daima faal, daima canlı ve taze olmalıdır.
Onlar bulundukları cemiyete dilleriyle ve
tutumlarıyla daima, Fir'avun'un ailesinde büyüyen mümin kişinin kavmine yaptığı nasihatla: Hz. Musa gibidirler

Kaderin size neler hazırladığını bilemezsiniz.

Belki de arkadaşınızı çağırıp iman ettiğiniz an, sizin ya da muhatabınızın ölüm anınızdır.
Resulullah (s.a.v) "Her insan, haşir meydanına, ölüm anında uğraşmakta olduğu işle uğraşır bir halde diriltilip getirilecektir" buyurmuştur.
Bu durumda siz, Rabbinizin huzuruna salih bir amelle meşgul iken çıkacaksınız. Peygamber Efendimizden veraseten almış olduğunuz tebliğ misyonunu, ehline tevdi edilmesi gereken emaneti, ümmete nasihat etme vecibesini hakkıyla ifa etmiş olduğunuzu kanıtlamış olacaksınız.


Belki de bu tebliğ anınız, duaların mutlak surette kabul edildiği bir ana rast gelecek.
İyiliği öğreten, ona rehberlik eden kişiye, o iyiliği yapmış gibi sevap vardır. Allah'a yemin olsun ki, Allah'ın sizi tek bir insanın hidayetine vesile kılması, sizin için kızıl develerden (tonlarca altından) çok daha hayırlıdır. Sizin, peygamberlerin misyonunu yüklenip onların öğretilerini tebliğ etmeniz fazilet olarak size yetmez mi?

"İşte bu peygamberler, Allah'ın doğru yola ilettiği kimselerdir.
Bu yüzden sende onların bu doğru yoluna uy." (6 En'am/90)

Yükümlü bulunduğun hakları, ihmal etme; bu tür anları değerlendir ve ahiretin için dünyandan cimrilik yapma. Ve şu düşünceyi bilinç altına yerleştir: Yaşadığımız bu yerkürede Allah'a isyan değil, ibadet edilmeli ve iradeler ona râm olunmalıdır. Allah, daima anılmalı ve unutulmamalı, O'na nankörlük değil, şükredilmelidir.

Eğer sen, bu yerkürede Allah'a itaat edilmesini ve itaatkâr müminlerin sayısının artmasını samimi bir kalple istiyor isen, makaslarla vücudundan parçalar koparılsa, testerelerle bedenin baştan başa kesilse bile aldırma... Tebliğ yolunda sabit kadem devam et ve vaktin gece veya gündüz olması seni o kadar ilgilendirmesin.

Eğer bir gün nefsi ve şeytani iç fısıltılar, göğsünde iz bırakan bir tereddüde neden olursa, Hz. Nuh'u anımsa. Onun hakkı söyleme, ilahi mesajı tebliğ etme uğruna maruz kaldığı hakaretleri, örselenmeleri, hüzünleri hatırla.
O, bir üsvei hasenedir senin için.

Göklerdekilerin ve yerdekilerin hepsi Allah'ındır. İçinizdekini açığa vursanız da gizli tutsanız da Allah sizi onun yüzünden hesaba çeker. Sonra dilediğini affeder ve dilediğini azaba çarptırır. Hiç şüphesiz Allah'ın herşeye gücü yeter. Bakara Suresi :284

Ve daha sonrada Şu duäyı okuyalım:
- Peygamber kendisine Rabbi tarafından indirilen gerçeklere inandı, müminler de. Hepsi birlikte Allah'a, O'nun meleklerine, O'nun kitaplarına ve O'nun peygamberlerine inandılar. `Onun peygamberlerinden hiçbirini diğerlerinden ayırmayız. Duyduk ve uyduk. Günahlarımızı bağışlamanı dileriz, ey Rabbimiz, dönüşümüz sanadır' dediler."
- Allah hiç kimseye kapasitesini aşacak bir yükümlülük yüklemez. Herkesin kazandığı iyilik kendi yararına ve işlediği kötülük de kendi zararınadır. Bakara Suresi : 285-286
Bizler beklentileri büyük, himmetleri alîî insanlar olmak durumundayız…!
Dini bilgi ve yaşayış düzeyimizi yükseltmeliyiz.
Fani hazlar, ödünç verilmiş geçici mal ve kalıcı olmadığı gibi, vefalı olmayan iğreti bir dünyaya da aldanmamalıyız.
İslam boyasıyla boyanmalı ve imanın verdiği canla dirilmeliyiz:
"De ki, benim namazım ve ibadetlerim,, yaşamım ve ölü­müm elbette ki alemlerin Rabbi içindir. O'nun hiçbir ortağı yoktur.
Ben bütün ibadetlerimi yalnızca Allah için yapmakla emrolundum ve müslümanların ilkiyim." (6 En'am/162, 163).
Madem durum bu, öyleyse haydi! İslami hükümleri öğrenelim öğretelim ki, dinimiz ve davamız konusunda bilinçli olalım. Haydi, iç dünyamızda ümitle korkuyu iç içe yaşayalım. Talepte bulunurken ısrarlı olalım. Faydalı ilimleri salih amelle süsleyelim. Ve ilimde, amelde, Allah'a çağrıda her zaman daha önemliyi, önemliden öne alalım ve insanlarla onların kavrayış kapasitesine göre konuşalım.
İnsanların dünyasını, Allah'ın diniyle imar edelim.
Bütün bunları yapalım ki, biz ve onlar beraber güven içinde güven dolu eve (ahirete) göçelim.
Haydi! Hep beraber tekrar iman edelim.
Zira kalp, kaynayan kazanın suyundan daha değişken, daha yalpalıdır.
Ve bizim duamızın sonu şöyledir.
Hamd, alemlerin Rabbi olan Allah'a mahsustur.

Kaynak : Gelin Bir Saat Ìman Edelim (Seri:2)
Yazar : Said Abdulazim Tercüme : Muhammet Ateş
Hazırlayan : Tahir Eğerci


Stres ve Tedavisi

Sayi 36 STRES ve Tedavisi

Doğru teşist Doğru Tedavi!

Günümüz toplumunda bedene ait olmayan fakat, giderek fertleri çepeçevre kuşatan manevi bir hastalıkla karşı karşıya bulunmaktayız.
Sıkıntı, (STRES) bu hastalığın ferdin bünyesinde ortaya koyduğu «karmaşık yapı­yı» ifade etmek için kullanılır.
Yâni hastalığın esas sebebi bilinmez de, belirtisinden söz edilir.
Sıkıntı, psikologlar tarafından da mahiyeti tam ifade edilememiştir. Sadece, her psikolog sıkıntıdan ne anladığını söylemekle yetinmiştir. Buna göre, sıkıntının tam bir açıklaması yapılmamıştır. Sıkıntılı fertlerin, hayata ve topluma karşı ümit ve yakınlıklarının azaldığı, karamsar bir ruh haline girdikleri zaman görülmüştür.

Belirtileriyle anlaşıldığı kadarıyla sıkıntı, vücuttaki bir arızadan ileri gelmemektedir.

O, tamamen Ferdin ruh dünyasındaki bir düzensizliğin veya dengesizliğin neticesi karşı karşıya geldigi «psikolojik çıkmazı»dır. Çünkü, sıkıntıya düşen insanların genellikle maddi problemlerini halletmiş kesimlerde olduğunu görüyoruz.

Buradan şöyle bir netice çıkarmak mümkündür:
Bedeni veya maddi problemlerin bizzat kendileri sıkıntıya sebep olmazlar. Onların insan ruhunda bıraktığı tesirler, sıkıntı dediğimiz psikolojik ortamı hazırlar... Bir diğer ifadeyle, maddi ihtiyaçların eksikliği sıkıntıya her zaman sebep olmadığı gibi, bazan maddi imkânların bolluğu da sıkıntıyı ortaya çıkarabilir.

Ortaya şöyle bir manzara çıkmaktadır: Bir taraftan insanın kendisi, diğer tarafta insan ihtiyaçları. Bu ihtiyaçlar, bir yanıyla maddi; diğer yönüyle manevidir. Esas problem, insanın ihtiyaçlarını yerinde ve dengeli bir biçimde karşılamaktır. İhtiyaçların yerinde karşılanmasından şunu kasdediyoruz : Karnı aç olan insanı, güzel nasihatlarla doyuramazsınız. Çünkü onun gerçek ihtiyacı, organizmasının işler hale gelmesi için gerekli gıdanın karşılanmasıdır.

Öte yanda, ruhu ızdırap içinde kıvranan, gönlü katılaşmış kimseye;
bedeni ve cinsi arzularını tatmin etmesini tavsiye edemezsiniz.
Çünkü, cinsi arzu büyük ölçüde bedeni bir ihtiyacın karşılanmasıdır.
(Ruha dönük yönü ise, o arzunun eksikliğinden dolayı cinsiyet arzusunun
tamininden başka bir şey değildir.)
Sözünü ettiğimiz her iki durumda da, ihtiyacın «yerinde karşılanması» meselesi sözkonusudur.

İhtiyacın dengeli bir biçimde karşılan ması meselesine gelince :
İnsanın ne tamamen bedeni arzulardan ibaret görülmesi, ne de sadece ruhi ihtiyaçlarından ibaret zannedilmesidir.
İnsan denilen varlık, bir yanıyla manevi, diğer yanıyla maddi ve bedeni bir varlıktır.

İşte, kanaatimizce sıkıntıların gerçek sebebi, bu dengenin çoğu zaman kurulamaması veya insan davranışlarını yönlendirmede önsıra'nın ruhi faktörler yerine, bedeni faktörlere verilmesidir.

Halbuki, ciddi bir müşahade, hayatta varlıklar içerisinde insan kadar ruhi yönü kuvvetli başka bir varlık olmadığını ortaya koyar.
İnsan bu ruhi yönün yanı sıra akıl cevheriyle de bezenmiştir
Hayvanlar ise, çoğunlukla maddi ve cinsi sevke tabiler içerisinde, oldukça basit ihtiyaçlarla çevrili bir hayat ortamına sahiptirler.

Peki bu düzen ve denge nasıl sağlana çaktır?

Meseleyi, kendi düşüncemizde olmayan bir insana anlatır gibi, çevreden merkeze doğru anlatmaya çalışalım:
İnsan kendi kendine hiçbir zaman yetmez.
Başkalarının tecrübesine ve yol göstericiliğine muhtaçtır.
Yemesi, içmesi, eşyaya karşı tutumu, hayat hadiselerine bakışı v.s. buna benzer birsürü meseleyi nasıl çözecektir.

İnsanın mutlak surette bir hayat programına ihtiyacı var!
Meselâ, midesinden rahatsız olan bir kimse mutlak surette midenin özelliklerini bilen bir doktorun pehriz reçetesini kullanmak ihtiyacındadır. Çünkü, hastalık denilen hadise vücudun dengesinin bozulmasından başka birşey değildir.

Bütün çabalar, vücutaki dengenin yeniden sağlanmasıdır.
İkinci bir misâl de, günlük yaşantısında problemler içine düşen veya çevresinden, arkadaşlarından sıkılan birinin ruh dengesinin bozulması halinde ne yapacağıdır.
Bu şahıs, her ne kadar bir psikiyatriste gitsede, hastalığının ancak belirtilerine yani görülen arızalarına bir çare bulabilir. Hastalığının gerçek sebebine çare bulamaz
Bu durumda yapılacak tek şey : Ruhu elinde bulunduran kudretin, (Allah c.c) insan için koyduğu hayat programını uygulamak..!

Hayatın görünen yanıyla görünmeyen kısmı hakkında ortaya konan Allah'ın programını yaşayışa tatbik etmek suretiyle, ruhi hastalıkları ilâhi reçeıe ile tedavi etmeye çalışmak...

Yani ilahi naslara sarılmak.

Günümüz maddi hayatında, manevi değerlerin mahkûm olması sebebiyle;
insanların ruh dünyalarına nüfuz edilemediği bir gerçektir.
Sıkıntının gerçek sebebi, insanda tabii olarak var olan ruhi fonksiyonun atıl (önemsiz) kalması ve dolayısıyle yaşayışta bir dengesizliğin başgöstermesidir.

Hayatımızda bizim belki de farkında olmadığımız fakat gerçekte var olan bu den­gesizlik belirtilerinden birkac tanesini ele almak faydalı olacaktır.
Çünkü biz onların farkına varmakta güçlük çekebiliriz.
Kendimize olan güvenimiz veya hasta mizacımız. gerçekte hoş olmıyan bu davranış bozukluklarına mazeret arayıp, onları bize güzel gösterebilir.

İşte bunlardan biri, insanın kendini hep haklı çıkarmak istemesidir.

İnsanoğlu, devamlı kendi açısından meselelere bakma alışkanlığı içerisindedir. Bunun için de çoğu zaman, hadiselerin tek yönünü görür veya idrak eder. İşte bu eksik idrak edişten de, çeşitli hatalar ve yanlış anlamalar meydana gelmektedir.
Belki de insanın en büyük zaafı bu.. Meseleleri çok yönlü düşünmemek ve karşısındakinin de haklı olabileceği ihtimâlini gözden uzak tutmak...

Şüphesiz, insan kendine güven duygusu taşımalıdır. Kendine güvenme duygusu, birçok müsbet (olumlu) gelişmelerin ortaya çıkmasına imkân veren bir hareket noktası durumundadır. Ama bu güven, birçok hakikatlerin görülmesine engel olan sun'i bir perde durumuna gelmemeli. Yâni insan, boş bir vehim veya kuru bir hayâl üzerine binalar kurmaya kalkışmamalıdır.

Böyle bir tavır, ister fikri, ister iktisadi veya sosyal münasebetler konusunda olsun; aynıdır.
Bu tür alışkanlıklar, karşıdakileri rahatsız ettiği gibi; o kimsenin de kısa bir zaman sonra yapayalnız kalmasına sebep olabilir.


Üstelik bu tavır, öyle bir noktaya gelebilir ki, etraftaki herşeye karşı menfi bir duygu beslemeye kadar gider...
Elbette ki bu duygulara sahip insan, kendini çevreden tecrid edip «iç alem» inde realitenin ötesinde yapma bir dünya kurmayı bile deneyebilir.

Ferdin huyu, içinde yaşadığı çevrenin ona verdiği bilgi ve tecrübelerle şekillenmektedir.
Aile ve sosyal çevre, ferdin doğuştan getirdiği özelliklerin üzerine kendi bilgilerini ekler.
Ferdi şahsiyetin meydana gelmesinde bu bilgilerin, insan varlığının ruhi yönüne tesir edip edememesi çok önemlidir.

Çünkü, karakterin teşekkülünde en önemli faktör; ruh terbiyesinin gerçekleşmesi meselesidir. Bunu sağlayamayıp, ferdi objektif bilgilerle zenginleştirmekle yetindiğimizde; onun müsbet (pozitift) kararlar alması için gerekli eğitimi yaptırmış sayılmayız. Günümüzde çok zeki ve bilgili insanların, gerek sosyal ve gerekse
iktisadi ve teknik faaliyetlerde, toplumun dejenere edilmesinde önemli yenilik (!) ler getirdiklerine şahid oluyoruz.

Demek ki, önemli olan, bilgileri çoğaltmak yerine: bir «.hayat anlayışını» empoze etmektir. Buna, bir manâda dünya görüşünü öğretmek de diyebiliriz.

Hak mefhumunun (gerçek adaletin) hayata yerleşmesi, İslâm dininin en fazla önem verdiği hususlardandır. Bu yüzden adalet, hakkı sahibine vermek
olarak ifade edilmiştir. Zulüm ise, hak sahibine hakkı vermemektir. Dolayısıyle, hak mefhumunun sınırı çok geniştir.

Kendini haklı görme hususu, İslâmî literatürde çok önemli bir hadise değildir.
Çünkü önemli olan, bir kimsenin üstünlüğünün ortaya çıkması değil, kalplerin birbirine darılması yerine, kaynaşmasıdır.

Bir de meselenin bir başka yönü var.
O da Allah'ın rızasının kazanılması...

Yâni mesele, öyle tek boyutlu bir şey değil.
Bir tarafta insanın bize karşı tutumunun, bizde uyandıracağı insani tesir; öte yanda, davranışımızın İslâm nezdinde bulacağı yer...


Evet, işte değişik dünya görüşlerinin meseleye bakışı.. Bir tarafta kendi dar perspektifinden hadiseye bakan birinin, otomatikleşmiş ve sonucunu hesabetmekten uzak tavrı... Diğer yanda, hadiseyi önü-arkası, hâli ve geleceği ve ferdi-ilâhi
cephesi ile düşünme mükellefiyeti...
Tabii, birbirinden çok farklı bakış açıları görülmektedir.

Demek ki, insanın sosyal münasebetlerindeki tavırları, kendi dünya görüşün izlerini taşımakta. Daha ötesi, ferdi, psikolojik âleminde bile tesiri altında tutup, kararlarına yön verebilmekte... İşte, her hadise gibi ferdin «kendini haklı görmesi» hadisesinde de bu önemli gerçeği kavramak durumundayız.
Kişinin kendini haklı görmesi, iç dünyasında meydana gelen ve onu çoğu zaman bencilce düşünmeye sevkeden bir duygu olarak görülür. Bir ferdin kendini haklı görmesi ve bunu devamlı istemesi halinde, diğer insanlarla olan davranışında bazı problemler ortaya çıkacaktır.
Böyle bir durumda sos­yal münasebetler zayıflayacak ve toplum dayanışması azalacaktır.

Davranışların dengesizce gelişmesinin bir başka ortaya çıkış şekli de vardır. O da kişinin kendini tatmin edecek yanlış hedefler seçmesidir.
Bu durum, aynı zamanda bir şaşkınlığın belirtisidir.
Ferdin kendisini kaybedecek derecede eğlenceye dalması, sözünü ettiğimiz dengesizliğin belirtilerini taşımaktadır.

Günümüz insanlarının en büyük problemi, «manevi gıdalar» dan yoksun olması ve ruhun ihtiyaç duyduğu «ibadet» gibi manevi bir terbiye aracının eksikliğidir. İşte bu eksikliktir ki, insanın ruhunu sükuna erdiremiyor.
Bu ruh, hiç bir «şekli ve maddi faaliyetle» tatmin olacak bir yapıda değildir.
Onun için eğlenme ve neşe, normal bir seviyede kalmayıp anormal hâli olan «çılgınlık noktası» na geliveriyor. Tatmin olmayan bir ruhun en tipik özelliği, duyguların «keskinliği» ile belli olmaktadır.
Üzüntü mü; en korkunç şekliyle gerçekleşir.
Sevinç mi, oda en aşırı bir halde ortaya çikar..!
Biz dîn ve psikoloji ilminin verileri içerisinde meseleyi tahlil ettiğimizde, ortaya korkunç bir hadise çıkıveriyor.
Bu hadise; insana madde ve ruh gerçeği çerçevesinden bakan İslâm düşüncesinin sistemli bir biçimde gündemden kaldırılmak istenmiş olmasıdır.

Sanki, sosyal ve psikolojik problemlerimizin halledilmemesi uğruna,
İslâm'ın prensiplerinden istifade etmeme gibi «peşin bir şartlanma» içine girilmiş. Son derece «çağ dışı bir olay» bu... Üstelik, taassubun da en katısı...
Bugün Hristiyan bir batılı veya başka bir dine mensup bir araştırıcı, İslâm'ın psikol­jik ve sosyal hayata dönük prensiblerine tesadüf ettiği anda; ondan istifade etmeyi
düşünmektedir. Halbuki biz, kendimize ait olan bu prensipleri, tecrübe etmek tarafsızlığına ve olgunluğuna bile erişmiş değiliz. Bu kadar yobazlığa da pes doğrusu...
Dogmatik düşünce, bunun gibi kendini her türlü fikir ve prensiplere kapamak demektir.
Çılgınlık psikolojisi, insanın bunalımdan çıkış yolu aramasından başka bir şey değil­dir. Çaresiz insanın yegane tavrı, kendini
kaybetmesi demek olan «çılgınlık»tır. Bizim anlayışımıza göre, bu durum: insanın kendi nefsine zulmetmesinden başka birşey değildir.

Acaba kendini kaybeden, düşüncelerinden uzaklaşan insanın durumu nedir?..
Bu hâli, bir esrarkeşin tavrından ayırmak mümkün değildir. Esrarkeş, normal hayattan zevk alamayıp, çareyi esrar dumanları arasındaki «hayâli dünya»da arayan insandır. Bu dünya, ancak esrar içildiği zaman yaşanan bir hadisedir. Esrar bittiği andan itibaren, gerçek dünya ile yüzyüze gelen esrarkeş; bir öncekinden daha mahzundur. Aynı hadise, çılgınca dans edip kendi reel (hakiki) dünyasını unutmak isteyen insanda da görülür. Çılgınca bir eğlence ve kendini gerçeklerden soyutlama... Ama, nereye kadar?.. Bu çılgınlık anı bitinceye kadar. Daha sonra... Tekrar o mutsuz hayata dönüş. Ve arkasından, bir öncekinden daha şiddetli bir sıkıntı... Etrafa ise, kupkuru bir telkin: «Sıkıntıdan arınmak için, çılgınca eğlenin, dans edin...Ondan bun dan deneyin,Konser, sinama,fulbol fanatikliği, şanz oyunları ve daha saymakla bitmeyen hayvani duyguların tatmini için zaman,beden enerji sağlık ve maddiat harcamak » Biraz gerçekçi olalım!..

Bunalıma giden toplumun rahatsızlık belirtileri çok yönlü olarak kendini hissettirmektedir.
Bu ruhi rahatsızlıkların bir bölümü ferdi içten içe kemiren bir ur (mikrop,virus) gibi rahatsızlık verirken diğerleri çevrede hoş olmayan etkiler meydana getirerek başkalarını rahatsız eder.
Bir üçüncü türde olanı ise, toplumun büyük bir bölümüne yayılma istidadı göstererek cemiyetin huzurunu ve normal işleyişini engeller. Anarşi,Terör işte hastalıklı insan tiplerinin çoğaldığı bir cemiyette görülen kargaşayı ifade eder..!

Öyleyse: Dünyanın, ülkelerin, ailerin ve ferdlerin bedensel Ruhi tüm sıkıntılarına
(STRES ve Depresyonlarına) çözüm: Ìlahi kurallar içerisinde hayat tarzı benimsemektir...

Kaynak : Soyal Değişme ve Bunalım (Adil Doğru )
Hazırlayan :Tahir Eğerci


Cuma, Mart 28, 2008

Onlar Üzülmüyorlar! Ya siz!!!

Siyonist işgal güçlerinin Gazze'ye yönelik bir füze bombardımanında Hamas hareketi liderlerinden Halil el Hayya'nın ailesinden 8 kişi şehid olmuştu.
Şehidlerin anneleri, hanımları ve kızları vardı; ve onlar şehidlerin ardından konuştular...
Onlar sadece kendilerini değil, Kur'an'ı ve Sünnet-i Resulüllah'ı konuştular...
Onlar bizde olmayan imanı, bizde olmayan tevekkül ve cesareti konuştular..
Onlar, bizlere "yeniden iman etme"nin gereğini hatırlatıp gerçek bir müslüman olarak nasıl yaşanılacağını ve nasıl feda olunacağını en güzel şekilde anlattılar...
Onlar, örnek bir "Hamas Nesli" olarak, anne nasıl olur, eş nasıl olur, kız nasıl olur, baba nasıl olur; bunu ortaya koydular..
Şehid Ahmed Yasin'lerin neslidir bunlar! Allah'a verdikler sözden dönmeyenlerin neslidir bunlar!
Yeniden, yeniden iman edelim artık..!
Allah'ım! Sen bunları koru! Sen bunları zafere ulaştır, sen bunları en yüksek makamlarına eriştir..

Salı, Mart 25, 2008

Siz kaça kadar saya biliyorsunuz!

Tübitak'taki verilere göre okunabilen
en büyük sayıymış 450 basamaklı :
99999999999999999999999999999999999999999999999999 9999999999999999999999999999999999999999999999999999 999 99999999999999999999999999999999999999999999999999 99999999999999999999999999999999999999999999999999999 99999999999999999999999999999999999999999999999999999 99999999999999999999999999999999999999999999999999999 999 99999999999999999999999999999999999999999999999999 99999999999999999999999999999999999999999999999999999 999999999999999999999999999999
Okunuşu ise:dokuz yüz doksan dokuz senoktokatragintilyon dokuz yüz doksan dokuz senseptenkatragintilyondokuz yüz doksan dokuz sensexkatragintilyon dokuz yüz doksan dokuz senkenkatragintilyondokuz yüz doksan dokuz senkattuorkatragintilyon dokuz yüz doksan dokuz sentrekatragintilyondokuz yüz doksan dokuz sendokatragintilyon dokuz yüz doksan dokuz senunkatragintilyon dokuz yüz doksan dokuz senkatragintilyon dokuz yüz doksan dokuz sennovemtrigintilyondokuz yüz doksan dokuz senoktotrigintilyon dokuz yüz doksan dokuz senseptentrigintilyon dokuz yüz doksan dokuz sensextrigintilyon dokuz yüz doksan dokuz senkentrigintilyondokuz yüz doksan dokuz senkattuortrigintilyon dokuz yüz doksan dokuz sentretrigintilyon dokuz yüz doksan dokuz sendotrigintilyon dokuz yüz doksan dokuz senuntrigintilyon dokuz yüz doksan dokuz sentrigintilyon dokuz yüz doksan dokuz sennovemvigintilyondokuz yüz doksan dokuz senoktovigintilyon dokuz yüz doksan dokuz senseptenvigintilyondokuz yüz doksan dokuz sensexvigintilyon dokuz yüz doksan dokuz senkenvigintilyondokuz yüz doksan dokuz senkattuorvigintilyon dokuz yüz doksan dokuz sentrevigintilyondokuz yüz doksan dokuz sendovigintilyon dokuz yüz doksan dokuz senunvigintilyon dokuz yüz doksan dokuz senvigintilyon dokuz yüz doksan dokuz sennovemdesilyon dokuz yüz doksan dokuz senoktodesilyon dokuz yüz doksan dokuz senseptendesilyondokuz yüz doksan dokuz sensexdesilyon dokuz yüz doksan dokuz senkendesilyon dokuz yüz doksan dokuz senkattuordesilyon dokuz yüz doksan dokuz sentredesilyon dokuz yüz doksan dokuz sendodesilyon dokuz yüz doksan dokuz senundesilyondokuz yüz doksan dokuz sendesilyon dokuz yüz doksan dokuz sennovemtilyon dokuz yüz doksan dokuz senoktotilyon dokuz yüz doksan dokuz senseptentilyon dokuz yüz doksan dokuz sensextilyon dokuz yüz doksan dokuz senkentilyondokuz yüz doksan dokuz senkattuortilyon dokuz yüz doksan dokuz sentretilyon dokuz yüz doksan dokuz sendotilyon dokuz yüz doksan dokuz senuntilyon dokuz yüz doksan dokuz sentilyon dokuz yüz doksan dokuz novemnonagintilyondokuz yüz doksan dokuz oktononagintilyon dokuz yüz doksan dokuz septennonagintilyon dokuz yüz doksan dokuz sexnonagintilyon dokuz yüz doksan dokuz kennonagintilyondokuz yüz doksan dokuz kattuornonagintilyon dokuz yüz doksan dokuz trenonagintilyon dokuz yüz doksan dokuz dononagintilyon dokuz yüz doksan dokuz unnonagintilyondokuz yüz doksan dokuz nonagintilyon dokuz yüz doksan dokuz novemoktogintilyon dokuz yüz doksan dokuz oktooktogintilyon dokuz yüz doksan dokuz septenoktogintilyondokuz yüz doksan dokuz sexoktogintilyon dokuz yüz doksan dokuz kenoktogintilyondokuz yüz doksan dokuz kattuoroktogintilyon dokuz yüz doksan dokuz treoktogintilyon dokuz yüz doksan dokuz dooktogintilyon dokuz yüz doksan dokuz unoktogintilyondokuz yüz doksan dokuz oktogintilyon dokuz yüz doksan dokuz novemseptuagintilyondokuz yüz doksan dokuz oktoseptuagintilyon dokuz yüz doksan dokuz septenseptuagintilyon dokuz yüz doksan dokuz sexseptuagintilyon dokuz yüz doksan dokuz kenseptuagintilyon dokuz yüz doksan dokuz kattuorseptuagintilyon dokuz yüz doksan dokuz treseptuagintilyondokuz yüz doksan dokuz doseptuagintilyon dokuz yüz doksan dokuz unseptuagintilyon dokuz yüz doksan dokuz septuagintilyon dokuz yüz doksan dokuz novemsexagintilyondokuz yüz doksan dokuz oktosexagintilyon dokuz yüz doksan dokuz septensexagintilyondokuz yüz doksan dokuz sexsexagintilyon dokuz yüz doksan dokuz kensexagintilyondokuz yüz doksan dokuz kattuorsexagintilyon dokuz yüz doksan dokuz tresexagintilyondokuz yüz doksan dokuz dosexagintilyon dokuz yüz doksan dokuz unsexagintilyondokuz yüz doksan dokuz sexagintilyon dokuz yüz doksan dokuz novemkenquagintilyondokuz yüz doksan dokuz oktokenquagintilyon dokuz yüz doksan dokuz septenkenquagintilyon dokuz yüz doksan dokuz sexkenquagintilyon dokuz yüz doksan dokuz kenkenquagintilyondokuz yüz doksan dokuz kattuorkenquagintilyon dokuz yüz doksan dokuz trekenquagintilyondokuz yüz doksan dokuz dokenquagintilyon dokuz yüz doksan dokuz unkenquagintilyon dokuz yüz doksan dokuz kenquagintilyon dokuz yüz doksan dokuz novemkatragintilyondokuz yüz doksan dokuz oktokatragintilyon dokuz yüz doksan dokuz septenkatragintilyon dokuz yüz doksan dokuz sexkatragintilyon dokuz yüz doksan dokuz kenkatragintilyondokuz yüz doksan dokuz kattuorkatragintilyon dokuz yüz doksan dokuz trekatragintilyondokuz yüz doksan dokuz dokatragintilyon dokuz yüz doksan dokuz unkatragintilyondokuz yüz doksan dokuz katragintilyon dokuz yüz doksan dokuz novemtrigintilyon dokuz yüz doksan dokuz oktotrigintilyon dokuz yüz doksan dokuz septentrigintilyondokuz yüz doksan dokuz sextrigintilyon dokuz yüz doksan dokuz kentrigintilyon dokuz yüz doksan dokuz kattuortrigintilyon dokuz yüz doksan dokuz tretrigintilyondokuz yüz doksan dokuz dotrigintilyon dokuz yüz doksan dokuz untrigintilyon dokuz yüz doksan dokuz trigintilyon dokuz yüz doksan dokuz novemvigintilyondokuz yüz doksan dokuz oktovigintilyon dokuz yüz doksan dokuz septenvigintilyondokuz yüz doksan dokuz sexvigintilyon dokuz yüz doksan dokuz kenvigintilyon dokuz yüz doksan dokuz kattuorvigintilyon dokuz yüz doksan dokuz trevigintilyondokuz yüz doksan dokuz dovigintilyon dokuz yüz doksan dokuz unvigintilyondokuz yüz doksan dokuz vigintilyon dokuz yüz doksan dokuz novemdesilyon dokuz yüz doksan dokuz oktodesilyon dokuz yüz doksan dokuz septendesilyondokuz yüz doksan dokuz sexdesilyon dokuz yüz doksan dokuz kendesilyondokuz yüz doksan dokuz kattuordesilyon dokuz yüz doksan dokuz tredesilyon dokuz yüz doksan dokuz dodesilyon dokuz yüz doksan dokuz undesilyondokuz yüz doksan dokuz desilyon dokuz yüz doksan dokuz nonilyondokuz yüz doksan dokuz oktilyon dokuz yüz doksan dokuz septilyondokuz yüz doksan dokuz seksilyon dokuz yüz doksan dokuz kentilyon dokuz yüz doksan dokuz katrilyon dokuz yüz doksan dokuz trilyondokuz yüz doksan dokuz milyar dokuz yüz doksan dokuz milyondokuz yüz doksan dokuz bin dokuz yüz doksan dokuz

Salı, Mart 11, 2008

Sayı 26 Ortadoğu Analizi



Hürriyet yazarları Yalçın Doğan, Özdemir İnce Bağdat'ta ABD askerlerince tutuklandı, gazetecilerimiz 'biz CNN'de çalışıyoruz' dediler, askerler yemedi, gözaltına aldı, inceleme yaptılar, baktılar ki hakikaten CNN'de çalışıyorlar, 'bizimkilermiş' deyip bıraktılar. Peki, başka gazete­cilerimiz, CNN'den değiller, ne olacak?..
Ama aklıma bir şey geldi. Türk askerleri de Aydın Doğan'dan 'CNN basın kartı' pekala alabilir, böylelikle 'çuval
geçirilmeyi' önlemiş oluruz, 'bizim kiler' muamelesi görürüz... Amerikalıların 'bizimkiler' muamelesi çektiği bu yazarlar, Türkiye yazarları, Türk'ün yazarları olurlar... Rezilliklere, şaka bile yapılmıyor.
Nükleer tehditlerle gezegenimiz yıkılıyor, tarihin en acımasız haksız savaşlarıyla dünya yıkılıyor, herifin derdine bak, oturmuş plazasında klimalı odasında 'asker gönderelim' diye fetva veriyor.
Doktor, hemşire, mühendis, elektrikçi, gıda yardımı gönderelim, aklından geçmiyor.
Bazı yazarlarımız kendini satmış olabilir, ama kendileri satıldı diye Türkiye'yi de satılmış kabul etmeleri, artık rezillik değil, palyaçoluğun dik alası.
Irak savaşı öncesi, hatırlayın. Tüm ekranlar, büyük medya, istinasız Amerika'nın yanında kılıç sallıyordu. Birkaç küçük gazete, birkaç küçük TV, Amerikan aleyhinde ancak
propaganda yapabiliyor ve aşağılanıyorlardı.
Ne oldu? Büyük medya Meclisin ve Türk halkının tükürükleriyle boğuldu. Vatan haini, kalleşler, işbirlikçiler olarak beş-on kişi ortada kaldı. Kaçtır dünyaya rezil oluyorlar.
Bakın kimleri çıldırtıyor, ekmeklerinden ediyorlar. Ülkemizde birçok elçilik görevlisi, yabancı medya mensubu, ABD'de de birçok düşünce kulübü (Think-Tank) işte bu medyamızı izleyerek, Türkiye'deki havayı koklayıp bilgi edindiğini sanıyor, işte kızıl kıyamet burada kopuyor.
Ülkemizi ısrarla büyük medya üzerinden koklamaya çalıştıkları için göt üstü düşüp, her defasında çuvallıyorlar.
Düşünün, elçilik görevlisi ya da muhabirsiniz, gazetelere bakıp, Türkiye böyle düşünüyor' diye yıllardır rapor veriyorsunuz ve tüm dünyayı aldatıp yanıltıyorsunuz.
Tezkere günlerini hatırlayın, tüm dünya işte böyle şaşırdı, afalladı. Medyadan aldıkları izlenimlerle fos çıktılar, şaşırdılar. Artık yabancı elçilikler, yabancı muhabirler kafayı yemiş durumda, artık onlar da
gazetelerimizi okuyup, 'asker gönderelim' sloganlarını görünce, golüyle gülüyorlar,
bu gülünçlükleri dünyaya yansıtmıyorlar!
Ancak, inanılmaz şaşırtıcı, yanlış bir siyasal hava yaratılıyor, iletişim araçlarıyla tüm dünyanın karıncalan, böcekleri izlendiği halde, Türkiye halkının görüşlerini kimse bilemiyor. Bu da bizim işimize geliyor, hem yabancı basın, hem elçilikler, Türkiye'deki havayı koklamakta zorlanıyor.
Bizim medya yine bir balon şişiriyor, koskoca Pentagon bu balona inanıyor, kararlar alıyor, bakıyor ki sonra kazın ayağı böyle değil, bokun bokun oluyorlar.
Sonra da Türkiye bizi yanılttı diye tehditlerde bulunuyorlar, sizi yanıltan Türkiye değil, köpekleriniziişte, Dış işleri Amerika'ya giderken, yine Türkiye asker gönderecek, pazarlığa geliyoruz diye raporlar yazılar
verdiler, yine burunlarında sinek şaplattılar.
Büyük medyamız başımız­dan eksik olmasın. Hep yanıltsın. Medyamız, Türkiye halkının düşüncelerine hiç itibar etme­yerek, aynı zamanda Türkiye halkının gerçek düşüncelerini de saklamış oluyor ve Amerika her defasında bozum oluyor. Bu iyiliklerini unutmayacağız.Şimdi Pentagon da ayılmaya başladı, köpeği gazetecileri kendilerini sürekli yanıltmasından bıktı, 'adam sandım eşeği, altına serdim döşeği' yine bir bok çıkmadı, diyorlar. Neyse, köpeklerle sahipleri arasındaki bir sorun, fazla karışmayalım.Dünya siyaset tarihi, borçlu ülkelerin fazlasıyla tavizler verdiğini yazar, ancak, borçlu ülkelerin her denileni yapmak zorunda kaldıklarını yazmaz.
Dünyada, batağa saplanmış işgalci Amerikan askerlerinin yanına asker göndermek isteyen tek ülke var mı? Sadece bizim 'şarlatan' yazarlarımız var. Ülkemizin, halkımızın, meclisimizin 'lavuk' olmadığını, 'satılmadığını' tezkerede gördünüz. Bu cahil ve satılmış yazarlar gibi düşünen bin kişi dahi olmadığını gördünüz.
Bu ülkenin onuru, ahlakı, stratejisinin bu büyük medyanın hiç konusu olmadığını, onların hayatlarının ‘pazarlık’ olduğunu da gördünüz. Avrupa Uygarlığının ahım şahım devletleri, değerden, insanlıktan şampiyon olmuş ülkeleri dahi Amerika'ya karşı suspus olurken, beş kuruşsuz bu zavallı ve yoksul ülkenin tezkeredeki kararını hep birlikte gördünüz. Yine görecek­siniz. Sizlerin çuldan çuvaldan siyasetleriniz ortada.
Dünya coğrafyasında bu kadar fütursuzca, bu kadar haince üfürüp sallayan tek bir
yazar, gazete gösterin. Yok. işte, köpekleriniz sayesinde, kaçtır Irak'ta, havanda su
dövüyorsunuz! Bu medya on yıllar boyu bizi çok rezil etti, biraz da sizin ağzınıza ..... da öğrenin, köpeklerle siyaset olamayacağını!Neyse... Araplar bizi arkadan vurdu edebiyatı, medyada hâlâ iş yapıyor.
Tarih dışı kalmış bu düşünceye hâlâ itibar eden ajanlar var aramızda. Önce İngilizler, sırasıyla, Fransızlar, İsrail ve Amerika, Türk-Arap düşmanlığı için bu edebiyatı yüzyıllardır kullanıyor.
Aynı ülkeler, Araplara da Türkler sizi altı asır sömürdü' edebiyatı yaptılar, yüzyıldır..!
Türk yazarlarının hâlâ bu gerici, provakatif ajanların fikirleriyle yazı yazıyor olması cahillik, acıdan da öte, tam bir gülünçlük.Önce bilmeniz gereken tarihi bilgi şudur, bizi arkadan vuran Araplar bugün tarih
sahnesinde yoktur, İngilizlerin kurduğu tüm krallıklar Arap milliyetçileri tarafından yıkılmıştır. Arap bağımsızlık savaşları iki aşamada olmuştur, birinci cihan harbinde Türklere karşı, ellili yıllarda İngilizlere karşı.
Hatta, bizi arkadan vuran Arapların oğlu Kral Faysal, yani Mustafa Kemal'e karşı cephede savaşan Şerif Hüseyin'in oğluyla Atatürk, Saadabat paktını kurarak, bağımsızlığına kavuşan Araplara karşı kin gütmediğini, dosta düşmana ve bizlere karşı milli bir devlet politikası olarak göstermiştir.
Ayrıca, I. Dünya Savaşı'nda ve istiklal Savaşı'nda varolmayok olma savaşı verdiğimiz halde, bugün hiçbir Türk'te, Araplar kadar büyük İngiliz nefreti yoktur.

Arap demek, tepeden tırnağa İngiliz nefreti demektir. 19601ı yıllara geldiğimizde Arap topraklarında tek bir İngiliz kalmamıştır, İngilizlerin kukla krallıklarını Araplar alaşağı etmiş, tarih sahnesinden silmiştir.
Yani, bizim, bizi, arkadan vurdular dediğimiz Araplar bugün tarih sahnesinden silinmiştir. Ama hâlâ zavallı, cahil yazarlarımız yaygara koparıyor, bu fikirlerimizin Ortadoğu topraklarında hiçbir anlamı ve karşılığı kalmamıştır. Arap yazarlar, 'Allah'ını seversen ne diyor bu Türkler' diye şaşkın şaşkın bizi izliyor.
Arap ülkelere giden resmi olsun sivil tüm Türk vatandaşları ¸ok iyi bilirki Araplar Türk´lerin CAN DOST tu Olduğunu †ünkü bilirler ki Türk´ler, kendilerini sömüren değil, asırlar boyu Can mal din dil ırk
emniyetlerini koruyan Osmanlının torunları olduklarını...!
Aksine, İngiliz muhipliğini Ortadoğu topraklarında yalnız ve yalnız bizler yapıyoruz. Bizi arkadan vuranların elinden tutup Arap milliyetçilerinin karşısına eski kralları bir güç diye çıkarı­yoruz. Buyrun, hatırlayın. Irak Savaşı günlerinde, büyük gazetemizin manşetini. Ordumuzdan İngilizlere tarihi tokat. Güya, İngilizlere
l. Cihan Harbi'ni hatırlatıp, yardım isteklerini geri çevir­mişiz. Yalan. Oysa, bu manşetle bir hainliği maskelemeye çalıştılar. O da, biz Türklerin milli düşmanı Şerif Hüseyin'in torunu, devrik kralın oğlunu Irak'a götürdük. Üstelik adamla NTV’ de röportaj yaptık. Bizi vuran Arap'ı, bizler ağırladık, karşıladık yatırdık, yedirdik, otellere yerleştirip kapısına güvenlik koyduk. Bizi vuran Arap'ın çocuğunu el bebek gül bebek saklayıp, gizleyip emaneti Irak topraklarına, yani Arap milliyetçilerine karşı savaşsın
diye biz gönderdik!..
Mesela bir Türk çocuğu olarak benim Şerif Hüseyin'e karşı öyle bir kinim var ki, hâlâ onun yedi kuşaktan torununu yolda görsem, öldürürüm, diyorum kendime. Ama devletimiz, med­yamız, Türkçülerimiz hem Araplar bizi arkadan vurdu diye edebiyat yapacak, hem de bizi vu­ran Arap'ı ağırlayıp besleyip, Irak'a gönderecek. Peki, bu kadar haince, ajanca yalanlara nasıl kanıyorsunuz?
Çok basit, yakın tarihimizi hiç okumamakla!
Neyse... Yakın tarihimizde devletimiz adına onur duyacağımız entelektüel çabalar da oldu. 1961 yılında ülkemizde, çok değerli yazarlarımız Şevket Süreyya Aydemir ve
Y. Kadri Karaosmanoğlu'nun çıkarttığı ORTADOĞU adında bir strateji dergisi çıkar. Yani, çok sağlam ellerimiz, büyük bir düşünce vicdanı ve içtenlikle ülkemize
büyük çapta bir hizmet yapar. Bugü ne kadar bu yoğun kapasite ve derinlikte ve içtenlikte bir dış politika dergimiz olamadı.
Derginin 67'ye kadar çıkan 60'ın üstünde sayısını inceledim.
Genç cumhuriyetimizin bu iki güzel öğretmeni Ortadoğu ülkelerine ağır bir saygı ve yetenekle birbirinden güzel dostluklar, mesajlar gönderir. Cihan harbinin yaralarını güzelce ve ahlak temizliğiyle sarmaya, Ortadoğu'daki kardeşlerimizle kutsal bir beraberliğe doğru yol alırlar. Derginin 11. sayısından sonra dergi yönetimi tümüyle Celal Tevfik Karasapan'ın eline geçer.
Yani, bu güzel duyguları ve politikaları, mit müsteşarlarımız, büyükelçilerimiz yazılarıyla paylaşır. Iran, Irak, Suriye, Mısır, krallıklar, Mağrip (Kuzey Afrika), Yemen, Kızıldeniz, Basra hakkındaolaylar, antlaşmalar, iklim, seyahatler, yumuşak bir dille ve bir aydın iyiliğiyle kaleme alınır.
Neler öğreniyorsunuz, neler, Libya'nın kazandığı paraları harcayacak bir halkı olmadığı için, komşu ülkelerden halk ithal ettiğine, Pakistan'ın taşı olmadığı için, yüz binlerce Pakis­tanlı çocuğun yüzyıllarca tuğla fabrikalarında çalışmak zorunda kaldığını, Arap sosyalizminin saniye saniye gelişimi, çatışmaları...

Dergiyi okudukça ağlayası geliyor insanın. Şevket Süreyya Aydemir ve Karaosmanoğlu'nun bu sert ve acımasız coğrafyaya bir ağbi, baba yumuşaklığıyla derin dostluklar kurmaya yönelik yazılan, mesajları, haberleri ve yeniden siyasal ilişkilerimizi örme çabaları. Ölümcül düşmanlara karşı ağır hastalığımız milliyetçiliğin yolunu şaşırmış militanlarına tatlı tatlı dersler veriyorlar. Ve zaman zaman bizlere: 'Geleceğin aydınlan, Ortadoğu'yla dost olmadan yaşamayız. Ortadoğu kardeşliğine katkısı olacak geleceğin aydınlarına...' gibi ibareler, duygudan öldürüyor insanı. Araplarla, iç içe, samimi, tam bir kardeşlik rüzgarı estiriliyor.
Son kırk yıldır işte birileri tarafından bu 'dostluk' ağları parçalanıyor. Bir zamanlar, kırk yıl önce devletimiz, aydını, mit müsteşarı, elçisiyle bu dostluğu yeniden kurmanın derdindeydi... Şimdi o dergideki Şevket Süreyya, Karaosmanğlu'yla aynı
fikirleri söylemeye çalışıyoruz, ama artık marjinal kalıyoruz. O günlerde devletimizin fikri, meşhur ve güzel yazarlarımızın
fikirleriydi. Bugünlerde, Ortadoğu bizim kardeşimiz dedikçe, devletin içinden birileri tarafından neden dışlanıyoruz.Bu dostluk nasıl bir fırtınayla altüst oldu, inançlarımız, kardeşliğimiz nasıl çatırdayarak yıkıldı, hangi fikirler bozdu bu birliği?..
Bizi, komşularımıza ve coğrafyamıza son kırk yıl içinde kimler düşman etti!..
Türk Devleti son kırk yılda ne oldu da, bu Ortadoğu siyasetinden vazgeçti?., işte birileri bu 'tarih'i öldürdü, bizi Araplara düşman yaptı...(Dergide bir tuhaf durum gördüm, bugün Daily News Gazetesi'nin sahibi İlnur Çevik'in babası, Türki­ye'nin tescilli meşhur masonlarından ilhan Çevik'tir. Nasıl olmuşsa derginin on birinci sayısında bizim yazarlarımız Şevket Süreyya, Karaosmanoğlu gönderilmiş, imtiyaz müdürlüğüne ilhan Çevik getirilmiş.
Mevzuu çözemedim. Komplo teorilerine de inanmam. Görünüyor ki masonlar, derin devletimizin strateji dergisinde dahi boy göstermeyi başarmışlar.)
Yani, bugün devletin strateji dergisi Avrasya Dosyası'nın Türkçü politikalarına bizi kimler getirdi? O büyük ve büyülü dünyadan bizleri kimler ayırdı?

Bugün, genel bir kanaat halini almış çok yanlış bir düşünce var. Sanki bizler, Cihan harbinden sonra küsüp Ortadoğu'ya arkamızı döndük. Hayır. Atatürk'ün Saadabad paktını düşünün, karşı cephede savaştığı Melik
Faysalla el sıkışıp antlaşmalar imzaladı.
Bizlerin Araplara karşı düşman vaziyet almaya başlayışımızın tarihi, İsrail Devleti'nin kuruluşuyla başlar.
Yani, bizim Ortadoğu'da temel politika değişikliğimiz cihan harbi yenilgisiyle değil, Menderes ve sonrası hükümetlerle başlar.1950'lerde Afrika ve Ortadoğu'da bağımsızlık rüzgarları eser, tek bir bağımsız ülke yokken, 19601ı yıllara geldiğimizde otuz, kırk, elli ülke bağımsızlığına kavuşur. 1950'den sonra Arap topraklarında çok
kuvvetli milliyetçilik akımları güçlenir.
Araplar tek tek bağımsızlıklarını kurarlar. Burası önemli.Çünkü, yedi yüzyıl siyaset yapamamış ve başkalarının emrinde çalışmış Araplar, Baas rüzgarıyla sarhoş olur. ilk işleri tüm Arapları birleştirmek.
Mısır ismini kullanmaz, Suriye'de, Birleşik Arap Cumhuriyeti'™ kurarlar. Bu fikirlerini kendi kültürlerine uygun bir sosyalizm teorisini inşa ederek tarih sahnesine sokarlar
Mısır'da Cemal Abdül Nasır bir Arap devi olarak gümbür gümbür konuşur. Arapların ufku gelişir ve doğuya ve batıya, yani Rusya ve Amerika'ya karşı bir üçüncü güç olarak naralar atarak siyasete girerler. Nasır kadar, Ortadoğu topraklarında, İngiltere’ye, Amerika'ya ve Batı'ya karşı, onun kadar sert, kararlı ve net konuşan tek bir Arap lideri çıkmadı. Müthiş bir adamdı. Arap halkı
radyo başında onu dinleyip kendinden geçiyordu. Altı günlük İsrail Savaşı'yla Nasır'ın simleri döküldü, gözden düştü ve sonra öldü.Nasır'ın gümbür gümbür ateşli konuşmalar yaptığı bu günlerde Araplar Türkiye'yi çok seviyordu, hatta Baas, bizim Kemalizm’e tıpkı benziyor, taklitti. Zaten Baas'ın ileri gelenleri Osmanlı okullarında okumuş, çoğu Konyalı, İzmirli, Urfalı, Osmanlı'nın aydınlarıydı. Bizlere, kardeşlikleri ve hayranlıkları hiçbir zaman bitip tükenmedi.
Ve her defasında bizimle, ölçülü, mesafeli, saygıyla konuşmaya çalıştılar. Ancak, 1950'den başlayarak, Türkiye Devleti'nin önce İsrail’e sonra İngilizlere taraf olmasına dayanamadılar, ipler, biz İsrail’le yakınlaştıkça, İngilizleri destekledikçe koptu. Mısır'ın milli davasıkanal savaşında İngilizleri tutunca bizler, tarihsel bü­yüklüğümüz bir günde yok oldu. Araplar Türklere düşman olmamak için çok çaba sarf etti, mesela tüm Arapların milli ve ortak davası Filistin'e güç vermemizi istediler... Mesela kanaldan hiçbir İsrail gemisi geçemez, hiçbir Arap toprağına İsrailli ayak basamaz. Ancak, bizler Ortadoğu'da siyasetimizi İsrail’le kurmaya çalıştık. Ve İsrail’in Ortadoğu topraklarında cirit attığı, alışverişe girip allem kullem ettiği tek Müslüman devlet olduk. Türk yazarlarının en büyük cahilliği, Arapların hem İngiliz hem Amerika nefretlerini derinliği bilmiyorlardı,
ciddiye almayıp, Arapları küçümsemeye çalıştılar. Bizim Amerika yörüngesine girdiğimiz yakın tarihte Araplar Amerikalılara karsı varolma yok olma savaşına girdi. Araplar tarih sahnesinde henüz 'otuz yıl' bağımsız kalamadılar, bugün yarısı işgal edildi, diğer yarısı Amerika'nın uydusu. Bunun sebebi trajiktir; Araplar, özgürlük sarhoşlu­ğuna alışamadılar. Asırlar sonra ilk defa bağımsız dev­let kurmanın sarhoşluğundan kurtulamadılar, hem doğu blokuna, hem batıya, yani emperyalistlere külliyen meydan okuyup, naralar attılar. Boylarından çok büyük nutuklarının kurbanı oldular. Meydan okumalarla bağımsızlıklarını yaşatacaklarına inandılar. Yüzyılların ezikliğiyle, bağımsızlığı, İngiltere ve Amerika'ya karşı topyekün bir savaş sandılar, İngilizleri hızla toprakların­dan defeden Arapları, çok geçmeden Amerika kıskaca aldı ve şimdi boğup, öldürmektedir. Nasır'a, 'Amerika'dan gıda yardımı alıyorsunuz' diyorlardı o günlerde. Nasır bu laflan asla kaldıracak adam değildi: 'Gerekirse aç kalırız, gerekirse halkımız et yemez, gerekirse tek öğün yemek yeriz, bağımsızlığımızı kimseye, asla çiğnetmeyiz!'...Arapların bir hayat üslubu seçtikleri büyük Amerikan nefretlerine bir küçük misal vereyim. Dünya vahşet tarihinin hiç kabul edilmez en zalim katliamlarından biri Esad tarafından Hama'da, diğeri Saddam tarafından Halepçe'de yapıldı, gaz bombalarıyla kasabalar yok edildi.Birinde Kürtler, diğerinde İslamcı grup Müslüman kardeşler tarihten kazındı, iki katliamında baş sebep, bir tarafta Kürtlerin Amerika politikası, diğer tarafta islamcıların Amerika'yla işbirliği yapıyorsun suçlamalarıdır. Hafız Esad, henüz geç bir subayken, 1964'lü yıllarda Amerikan işbirlikçisi , gördüğü Müslüman kardeşlerin ayaklanmasını affetmemiş. katliamından tam otuz yıl önce, hepsini bir gün geberteceğinin yeminini
radyo başında alenen yapmıştır!
Araplar, milliyetçilik manyağı olmuştu, tüm Arapları birlik içinde, tek devlette toplayacaklar, büyük, birleşik Arap cumhuriyetini kuracaklardı, üçdört yıl kurdular, Mısır-Suriye yan yana geldi, sonra bu deneyi Irak-Suriye yaptı, sonra iç karışıklık, darbelerle çözüldüler. Arapları bizi tanıtacak en büyük siyasi girişim, Arapların dünya siyaset sahnesindeki en büyük başarısı 'tarafsızlar' blokuna Baas partilerinin tam tekmil katıl­masıdır. Tarafsızların büyük bir lideri Tito, Nehru ise diğer büyük lideri Cemal Nasır'dı. Tarafsızlar bloku, dünyayı kıskaca almış, Varşova paktı ve Amerika ve Nato'ya karşı, meydan okuyordu. Bugün dahi insanlığın tek kurtuluşu olan şu madde, tarafsızlar blokunun üçüncü maddesiydi: 'Elinde nükleer bomba bulundu­ran ülkelerle ilişkiye girilmeyecek, antlaşma yapılmayacak, elinde nükleer bomba bulunduran ülkelerin malları alınmayacak!'.
Biz ise o yıllarda, elinde nükleer bomba bulunduranların kucağındaydık.
Bugün, tüm dünyamız büyük bir insanlık çığlığı arıyor. Bu çığlık, bloksuzların o günkü bu maddesinde yazılı, hepimiz, dünyamız için insanlık için harekete geçeceksek, ve insanlığın tek bir şansı kalmışsa, o da, doğuda ve batıda hepimiz nükleer silah barındıranlara karşı tek cephe olmalıyız...
Tarafsızlar bloku, insanlığın ruhu ve vicdanıydı, bunları bu kadar çabuk unutmak, ahlaksızlıktır, özgürlüğün peşinden koşanlarla, köpekliğin, uyduluğun, köleliğin peşinden koşan halkların tarihlerini iyi öğrenmemiz gerekir!Amerika, kısa zamanda, 70'lerin başında, Arapları içerden vurmanın yolunu fundamentalist İslami gruplarla bulmuştu, ya da petrol şeyhlerini Baas'a karşı kışkırtarak.
Bugün Araplar, çözülmeye, heyecanlarını yitirmeye başlamışsa, bunun sebebi, dünya devi İngiliz, İsrail, Amerika'yı karşılarına almalarıdır. Sonunda Baas'ı, Arap Birliği’ni çökerten İslami gruplar da ters tepmiş, 1980li yıllardan itibaren bu gruplar Amerika'yı vurma­ya başlamıştır. Yani, Arap çöllerinde her kum tanesi Amerikan nefreti taşır. Amerikan düşmanlığı Arapların kültürel ölçüsünü, temkinini, özenini kaybettirmiş, gö­zünü döndürmüş, birer vahşi terörist görüntüsüne sok­muştur. Araplar, yani Müslümanlar bu kadar 'sert' bir millet değildi, önce İngiliz, sonra İsrail sonra Amerika'nın cehennem politikaları onları birer şizofren man­yağa çevirdi.
Arap milliyetçiliği, bağımsızlık ve onurun anlamını,, bugün dahi İngiliz ve Amerikalılardan, İsrail’den kurtul­mak olduğu düşüncesiyle anlar. Nasır'dan sonra Enver Sedat'a Amerika'nın barış ödülü vermesinin sebebi, ni­hayet bir Arap'ın Amerikalılarla masaya oturmuş olma­sıdır. Bu olay, son elli yılın hâlâ en büyük siyasi olayı ve Arap coğrafyasının yırtılmasıdır. Arap dünyası Enver Sedat'ı aradan geçen 25 yıla rağmen hâlâ affetmiş de­ğildir, zaten, bir İslamcı terörist tarafından bu yüzden öldürülmüştür. Ve Arap dünyasının büyük birleştirici abisi Mısır gözden düşünce, ortalıkta hokkabazca dö­nen, Kaddafi, Saddam gibi adamların eline kalmıştır, büyük Arap davası!Kendi topraklarındaki amansız, emperyalizm savaşı bir yana, Arap gençleri Afganistan'a koşup, Rusya'ya karşı Afganistan bağımsızlık savaşını verdiler. Arapların varolma-yok olma savaşı verirken şehirleri, idareleri, kasabaları katliam, vahşet yerlerine döndü, birbirlerini öldürdüler, birbirlerini suçladılar. Kan gövdeyi götürdü­ğü bu elli yıl içinde, Türkiye ne yaptı, Araplar karşısın­da, İngiliz ve Amerika ve Nato, ve İsrail siyaseti izledi. Başka bir dünyanın menfaatlerine doğru uçtu...
Arapların birlik ve milliyetçi neşeleri bugün heyecanını kaybetmiştir, ancak Irak topraklarından direnişçiler Amerika'yı kazıdıklarında, o eski sağlıklı, kanlı, canlı Arap neşesi, bağımsızlık keyfi yeniden yerine gelecektir. Belki hayaldir, ama herkesin bilmesi gereken şudur, ama beş yıl, ama on yıl, Araplar, Amerika'yı bir gün mutlaka kovacaktır, çünkü başka türlü yaşamaları mümkün değildir.
Ve unutmayın, günümüzün Arap mucizesi, muazzam bir direniş muazzam bir fedakarlıkla yaşayan Arap gençleridir!İsrail saldırılarıyla Filistinliler tarih sahnesinde yalnız kalıyor, Arap topraklarının işgali karşısında, Avrupa, insanlık, susuyor, işgalci güçlerin tanklarını susarak seyrediyoruz. Petrolü çalınan, talan edilen, tecavüz edilen Araplar karşısında, hiçbirimiz insanlığın vicdanından konuşmuyoruz!
Türkiye'yi bir uçuruma düşürecek düşünce de budur, NATO'ya, AB'ye girmesi, ABD çıkarlarını ilerletmesi, ülkemizin, insanlık vicdanından konuşmasını zora sokmakta. Ama artık, Ortadoğu topraklarında kurnazca, hileyle atılacak bir adım kalmadı, Amerikalılar bütün siyasi puştlukları denediler. Türkiye'nin atacağı yanlış bir adım, bizi Araplar karşısında birkaç dolar için devleti­ni, onurunu, şerefini, askerini, tarihini satmış köleler gibi yapacaktır.Bugünlerde hepimiz, bizi, Arapların düşmanı haline kimler ve neler getirdiğini yeniden düşünmek zorunda. Bakın doğu topraklarına dönük, CENTO muz vardı, Türkiye-İran-Pakistan. 60'lı yıllarda CENTO sayesinde Trabzon ve Mersin limanına büyük vinçler gelip geniş­letilmiş, halen ülkemiz dünyaya bu limanlarla açılıyor, İran’a demir yolu döşenmiş ve üstüne CENTO sayesinde 60'lı, 70'ii yıllarda komşularımızla tek bir sorun yaşamadık! Şimdiyse, Gümrük Birliği antlaşması yüzün­den, bu ülkelere, Avrupa'dan izinsiz mal satamıyor, onlardan, Avrupa'dan izinsiz mal alamıyoruz...Nato, Varşova Paktının Avrupa kıtasına yönelmiş binlerce tümenine karşı Avrupa kıtasını korumak için kuruldu. Bizler tam elli yıl NATO'nun bekçiliğini yaptık. Bunun maliyeti olarak silahlara milyarca dolar, darbeler, kardeş kanı. Avrupa'nın Allah'ı olsa hiç değilse bu ülke bizim için silahlara milyarlar ödedi ve bugünkü ekono­mik çıkmazının bir sebebi de budur, der. Avrupa'nın Allah'ı olsa, eski dostumuz, der. Avrupa'nın Allah'ı olsa elli yıl sarıldığı dostunu, Sovyetler çöker çökmez sümük gibi kapıya fırlatıp, yedi kat yalnızlığa fırlatmaz. Avrupa'nın Allah'ı yoktur ve şimdi bizi eşit bir üye değil, boynumuza bir demir halkayı antlaşmalarla bağlamak istiyor.
Eğer Avrupalıların Allah'ı olsaydı, AB'ye imza attığımız kırk yıl öncesinden beri, bu birliğin kuruluş planları aşamasında birliğin içinde olurduk. Kırk yıldır, planlanıyor birlik, siyasi, sosyal, iktisadi, sınırlar, nüfus, parası planlanırken Türkiye hesaba katılırdı. Projeler bitti, inşaat tamamlandı, şimdi de Türkiye'nin yükleyeceği sosyal ve siyasi yükleri tartışıyorlar. Bu yük, bugünün sorunu değil ki başımıza kakıyorlar. Bu yük, kırk yıl öncesinden beri gelen bir maliyet! Şimdi, bina­yı bitirmişler, alırız da, almayız da, sonra gelin de... Tür­kiye'nin AB'ye sığmayacağı elli yıldır bilinen bir gerçek, AB'nin uzmanları, bilim adamları elli yıldır bu gerçeği biliyor. Oyalamalarının sebebi, bizim NATO'da köpeklik yapıyor oluşumuz.işte Türkiye'de yüzünü Avrupa'ya içtenlikle dönmüş aydınlar arasında kafa karışıklığı ve gittikçe büyüyen Avrupa nefreti burada başlıyor. Avrupa Birliği'nin hak­sızca hukuk dinlemeden, attığı imzalan hiç dikkate almadan Türkiye'yi kullanıp bir çöp gibi sokağa atmasının sebebi olarak Türkiye'de yeni bir milliyetçilik rüzgarı esmeye başlamıştır.
Oysa Türkiye, NATO'dan kalan alacaklarını kuruşu kuruşuna ödetene kadar, AB'nin
yakasını asla bırakmamalı, onların istediği her antlaşma­yı yerine getirip, getirdikçe AB'yi köşeye sıkıştırarak elli yılın intikamını almalı.
Kardeşlerim, Türkiye'nin NATO'da köpek gibi kullanılıp sümük gibi fırlatılıp atılması, en batıcı Türk aydınlarının dahi kafasını karmakarışık yapmıştır. Ülkemizde yeni estirilen milliyetçilik rüzgarları tanıdık
değildir, bu rüzgarlar, ne Namık Kemallerin, ne Mustafa Kemallerin ne de bizim şaşkın MHP'lilerin milliyetçiliğe benzememekte. Ne de kaba, gerici, ilkel, sebeplerle doğal olarak oluşmuş bir milliyetçilik türü değildir. Aksine, dikkat edin, çok okumuş, onlarca yıl batıya yönelmiş, batılı değerleri benimsemiş aydınlar arasında bu yeni Avrupa düşmanlığı patlak vermiştir.
Avrupa'nın bu kalleşliği batıda okumuş aydınlarımızı kışkırtmıştır, ilginç ve çağ dışı bir bağımsızdık rüzgarları estirmesine sebep olmuştur. Türkiye bu yeni tür Avrupa düşmanlığını yavaş yavaş içselleştirerek bir dinamit haline gelmekte. Ülkemiz, milliyetçi ve taşkın profesörlerle dolup taşmakta, ekranlarımız, akıl hastası Avrupa düşmanlarıyla boğulmuş durumda. Bu yeni tür düşmanlığın sahiplerine bakın! Yüzyıldır batı esaslarıyla batılı okullarda batılı terbiyeyle batılı sanatlarla batılı bilimle büyüyen insanlardır. Bu insanların sonradan görmüş 'milliyetçilikleri de' çok daha körleşmiş, bir akıl hastalığı türüne dönmüştür. Her şeyden pirelenen, her şeyi batının ajanı savan, Avrupa'nın bizi sömürgeleştirip feshedeceğine inanan, batıdan gelen tüm kitap ve metinleri 'ajan' ve 'komplo' gibi okuyan yeni bir milliyetçilik türü!
Yani, aklıselim yine kaybedildi, yani uğraşıp duralım artık binlerce profesör manyağıyla... Bu terbiye edilmemiş, yatıştırılması imkansız milliyetçilik, ekranlarda kan çıbanı gibi patlayan çılgın bir düşünce dünyasını da Türkiye'ye yavaş yavaş öğretiyor!

Yani, eskiden bu toprakların gençleri azgın milliyetçi olurdu, şimdi yer değiştirildi, şimdi, aydınları ve profesörleri vahşi milliyetçileri oluyor!Batıda doğup batıda ölseler dahi, doğu kökenli aydınların zihnini yönlendiren batı kültürüyle doğulu aydınlar bir türlü duygudaşlık kuramıyor. Duygudaşlık ku­rulmayan bir kültürü tasvip etmeleri mümkün değil. Tam tersine, öğrendiği ve yetiştiği batı biliminin bilim ve hukuk kılığında, doğulu halklara baskı uyguladığına inanıyor.
Beyni, batılı hukuk, demokrasi, siyaset gibi batılı değerlerle ortak bir söylemi paylaşsa dahi, asla içselleştiremiyor. Yani, hepimiz yüreği başka, beyni başka adamlar olduk.
Mesela, doğulu aydınlar batının biliminden vazgeçmeseler de, batının sanatsal başarılarını çoktan küçümseyip hiç ciddiye almamaya başladılar. Şimdi, bu kafa karışıklığıyla tamamen başka bir kültürün içine girebilmek mümkün mü? Çözülmesi imkansız bu sorunlar basit değil, şimdi
yüzlerce profesörümüz batılı gibi düşünmeyi 'bozulma' kabul ediyor, bu kadar büyük bir tuhaflığı bu ülke kaldırabilir mi?Bizi batıya satan aydınlarımız*. Doğallığını kaybetmemek için direnen halkımızdı. Şimdi aydınlarımız, türkülerimizi, sanat müziğimizi, tarihi eserlerimizi, Yunus'u, Mevlana'yı, doğuyu merak ediyor, 'dur' diyor. Halkımız ise bugün batı özentisinin en aşağılık örnekleriyle çorbaya dönmüş Aşmalı Konak gibi dizileri izliyor. Bunları sonra tartışırız
Bir halkımız daha var, halkımızdan içeri. Ülkemiz, dünyanın en büyük en zengin ekonomisine dahi sahip olsa, asla tatmin olmayacak, Bosna, Afganistan, Çeçenistan ve Irak'ta yaşadığı vicdan sızısını gidermeden rahat etmeyecek, bir halk.

Irak ve Bosna işgaline sessiz kalan Avrupa karşısında, halkımız ve aydınlarımız, bir 'insanlık' sesi arıyor, kendi kültürlerinin içinden bir adalet duygusu, bir iyilik fikri devşirmek istiyor.
Karşılıksız iyilik, iyilik, mal gibi, borsa gibi, dolar gibi yükselen ya da Avrupa'nın yasaları gibi dünya alem görsün diyen hukuki metinler değil, hiçbir tanımı ve ta­rifi ve kuralı olmayan bir iyilik.iyilik, hızla yayılır, iyilik, her insanın, her devletin insanlığın yasaması için olmazsa olmaz en temel duygumuzdur. insanlığın en büyük değeri.
Bir küçük iyilik, dünyanın neresinde olursa olsun fırtınalar yaratır, çok çabuk çoğalır, etkileri asırlar sürer.
Şimdi, kapısı sabah vakti Amerikan askerlerince kırılıp parçalanan, annesi babası don gömlek yataktan fırlatılıp duvara dizilen dört yaşındaki Iraklı çocuklar, bizlerden bir 'iyilik' beklemekte. Uçsuz bucaksız çöllerde kendi halinde yaşayan bir Iraklı çoban hepimizden Allah rızası için 'adalet' beklemekte.
Bizi, aydınlarımızı, halkımızı, insanlığı yüceltecek olan değer, iyilik'tir.
Rusya, ABD ve Avrupa kültürünün karşısında bizi yüceltecek ve elimize insanlık meşalesini verecek olan duygu, Allah rızası için kardeşlerimize iyilik'tir.
Küçük bir iyilik, devletlerin tüm maddi yasalarından ve zenginliklerinden ve
kudretinden daha büyük anlamlar taşır! İnsanoğlu’nun kaybolmuş ruhu, ezilmiş vicdanı ve hâlâ insanoğlunun evrendeki en büyük mucizesi, yardımlaşma, el sıkışma, paylaşma, bir küçük yardım paketi gönderme, komşusunu düşünüp, üzülmesidir!Petrol ve madenlerimizi ve inançlarımızı bilmeksizin yağmalayanlar karşısında insanoğlunun acısını dindirmenin tek yolu, iyilik'tir. Hem kendimiz hem halkımız hem devletimiz hem insanlık, zalimlerin işgal ettiği bu dünyada ancak iyilikler yaparak, varolabilir.
Topraklarını, çoluk çocuklarını, inançlarını, sokaklarını, dünyanın en manyak en delirmiş silahlarına karşı savunan insanların yanında 'iyiliklerimizle' durabilmeliyiz.
Milli menfaatler, devlet çıkartan ve politikalar düşünmeden yapabileceğimiz iyilikler tüm insanlığın özlediği ve aradığı 'insanlık çığlığıdır'.Ortadoğu toprakları kan ağlıyor. Şarkı söyleyen bir Arap çocuğunu en son ne zaman gördünüz? Yoksul, mazlum, silahsız insanlar, dünyanın en büyük şeytanları Amerika ve İsrail’e karşı ayakta durmaya çalışıyor. 15 yaşındaki evlatlarını intihar bombalarıyla havaya uçurmaktan başka şansları kalmamış.
Isa, bugünlerde ne yapıyor? Hazret-i Musa'yla, Kudüs'te, ölen, yağmalanan, talan edilen Müslüman çocukların ardından kahkahalarla mı gülüyor???Batı, kültürümüzü ve insanlarımızı neden yağmalayıp, tarihten silmeye çalışıyor. Batı, kültürümüzü işe yarar, verimli bulmadı mı?Ama, karanlığımızı çok işlevsel buldu.
Öyle verimli karanlığımız var ki, sürekli aydınlatmaya geliyorlar. Ne komik, batının dört yüzyıllık aydınlatma düşüncesi bizi kendi petrolümüzle aydınlatmaya geliyor.
Batı, inançlarımızın ve tarihimizin eski olduğunu, bu kadar eskimiş şeyin asla modern olmayacağını, bu kadar eskimiş kültürün ancak zalim diktatörler yetiştire­ceğini iddia ediyor, işte bu yüzden, onurumuzu ve inançlarımızı bombalarıyla örseleyerek, artık bu hırpalanmış tarihten ve inançlardan kurtulup atmamızı bek­liyorlar.
ABD askerlerinin sırt çantalarında getirdikleri, 'hukuk ve özgürlükleri' bayramlar yaparak kullanmamızı istiyorlar.Bağdat müzesini yağma etmelerinin sebebi, bizim kültürel zengin geçmişimizdi. Ancak, karşılığı dolar olarak belirtilmemiş eserlerdi. Batı, karşılığı dolar olarak yazılmamış hiçbir şeyden hoşlanmaz, bu yüzden yağmaladılar, şimdi bu değerli eserler el altı serbest
piyasada dolar karşılıklarıyla değerlendirildi ve artık bu eserler de batının envanter
zenginliklerine girdi.işgal güçlerine zorluk çıkarttığı için Iraklılara tazmi­nat davası açacak kadar delirmiş, akıl hastası batı medeniyeti!Artık, gasp edilmiş bir şirketin malı Irak, iki ortağı yarın birbirine girer.
ABD, İngilizlere, 'üç milyar ver, sana bırakıp çekileyim' demeye başlar.
Ya da ikisi de artık çamura saplanmış bu ihaleyi Japonlara satabilir.
Şu anda, Avrupa ve Amerika'nın üniversitelerindeki bilim adamları bu kadar sessiz
kalacak hangi yoğun çalışmalar içindeler.insanlık sorunu kalmadığına göre, ahlak bittiğine göre artık yapacakları, 'kesin bilimdir'. Bilim tarihi de hep bu kesin bilimi arayıp durmadı mı? Çocukları öldürüp, ülkeleri yağmalatıp sarsılmayan tek insan türünü onlar bu kesin bilimle icat etmediler mi?
Irak'ın ne kadar barbar, geri, zalim, İslam’ın ne kadar vahşi bir din olduğunu dünya ekranlarından reklam etmek için Irak'ı atom bombalarıyla yağma ettiler.
Bu sefer bilimsel inceleme için değil, askeri bir inceleme için geldiler. Bu ülkeyi işgal ve halkını topyekün öldürmek, batı kayıtlarına ye idrakine, tamamen profesyonel bir çalışma olarak girdi. Bu profesyonellere yardımcı olmak hiçbir ülke ve modern insan için utanç verici değil, artık.
Ama bilmedikleri bir şey var! Güneşin neden bu kadar parlak olduğunu hâlâ bilemiyor bilim adamları! Rüzgarın meteorolojinin konusu olduğunu sanıyor bu adamlar, rüzgarın Tanrı'nın soluğu nefesi olduğunu unutmuş, bu adamlar!O kaskatı, sert, çelik silahlarıyla, hala iyilikten, adaletten bahseden özgürlülcüler,
Yer, gök, doğu, batı, uygarlıkları, bilim adamları...
Görecekler, ilahi göç mü deliyor bu gök kubbeleri, atom bombaları mı?
(Şimdi, hepimiz dua ediyoruz, karanlık ve kutsal yalnızlıklarına gömülmüş
Savaş çocuklarına!
Ve hepimiz artık, Irak´ta Afkanistan´da
Çeçenistan´da Filistin´de Bosna´da
Lübnan´da.............! Olanlara Dün olduğu gibi Bu günde yüreğimize
unutmak için değil Hatırlamak için
bir çentik daha atıyoruz.!T.Egerci)

Hazırlayan : Tahir Eğerci
Gazeteci Yazar : Nihat Genç (3.8.2003)








Zevk için minareleri yıkıyorlar.