Pazartesi, Nisan 04, 2011
Pazartesi, Mart 14, 2011
Kaç Afgan çocuk cesedi bir haber eder? Sayi 51
Kaç Afgan çocuk cesedi bir haber eder?
09 Mart 2011 / 12:38
Haber7.com yazarlarından Cemal Demir medyanın İslam dünyasında meydana gelen katliamları bile haber yapmamasına sert tepki gösteriyor.
Neden Afganlı çocukların ölmesi bu kadar sıradan? Birinci sayfalara haber olarak girebilmeleri için kaç Afgan çocuğun cesedi gerekiyor? O çocuklar ABD'li olsa böyle sessiz kalınacak mıydı?
1 Mart günü NATO savaş uçakları Afganistan’ın Kunar eyaleti Peç şehri yakınlarında odun toplamakta olan çocuklara ateş ederek, yaşları 12’den küçük 9 çocuğu öldürdü. Afganistan'daki NATO askerlerinin komutanı Orgeneral David Petraeus da, Afganistan'daki uluslararası gücün meydana gelen trajediden ''derin üzüntü duyduğunu'' belirterek özür diledi ve ''Bu ölümler hiç olmamalıydı'' dedi. Konu, NATO açısından kapandı.
Medya izleme gruplarının verilerine göre, 7 Mart itibarı ile 9 çocuğun ölümü ile ilgili ABD’nin en büyük 3 televizyon grubunun (ABC, CBS, NBC) yaptığı haber sayısı 2. Bunlardan biri 2 Mart gecesi ‘’NBC Nightly News’’in yayınladığı 80 kelimelik bir haber diğeri ise 6 Mart pazar günü ABC World News Sunday’de, Hamid Karzai’nin sivil ölümlerine duyduğu tepki ile ilgili kısa bir haber. Bu kadar. Hep övdüğüm NPR’da tek bir kez bile haber olmadı bu katliam. Solcu MSNBC’de hakeza… Fox News’in bahsetmesini zaten beklemiyordum. CNN birkaç kez özet şekilde görüntüsüz geçmiş. Koca Amerikan medyasında konuyu tek derinlemesine gündeme taşıyan ‘’Democracy Now’’ adlı muhalif ve bağımsız medya platformu oldu.
SON 20 GÜNDE 4. SİVİL KATLİAMI
Bu olay Afganistan’da son 20 günde 4’ncü sivil katliamıydı. 17 Şubat günü Kapisa yakınlarında NATO saldırısında 5 sivil öldürüldü. Alahsay Valisi Muhammed Ömeri’nin açıkladığına göre 3’ü yetişkin erkek ile 12 ve 13 yaşlarındaki iki çocuk aylardır et yiyemedikleri için kuş avlamak için uğraşırken saldırıya uğradılar. Yanlarında sadece kuş avlamak için kullandıkları malzemeleri vardı. 20 Şubat günü Hoygani vilayetindeki füze saldırısı ise tamamı aynı aileden 6 kişiyi öldürdü. Reuters fotoğrafı füzenin tam da evin damına isabet ettiğini gösteriyor.
Sonrasında 4 gün süren NATO / ISAF operasyonunda 40’ı çocuk 10’u kadın tam 65 sivil öldürüldü. Katliamı dünya kamuoyunda saklamak isteyen ISAF, El Cezire muhabirleri Abdullah Nizami ve Saidullah Sahel’i gözaltına aldı. Kimsenin canının kıymetinin olmadığı bir ülkede basına yönelik baskıyı anlamakta zorlanacak bir büyükelçi bulmak da zor tabi.
Son olarak 1 Mart günü yaşları 7 ile 9 arasında değişen 9 çocuk art arda hedef alınarak katledildi. Fakir ailelerin isimsiz çocukları, bitmek bilmeyen kışa karşın ısınabilmek için odun topluyordu ormanlık alanda. İki çocuğu öldürülen bir baba, ‘’Ne insanlığa değer veriyorlar ne de çocuklarımız umurlarında’’ diye ağladı günler sonra bölgeye ulaşan bazı gazetecilere. Ancak, bu gözyaşlarını, dünya kamuoyu görmedi, siz görmediniz, ben görmedim… Afganlı değil mi, varsın bu baba da iki çocuğunu kaybetmiş olsun, ne var bunda büyütülecek..?
ABD'Yİ GEÇTİK TÜRK MEDYASINDA NİYE YOK?
Çocuklar, kadınlar sivillerin hayatı sözkonusu olduğunda, ırk, dil, din konuşmayı en büyük günahlardan görürüm ama çifte standardamıza dikkat çekebilmek için soramadan edemiyorum; Acaba, bu katliam ABD’de ve ölen çocuklar ABD’li olsaydı bu sessizlik yine olur muydu? Neden, dünyanın bir kısmında çocukların ölmesi ‘vaka-i adiyeden’ haber muamelesi görüyor? Tek bir Batılı çocuğun başına geldiğinde haklı olarak göreceği medya ilgisini görebilmesi için kaç Afgan çocuğun cesedi gerekiyor? Kaç Afgan çocuğun cesedi bir haber ediyor?
Hadi Amerikan medyasını geçtim, peki bu katliamlar Türk medyasında ne kadar yer buldu? Utanarak söylüyorum bizim için de Afgan sivillerin cesetleri çoktan sıradan haber rakamlarına dönüşmüş durumda. Çuvaldızı kendime batırmak için bu yazıyı kaleme alıyorum ama size de iğne ucuyla dokunacağım. Sizin gündeminizde bu haberler ne kadar yer aldı? Aldı mı? Uzağa gitmeyeyim, Haber7’nin 2 Mart günü saat 16:00 sıralarında girdiği haberi, 7 gün sonra bugün itibarı ile 1134 kişi okumuş ve 2 kişi yorum yapmış.
ABD'NİN EN UZUN SAVAŞI HÂLÂ SÜRÜYOR
2001 yılında başlayan Afgan Savaşı, ABD’nin en uzun savaşı ve halen devam ediyor. Kime karşı savaşılıyor, ne için savaşılıyor, kimse emin değil. Coğrafi konumu ve dünya eroininin yüzde 90’ının kaynağı olan bir gariban ülkede istihbarat örgütlerinin, karanlığın efendilerinin, uyuşturucu lordlarının cirit attığı, her yerinden pis kokular çıkan bir savaş. ISAF’ın ya da Taliban’ın doğrudan saldırılarıyla ölen sivil sayısı 14 bin civarında. Dolaylısının hesabını bilen yok. Çünkü sadece varlığını değil öldüğünü de kayda geçiremeyen çok sayıda insanın ülkesi burası…
Kinlenelim diye yazmıyorum bunları. Kinin, intikamcı düşüncenin, nefretin ne Afgan’a ne Iraklıya ne de insanlığa faydası olduğuna inanıyorum. Hem, bu haberleri, Afganın canına, çocuklarına bedenine yandığı için değil, sadece kendi politik ya da şiddet mücadelesini ateşlemek için ‘istismar’ edenler de var. Ama, çocukların sivillerin bu şekilde acımızasızca öldürülmesine bu kör duyarsızlık, sağırlık, insanlığımızı eritiyor diye korkuyorum.
Hemen yanı başımızdaki yıkık ülkeye bir bakalım. Ocak ayındaki ‘Birliğin Durumu’ konuşmasında ABD Başkanı Barack Obama, ‘’Irak Savaşı’nın sona erdiğini’’ ilan etti. Peki Iraklı için gerçekte öyle mi? Nerdeyse yerle bir edilen şehirlerde milyonlarca aile için bu savaş daha yeni başlıyor.
GÖRÜNTÜLER ÜRKÜNTÜ VERİCİ
Felluce’yi çoğunuz, detaylarını olmasa da ismini hatırlarsınız. 2004 yılında isyancı güçlere karşı ağır bir Amerikan hava saldırısına maruz kalan şehirde, o günden beri ‘özürlü doğum’da adeta patlama yaşanıyor. The American Conservative dergisinin Nisan sayısında yayınlanan haber tüyler ürpertici: İki kafalı doğan bebekler, kafanın ortasında tek gözle doğanlar, bacaksız doğanlar, ikiden fazla bacakla doğanlar, beyni hasarlı doğanlar, kalbi hasarlı doğanlar, anormal büyüklükte kafası olan bebekler, gözü olmayan bebekler, herhangi bir cinsel organı olmadan doğan bebekler…
BBC’den John Simpson geçen yıl Mart ayında Felluce’den yaptığı haberde, hastanelerde özürlü doğmuş onlarca bebek gördüklerini anlatıyor ve bir defasında 3 kafası olan bir bebek bile gördüğünü aktarıyor. Felluce’de yetkililer kadınlardan uzunca bir süre hamile kalmamalarını bile istemek zorunda kalmış. Felluce Devlet Hastanesinin başhekimi Dr. Ayman Qais, 2008 yılında İngiliz The Guardian gazetesine yaptığı açıklamada, bu şekilde hasarla dünyaya gelen günde 2 bebek gördüğünü söylüyor. Varın hesabı siz yapın. Google’daki basit bir aramada karşınıza çıkacak görüntüler bile tüyler ürpertici. Uluslararası Çevre ve Kamu Sağlığı Araştırmaları Bülteninin Aralık sayısında da , Felluce’de 2003 yılından beri meydana gelen tüm doğumların yüzde 15’inde bebekler özürlü bedenle dünyaya geldi. Raporu hazırlayanlar, Felluce’de oldukları 2010 Mayıs ayında sadece Felluce Devlet Hastanesinde, 76 düşük, 60 erken doğum ve 1 ölü doğum vakası tespit etmişler.
Tıbbi etik ve dış politika konusunda uzman Maryland Üniversitesi biyomikyagerlerinden Dr. Adil Shamoo, AC’e yaptığı açıklamada, ‘’Irak’ı yıktık’’ diyor ve ekliyor: ‘’Irak’ta bugün ortaya çıkan sağlık tablosuyla, yıllarca devam eden bombardmanların, çatışmaların neden olduğu çevre kirliği arasında bağ var’’. Üstelik, Irak’ın suyunu, havasını, tabiaatını kirleten savaşta bir de ABD’nin kullandığı bazı silahlardaki ‘zayıflatılmış uranyum’ da vehametin boyutunu daha da artırıyor.
Abrams tankları ile Bradley tipi saldırı araçlarının cephanelerinde ‘zayıflatılmış uranyum’ maddesi kullanılıyor. Irak’ta ‘uranyum’ olduğu yalanıyla ülkeyi işgal eden Bush tayfasının, şimdi ‘Irak’ta daha doğmamış çocukları bile tehdit eden bu uranyumlarından da şikayetçi olup olmadıklarını bilmiyoruz.
ABD Savunma Bakanlığı yetkilileri, AC’in sorularına cevap vermeyerek sessiz kalmışlar, ancak Irak’ta kusurlu doğan bebekler ile savaş arasında bağ kurulmasını reddediyorlar.
Irak, sağlık, çevre ve bilim bakanlıklarından ortak bir araştırma grubunun ülke genelinde yaptığı araştırmalarda, ülkenin 40 noktasında yüksek seviyede radyasyon ve dioksin oranı tespit edildi. Bu noktaların dörtte biri Felluce ve Basra gibi yerleşim birimlerinde bulunuyor.
SÖZ DE ONLARA KARŞI SAVAŞAN GÜÇLER DE
Öyle bahtsız bir ülkede doğuyor ki bu çocuklar, ülkelerini işgal eden güç de onları umarsızca öldürüyor, söz de onlara karşı savaşan güçler de… Örneğin, Müslümanlar için bile sıradanlaşan haberlerden biri camilere, pazarlara dalarak kendini patlatan intihar bombacıları… Pakistan’da, Afganistan’da Irak’ta hala ara ara haberlerde karşımıza çıkıyor bu bombalamalar ve önemsemeksizin bir başka habere geçiyoruz. Kim bu adamlar? Hangi akla hizmet, din iddiasıyla, etnik hak iddiasıyla Şii ya da Sünni camilerine, çarşıya pazara girip kendileriyle beraber onlarca masum sivili havaya uçurabiliyorlar? İslamcı hassasiyetlerimiz için, öldüren İsrailli değilse, görmezden gelmek en kolayı galiba…
NEDEN SUSTU MÜSLÜMANLAR O GÜN?
Neden tartışmıyoruz bu bombacıları ve onları bu hale getiren anlayışları? Neden tartışmıyoruz, ölmeyi öldürmeyi sıradanlaştıran anlayışı? Neden diktatörleri tartışmak için illa ki Batılları bekliyoruz? Diktatörler de öldürdü on yıllarca bu çocukları… Saddam zalimi, kendi vatandaşlarının üzerine kimyasal silahlarla saldırıp binlercesini öldürdü. Neden sustu Müslümanlar o gün? Neden sustuk o gün?
Kaddafi adlı zalim şarlatan da aynı yolda bugün… 1990’lı yıllarda Güneydoğu’da katliamlar yapan Ergenekon tayfasına sessiz kaldık da elimize ne geçti? Neyi koruduk? BDP tayfası, PKK’ya sessiz kalarak, her bombalı saldırısına, katliamına amalı gerekçeler bularak neyi savunmuş oluyor, ne kazanıyor?
Ölüm neden bu coğrafyanın normali? Neden yadırgamıyoruz ölümleri, öldürmeyi? Neden Afganlı çocukların ölmesi bu kadar sıradan? Birinci sayfalara haber olarak girebilmeleri için kaç Afgan çocuğun cesedi gerekiyor?
Kayanak : Cemal Demir - Haber 7
Hazırlayan : Tahir Egerci
Cuma, Mart 11, 2011
İki Fecr Arasında Sayi 50
İki Fecr Arasında Sayı: 50
İmsak ve sabah namazlarının vakitlerini dikkate alan kardeşlerimiz, fecr ve iki fecr ifadelerinin ne anlama geldiğini sanırım bilirler. Meselenin fıkhi yönündeki tanım ihti¬lafına değil, ihtilafsız olan vakıa yönüne değinmek istiyo¬rum.
Fecr, tan yerinin ağarması, güneş doğmazdan evvel doğu¬da hasıl olan ağarma, aydınlanma anlamına geliyor. Tabi ki bu fecr vakıası fecr-i kazib ve fecr-i sadık olmak üzere ikiye ayrılıyor. Yalancı fecr anlamına gelen (ki yalancı yeri¬ne geçici demek daha doğru olur) fecr-i kazib, tan yerinde¬ki ilk aydınlanmaya deniliyor. Kalıcı olmayan bu ilk ağar¬ma ve aydınlanma, kısa bir süre sonra kayboluyor ve tan yeri kararıyor. İşte bu kararmadan sonra tan yerinde tek¬rar başlayan ağarma ve aydınlanmaya fecr-i sadık, yani gerçek ve hakiki fecr deniliyor. Fecr-i sadıkla başlayan ağarma ve aydınlanmanın ise tekrar kaybolması söz konu¬su değil. Nitekim bu kalıcı ve gerçek ağarma, gerçek gü¬neşin doğmasıyla neticeleniyor.
Fecr ve güneşin doğması, fiziki olarak kolaylıkla açık¬lanabilir hadiselerdir. Güneşin doğudan doğması, dünyanın doğu istikametinde dönmesinden kaynaklanır. Dünya batı¬ya doğru dönseydi, güneş hiç şüphesiz ki batıdan doğacak¬tı. Mesele toplumsal düzlemde de aynıdır. Toplumlar da döndükleri istikamette karanlıklarla, döndükleri istikamette aydınlıklarla karşılaşacaklardır. Nitekim son asırlarda ışık ve aydınlanma umuduyla batıya doğru dönen dünya top¬lumları, uzaktan parlak gözüken teknolojik aydınlanmaya yaklaştıkça, bu aydınlanmanın voltajı düşen bir ışık gibi ka¬rardığını görecekler ve aynı istikametteki dönüşleriyle batı¬nın batısındaki doğu ile karşılaşabileceklerdir. Doğuya var¬mak için batı İstikametinde gitmek, cahillere özgü uzun bir yol olmasına rağmen, son asırlardaki cahil yöneticilerin tercihleri ne yazık ki bu yönde olmuştur. Netice olarak uzun bir süredir batıya doğru dönmekte olan dünya top¬lumları, belli bir süre sonra güneşin batıdan, daha açık bir ifadeyle batının batısından doğduğuna şahit olabilecekler¬dir.
Resuluilah (s.a.v.)'in haber verdiği güneşin batıdan doğacağı hadisesini acaba böyle mi anlamak gerekir? Tabi ki değil!.
Çünkü bu belirttiklerim sadece kişisel bir yorumdur ve hiçbir İlahi haber, akli ve mantıklı da olsa bazı kişisel yorumlarla sınırlandırılamaz. Kaldı ki bu kişisel yorumun sahibi dahi, muhkem haberler dururken böylesi kişisel yo¬rumları fazlaca dikkate almaz. Ancak bu söylediklerimde dikkate almamız gereken husus, şanı yüce Rabbimizin gece ve gündüzle ilgili bu sünnetinin, insan ve toplum düz¬leminde de yürürlükte olup-olmadığıdır.
İnsanların ve toplumların hayatında da gece, fecr, şa¬fak gibi hadiseler yok mudur?
Yoktur diyemiyoruz!. Nitekim Yüce Kitab'ımızda ce¬halet ve dalaletin karanlıklarla, İslam ve hidayetin ise nur ve aydınlıklarla örneklendirildigini dikkate alırsak, iki ola¬yın bazı farklılıklarla beraber birbiriyle benzer boyutlarının da olduğunu anlayabiliriz.
Allah'ın emrine isteyerek itaat eden yeryüzünde gerçekleşen gece ve gündüz olayı, sadece ve sadece Allah'ın takdir ve dilemesiyle gerçekleşen olaylardır. Yeryüzünde meydana gelen gece ve gündüzü Allah'tan başka gerçek¬leştirebilecek hiçbir güç, hiçbir merci yoktur.
“De ki: “Gördünüz mü söyleyin; Allah, kıyamet gü¬nüne kadar geceyi sizin üzerinizde kesintisizce sürdü¬recek olsa, Allah'ın dışında size aydınlık verecek ilah kimdir'? Yine de dinlemeyecek misiniz?” “De ki: “Gördünüz mü söyleyin, Allah, kıyamet gü¬nüne kadar gündüzü sizin üzerinizde kesintisizce sür¬dürecek olsa, Allah'ın dışında size içinde dinleneceği¬niz geceyi getirecek ilah kimdir? Yine de görmeyecek misiniz?”,“Kendi rahmetinden olmak üzere O, sizin için içinde dinlenmeniz ve O'nun fazlından (geçiminizi) aramanız için geceyi ve gündüzü var etti. Umulur ki şükredersiniz.”
Ayet-i kerimelerden de anlaşılacağı üzere, yeryüzün¬de Allah'ın takdiriyle gerçekleşen gece ve gündüz olayı, insanlar için başlı başına bir rahmettir. Gündüzünde çalışıp, gecesinde dinlenebilecekleri hikmetli bir İlahi takdirdir.
Toplumsal düzen ve yaşantıdaki cehalet ve dalalet karanlığı ise hiç şüphesiz ki insanlar için başlı başına bir zillettir. Ancak şanı yüce Rabbimiz hiçbir kavmin, hiçbir toplumun sürekli karanlıklarda kalmasına rıza gösterme¬miş, cahili karanlıkların yoğunlaştığı dönemlerde peygam¬berler göndererek, insanlara nura ve aydınlığa giden yolu göstermiştir. Nitekim Hz. Musa (a.s.) ve diğer bütün peygamberlerin gönderiliş gayesi, İnsanların dalalet karanlığın¬dan, hidayet aydınlığına çıkarılması içindir.
“Andolsun Biz Musa'yı: “Kavmini karanlıklardan nura çıkar ve onlara Allah'ın günlerini hatırlat” diye ayetlerimizle göndermiştik. Şüphesiz bunda pek sabre¬den ve pek şükreden herkes için gerçekten ayetler var¬dır.”
“Efendimiz (s.a.v.)'in gönderiliş gayesi de aynıdır, Elif, Lam, Ra. Bu bir Kitab'tır ki, Rabbinin iz¬niyle insanları karanlıklardan nura, O güçlü ve övgü¬ye layık olanın yoluna çıkarman için onu sana indirdik.”
“Sizi karanlıklardan nura çıkarması için kuluna apaçık ayetler indiren O'dur. Şüphesiz Allah, size kar¬şı elbette şefkatli olandır, esirgeyendir.”
Bu ayet-i kerimelerden de anlaşılacağı üzere, insanla¬rın karanlıklardan aydınlığa çıkarılması için indirilen Kur'an-ı Kerim, hidayet ve aydınlığın kaynağı niteliğinde¬dir. Nitekim Efendimiz (s.a.v.)'in irtihalinden sonra bile bu aydınlık, aydınlık kaynağına bağlı müslümanlar tarafından belli bir süre devam ettirilmiştir.
Yeryüzündeki gece ve karanlık, Allah'ın rıza ve dile¬mesiyle gerçekleşmesine rağmen, toplumsal düzlemdeki karanlık. Allah'ın rıza ve dilemesiyle değil, insanların sapık tercihleri ile gerçekleşmektedir. Şanı yüce Rabbimiz insan¬ları aydınlığa davet etmekte ve bu aydınlık üzere müstakim olmalarını tavsiye etmektedir. Ancak bu aydınlığa taham¬mülleri olmayan tüm tağutlar, insanları karanlıklara davet etmekte ve kendilerini dost kabul eden herkesi karanlığın acımasız girdabına çekmektedirler.
“Allah, iman edenlerin velisi (dostu ve destekçi)dir. Onları karanlıklardan nura çıkarır; küfredenlerin velileri ise tağuttur. Onları da nurdan karanlıkla¬ra çıkarırlar, işte onlar, ateşin halkıdırlar, onda sü¬rekli olarak kalacaklardır.”
Evet, yaşadık bütün bunları!. Saadet asrından, aydınlık asır¬dan ve bu aydınlığın kaynağından uzaklaşıldıkçâ, cahili ka¬ranlıklara yaklaşıldığını açıkça müşahade ettik. İçinde bu¬lunduğumuz son asîra “Ben müslümanım!” demelerine rağmen karanlığın destekçiliğini, karanlığın bekçiliğini ya¬pan kitlelerle birlikte geldik!.
Türbelere diktikleri mumları İslam güneşi sanan za¬vallılarla, batıla giden otobanları, hakka giden sırat-ı müstakime tercih eden batıperestlerle, batının gümrüğünden geçebilmek için kızının ve karı¬sının avret yerlerini açan takkeli deyyuslarla... birlikte yaşıyarak bu günlere geldik!.
Ancak, son on yıllarda bir şeyler oldu!.
Özellikle gençler, genç müslümanlar arasında bir ses yükseldi.
“La ilahe illa Allah”
Asırlardır söylenen, asırlardır telaffuz edilen sesten farklı, çok farklı bir sesti bu!. Ellerine tesbih alarak hergün binlerce “La ilahe illa Allah” diyenlerin, “La ilahe İlla Al¬lah” diyerek müzik eşliğinde dönenlerin sesinden Vallahi farklı, Billahi çok farklı bir sesti bu!.
Rabbim şahittir ki,
Efendimiz (s.a.v.)'in nübüvvetiyle başlayan ve Mekke sokaklarında yükselen “La ilahe ilia Allah” sesine benziyen, o sesi andıran kutlu bir sesti bu. Çünkü bu kutlu sözün kutlu manası, Rabbimizin lutfuyla kalplere inen ve kalpler¬den yükselen bir manaydı.
Allah'ın lutfuyla açılmış ve anlaşılmıştı keiime-i tevhi¬din manası, “La ilahe illa Allah” ifadesi, “Allah'tan başka ilah yoktur, ancak ve ancak Allah vardır” kutlu gerçeğinin, kutlu ifadesiydi.
Kalplerimizde makes bulan bu mana ile, kalp gözleri¬miz açılmıştı sanki. Daha önceleri göremediğimiz, görüpte anlayamadığımız dünyayı ve dünyanın içindekileri ayan be¬yan görmeye ve anlamaya başlamıştık!. Karanlık dünya¬mız ağarmaya, karanlık dünyamız aydınlanmaya başlamış¬tı.
Şaşırmıştık!.
Bu bir fecir miydi?
Haktan kaynaklanmayan geçici bütün ağarma ve ay¬dınlanmalar, hiç şüphesiz ki fecr değildi. Rabbimizin;
“Fec¬re andolsun” buyruğu ile üzerine yemin edi¬len fecr, haktan kaynaklanan bir ağarma, haktan kaynaklanan bir aydınlanmaydı. Ve bu ağarma da ve bu aydınlanma da, haktan kaynaklanmıyor muy¬du?
Yeni bir ağarma, yeni bir aydınlanma için, yeni bir peygambere elbetteki gerek yoktu. Çünkü Efendimiz (s.a.v.)'e indirilen Kuram Kerim mucizesi, günümüzde de aynı tazeliği ile yaşayan bir mucizeydi. Efendimiz (s.a.v.) insanları nasıl ki Kur'an-ı Kerim ile karanlıklardan aydınlığa çıkarmaya çalışmışsa, günümüz müslümanlan da, günü¬müz alimleri de aynı aydınlık kaynağına yönelerek bu kut¬lu eylemi gerçekleştirmeye çalışacaklardı. Ve öyle oluyordu işte!.
Asr-ı saadet döneminde Rabbimizin katından indirkleri Kur'an-ı Kerim, şimdi de raflardan indirilmeye başlanmıştı. Asırlardır raflarda duran Kur'an-ı Kerimler indirili¬yor, insanlar ayet ayet Kur'an-i Kerime, Kur'an-ı Kerim'in pak ve aydınlık olan tevhid mesajına davet ediliyorlardı.
Evet, bu bir fecirdi. Şanı yüce Rabbimizin Kur'an-ı Kerim'de kutladığı, mübarek kıldığı bir vakitti.
“Güneşin kaymasından gecenin kararmasına ka¬dar namazı kıl, fecir Kur'an'ını (namazını) da; çünkü fecir Kur'an'ı, işte o, şahidli olunandır.”
Fakat, özellikle seksenli yılların ilk yarısında genel düzlemde başlayan bu ağarma ve aydınlanma, şeytani müdahaleler ve nefsani marazlar nedeniyle pek uzun sürmedi. Yakın zamana kadar insanlar için birer aydınlık davetçisi olan bazı müslümanların, yaşadığımız günlerde aynı insanları cahili gölgenin değişik tonlarına davet ettiklerine şahit olmaya başladık!. Nitekim tartışmasız gerçekler bir kenara bırakılmış, tartışmaya açık davetlerde bulunulmaya başlan¬mıştı!
Ve bu davetler, ne yazık ki yine Allah adına yapılıyordu!.
Artık müslümanların genel gündeminde “La ilahe illa Allah” yoktu. Tevhid konuşulmuyor, insanlar tevhidin aydınlığına davet edilmiyordu. Sayıları az olsa da tevhid ger¬çeğini konuşan, bu gerçeği anlamaya ve yaşamaya çalışan müslümanlar, genel gündemin oldukça dışına itilmişti.
Çünkü genel gündemde büyük meseleler vardı!.
Tağutun İslamizasyon politikasından, kemik kapma yarışı başlamıştı!. İlahi vahyin gündemine sadık kalarak üç-beş insanla tevhidi konuşmaktansa, televizyon patronları¬nın gündemine sadık olup, kitlelere hitap etmek kaçırılma¬yacak bir fırsattı!.
Ve kaçırılmadı ve kaçırılmıyor bu fırsatlar!.
Evet, ne yazık ki yaşadığımız günleri ve yakın geçmişteki bazı muvahhid kardeşlerimizin şu an ki durumlarını anlatı¬yorum!. Netice olarak şu an ki genel gündemde bir ağar¬ma, şu an ki genel durumda bir aydınlanma yoktur.
İşte özellikle seksenli yılların ilk yarısında başlayan ağarmanın, yaşadığımız günlerde tekrar kararmaya yüz tuttuğunu gördüğümüz zaman anlıyor, anlıyoruz ki, sevinç ve umudla karşıladığımız ilk ağarma, İlk aydınlanma bir fe¬cirdi. bir fecirdi ama, fecr-i kazib idi!.
Kalıcı olmayan geçici bîr fecir idi.
Ve bizler, biz müslümanlar, fecr-i kazib ve fecr-i sadık arasında¬ki, bu iki fecr arasındaki karanlığa girer gibiyiz!.
Hazırlayan : Tahir Eĝerci
Kaynak : Mehmet Alaĝaş
Azgın israf seli ve can simidi Sayi 49
Azgın israf seli ve
can simidi Sayi 49
Hepimiz tüketim ve israf selinin girdabına kapılmışız. Sanki israfla kuşatılmışız. Zaman israfı zamanımızı, su israfı suyumuzu, para israfı paramızı, insan israfı insanımızı, kaynak israfı kaynaklarımızı yok ediyor.
İsraf her yerde karşımıza çıkıyor ve geleceğimizi tehdit ediyor: Düğünlerde, yatılı okullarda, lokanta larda, evlerde, hastanelerde, kışlalarda, iş yerlerinde... Tiryaki sigaraya yılda ortalama 18 milyar ödüyor. Alkol, uyuşturucu ve kumara ödenen paralar bu rakama dahil değildir. Hâlâ evlerin yüzde 90'ı yüzde 50 daha fazla enerji tüketiyor. Bunun Türkiye'ye fazladan 8 milyar lira ek yük getirdiği hesaplanıyor. Türkiye"nin enerji, tarım, ekmek, su ve ilaç gibi en temel alanlarda yaptığı israf araştırıldı. Ortaya çıkan tablo vahim: Millî gelirimizin 8'de birini, yani yaklaşık 100 milyar doları göz göre göre çöpe atıyoruz. İsraf edilen suyun malî boyutunun yaklaşık 2.7 milyar TL olduğu tahmin ediliyor. Bu sadece Türkiye'de yapılan israflar. Bir de dünyanın diğer ülkelerinde yapılan israfları düşünün.
Tükenmek bilmeyen hırslara kapılan insanoğlu hem kendi dünyasının, hem toplum hayatının, hem de kâinatın dengesini bozdu. Küresel israf küresel felâketlere yol açtı. Hırs ve israfla her şey kirlendi. Önce israf günahıyla ruhlar kirlendi, sonra günah israfıyla hava, su, çevre... Daha çok kazanma, daha çok harcama, tüketme hırsı, maalesef korkunç ve önü alınamaz bir israf selinin önündeki bütün manevî bentleri yıktı şimdi bu sel içinde sürüklenen kütükler gibiyiz.
Günümüzün tüketim anlayışı insanın değerini yaptığı harcamayla eşitledi. Maalesef nice zamandır, “Oturduğun ev kadar, bindiğin araba kadar, sürekli gittiğin lokanta kadar, harcadığın para kadar değerlisin.” anlayışı insanlara hâkim oldu.
Evrenin bu akıllı canavarı ne yaptı etti, ozon tabakasını deldi. Kimyasal atıklarla su kaynaklarını kirletti, nükleer silah denemeleriyle, savaşlarla, çevreyi tahrip etti. Yaşlı dünyamız, evrenin yaramaz çocuğunun bunca tahribatına, israfına, artık dayanamıyor. Yeryüzünün yaklaşık altı milyar misafirinin tek tek “Bir şey olmaz.” diyerek yaptığı israflarının toplamındaki dehşetli sonuca artık dayanamıyor.
Dünya, hâl diliyle S.O.S veriyor. “İmdat!” diyor. İnsanlık her konuda olduğu gibi bu konuda da hakikati arıyor. Toplantı üzerine toplantı düzenliyor. Bir çıkış yolu bulmak istiyor.
Bu gidişe kâinatın sahibi ne diyor? “Ey Adem- oğulları! Her mescide gidişinizde güzel giysilerinizi giyin ve yiyin, için, fakat israf etmeyin, Çünkü Allah israf edenleri sevmez.” (Araf: 31)
“Akrabaya, yoksula ve yolda kalmışa hakkını ver. Bununla beraber malını saçıp savurma.” (İsra)“Çünkü (malını) saçıp savuranlar, şeytanların kardeşleridir. Şeytan ise Rabbine karşı çok nankördür.” ( İsra, 26-29) “Ve onlar ki, harcadıklarında ne israf ne de cimrilik ederler; ikisi arasında orta bir yol tutarlar.” (Furkan, 67.)
Bu konuda bakın Yüce Rabbimizin Habibi, israfın getirdiği bunalımdan insanlığı kurtarmak için ne diyor: “İbnu Amr İbni'l-As radıyallahu anhüma anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: "Yiyiniz, tasadduk ediniz, giyiniz. Fakat bunları yaparken israfa ve tekebbüre ( bir mânası narsizm) kaçmayınız." (Nesaî)
İbnu Ömer radıyallahu anhüma anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm abdest alan bir adam görmüştü: "İsraf etme! İsraf etme!" buyurdular." (İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/585.)İnsanlığın hırsı, nefsin doyumsuzluğu konusunda da “Âdemoğlunun iki dere dolusu malı olsa bir üçüncüsünü ister. Âdemoğlunun içini (karnını) topraktan başka bir şey dolduramaz.” (Buhârî, Rikâk, 10; Müslim, Zekât, 116) diyor.
Nefis /nefisler de bir benim israfımla ne olacak diyor; ama altı milyar nefsin israfıyla dünyanın ne hâle geldiği de ortada.
Şair Abdurrahim Karakoç bu konuda bakın nasıl feryat ediyor:
“Devlet devlet diye naralar atıp / Devleti harcadık... daha ne kaldı?
Millî duyguları ucuza satıp / Milleti harcadık... daha ne kaldı?
...
“Çağ delirdi... beden hasta, can hasta / Haram dolu, riya dolu her tasta
Akıl iflastadır, amel iflasta / Rahmeti harcadık... daha ne kaldı?”
Narsizm: Kişinin kendini aşırı beğenmesi, bencil olması, imtiyazlı olduğuna inanması, herkese üstünlük taslaması, eleştiriye tahammül edememesi, sürekli takdir ve özel muamele beklentisinde olmasıdır. Bir nevi ruh hastalığı.
Miladî 13. asrın müceddidi Hz. Mevlâna ise Mesnevî adlı kitabında israf ve hırs konusunda bakın neler diyor:
“Ey Hak yolcusu! Gerçeği öğrenmek istiyorsan; Mûsâ da, Firavun da ölmediler; bugün senin içinde yaşıyorlar, senin varlığına gizlenmişler, senin gönlünde savaşlarına devâm ediyorlar! Bu sebeple birbirine düşman olan bu iki kişiyi ( iman-küfür meylini ) kendinde araman gerekir!”
“Teni aşırı besleyip geliştirmeye bakma! Çünkü o, sonunda toprağa verilecek bir kurbandır. Sen asıl gönlünü beslemeye bak! Yücelere gidecek ve şereflenecek olan odur.” (Mes.clt.1.265)
“Rûha mânevî gıdâlar ver. Olgun düşünüş, ince anlayış ve rûhî gıdâlar sun da, gideceği yere güçlü, kuvvetli gitsin.”
“Ne kadar zengin olursan ol, ancak yiyebileceğin kadar yersin. Denize testiyi daldırsan, alabileceği kadar su alır, gerisi kalır.”
“Asıl büyük israf ise ömrün beyhude israfıdır.”(Hz. Mevlâna)
“Aşırı derecede yemeyi içmeyi bırak, uyuyup rahat etmeyi azalt. Ey ilâhi inciyi gübre içine düşürmüş zavallı! şu canı cansız bırakma! Bedenindeki canı bilmezlikten gelip hayvanlar gibi cansız yaşama! ALLAH'ın verdiği şu nûr gibi ekmeği bedeninde gübre haline sokma!” ( Divân-ı Kebir clt 2: 640)
“Şunu iyi bil ki; açlık, ilâçların padişahıdır. Açlığı canla başla benimse onu hor hakir işe yaramaz olarak görme. Bütün hastalıklar açlıkla iyileşir. Fakat şunu da kabul etmek lazım ki; açlık denilen ilâhi rahmet herkese nasip olmaz. Herkes onu elde edemez. Bu açlık öyle ilâhi bir lütuftur ki herkes onu elde edemez. Ancak Allah'ın has kulları ondan nasiplenirler.” (Mes.clt.5.2829)
“Nice balık vardır ki su içinde her şeyden eminken boğazının hırsı yüzünden oltaya tutulmuştur.”
Asrımızın mânevî tabibi, miladî 20. ve gelecek yüzyılın ( 21.) müceddidi Bediüzzaman Hazretleri de Lem'alar adlı kitabında insanlığa iktisadın ne olduğu, hırs ve israfa nelerin sebep olduğunu göstermek bağlamında diyor ki:
İktisat:
•Manevî şükürdür.
•Rahmete karşı bir hürmettir.
•Bereket sebebidir.
•Perhiz, sağlık sebebidir.
•İzzet sebebidir.
•Lezzeti tam hissetmenin medarıdır. (Lem'alar,19.Lem'a, sh:201)
“İktisat etmeyenler(israf edenler ):
•Zillete düşerler.
•Manen dilenciliğe düşer, (kişiliğini kaybeder)
•Sefalete ( fakirliğe) düşmeye namzettirler.(Lem'alar, 19.Lem'a, s.203)
İnsanların / insanlığın dûçar oldukları ekser hastalıklar:
•Sui istimalattan (Alla'ın insanlara verdiği nimetleri kötüye kullanmaktan),
•Perhizsizlikten (Yeme içme konusundaki aşırılıklardan),
• (İsrafa sebebiyet veren) hatalardan,
•İsraf (her alandaki ölçüsüzlük) ve sefahet (eğlence adı altında yapılan her türlü tüketim çılgınlığı) ten ileri geliyor. (Lem'alar,19.Lem'a, s.276)
Bütün bu israfların kaynağı ve doğurduğu vahim sonuçları da Hz.Bediüzzaman veciz olarak şöyle ifade ediyor:“Medeniyet-i garbiye-i hâzıra ( Bugünkü Batı Medeniyeti ), semavî dinleri tam dinlemediği için, beşeri hem fakir edip ihtiyacatı ziyadeleştirmiş, iktisat ve kanaat esasını bozup israf ve hırs ve tamahı ziyadeleştirmeye, zulüm ve harama yol açmış; hem beşeri vesait-i sefahete teşvik etmekle, o bîçare muhtaç beşeri tam tembelliğe atmış, sa'y ve amelin şevkini kırıyor, hevesâta, sefahete sevk edip ömrünü faydasız zayi ediyor.Hem o muhtaç ve tembelleşmiş beşeri, hasta etmiş. Su-i istimal ve israfatla yüz nevi hastalığın sirayetine, intişarına vesile olmuş.
Hem üç şiddetli ihtiyaç ve meyl-i sefahet ve ölümü her vakit hatıra getiren kesretli hastalıklar ve dinsizlik cereyanlarının o medeniyetin içlerine yayılmasıyla intibaha gelip uyanmış beşerin gözü önünde ölümü idam-ı ebedî suretinde gösterip her vakit beşeri tehdit ediyor, bir nevî cehennem azâbı veriyor.
İşte bu dehşetli musibet-i beşeriyeye karşı Kur'ân-ı Hakîmin dört yüz milyon talebesinin intibahıyla ve içinde semavî, kudsî kanun-u esasîleriyle bin üç yüz sene evvel gösterdiği gibi, yine bu dört yüz milyonun (şimdi bir buçuk milyar müslümanın) kendi kudsî esasî kanunlarıyla beşerin bu üç dehşetli yarasını tedavi etmesini ve eğer yakında kıyamet kopmazsa, beşerin hem saadet-i hayat-ı dünyeviyesini, hem saadet-i hayat-ı uhreviyesini kazandıracağını ve ölümü, idam-ı ebedîden çıkarıp âlem-i nura bir terhis tezkeresi göstermesini ve ondan çıkan medeniyetin mehasini, seyyiatına tam galebe edeceğini ve şimdiye kadar olduğu gibi dinin bir kısmını, medeniyetin bir kısmını kazanmak için rüşvet vermek değil, belki medeniyeti ona, o semavî kanunlara bir hizmetkâr, bir yardımcı edeceğini, Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyânın işârât ve rumuzundan anlaşıldığı gibi, rahmet-i İlâhiyeden şimdiki uyanmış beşer bekliyor, yalvarıyor, arıyor.(B.Said Nursî, Emirdağ Lâhikası, s. 334 , (yeni tanzim, s. 649)
Azgın İsraf Selinden İnsanlığın ve Müslümanların Kurtuluş Çaresi Nedir?
“Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ferman etmiş: "Men temesseke bi sünnetî ınde fesadi ümmetî felehû ecrü mieti şehid" Yani, "Fesâd-ı ümmetim zamanında kim benim sünnetime temessük etse, yüz şehidin ecrini, sevabını kazanabilir."
Evet, Sünnet-i Seniyyeye ittibâ, mutlaka gayet kıymettardır. Hususan bid'aların istilâsı zamanında Sünnet-i Seniyyeye ittibâ etmek daha ziyade kıymettardır. Hususan fesâd-ı ümmet zamanında Sünnet-i Seniyyenin küçük bir âdâbına mürâât etmek, ehemmiyetli bir takvâyı ve kuvvetli bir imanı ihsas ediyor.
Doğrudan doğruya Sünnete ittibâ etmek, Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmı hatıra getiriyor. O ihtardan, o hâtıra, bir huzur-u İlâhi hâtırasına inkılab eder. Hattâ en küçük bir muamelede, hattâ yemek, içmek ve yatmak âdâbında Sünnet-i Seniyyeyi mürâât ettiği dakikada, o âdi muamele ve o fıtrî amel, sevaplı bir ibadet ve şer'î bir hareket oluyor. Çünkü o âdi hareketiyle Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâma ittibâını düşünüyor ve şeriatın bir edebi olduğunu tasavvur eder. Ve şeriat sahibi o olduğu hatırına gelir. Ve ondan, Şâri-i Hakikî olan Cenâb-ı Hakka kalbi müteveccih olur. Bir nevî huzur ve ibadet kazanır.
İşte, bu sırra binaen, Sünnet-i Seniyyeye ittibâı kendine âdet eden, âdâtını ibadete çevirir, bütün ömrünü semeredar ve sevabdar yapabilir.”(B.SaidNursî, 11.Lem'a)
Görüldüğü gibi İnsanlığın önünde hırs ve israfın sebep olduğu karanlık gelecekten tek bir kurtuluş çaresi var: O da İnsanlığın / Müslümanların rol modeli olan Hz. Muhammed (ASM)ın yaşadığı hayat tarzını yani Sünnet-i Seniyyeyi rehber kabul etmektir. Yani Hz. Peygamber (ASM)'in örnek ahlâkını, bireysel ve toplumsal hayatımızın temeline koymaktır.
O'nun evindeki, çalışma ortamındaki, çarşı ve pazardaki iktisadî uygulamalarını, insanlığa olan şefkatini, küçüklere duyduğu merhametini, insanla- rın hataları karşısındaki affediciliğini; dini yaşama konusundaki kolaylaştırıcılığını; geçim darlığı çekme gibi zor durumda olanlara yönelik yardımse- verliğini; mü'minler karşısındaki alçak gönüllüğü nü; dost ve düşmana karşı dürüstlüğünü; verdiği sözüne bağlılığını; aile efradına, dostlarına, mazl lara karşı yumuşak huyluluğunu; düşmanlarıyla savaş durumundaki cesaretini; dünyevîleştirme tuzakları karşısındaki dünyanın geçici menfaatlerine değer vermeyişini; nimetlere şükrünü, musibetler karşısındaki sabrını, zorluklar karşısındaki azmini, sebatını; çalıştıktan sonraki tevekkülünü; hakikatler karşısındaki teslimiyetini; insanî ilişkilerdeki cana yakınlığını, tatlı dilliliğini, inceliğini, zarafetini, istişareye değer vermesini; okumaya, yazmaya ve ilmî çalışmalara verdiği önemi; vazife başındaki vakarını, izzetini; iş başındaki teennisini; er meydanındaki yiğitliğini; kendisine bir şey emanet edildiğinde emanete riayetteki hassasiyetini, yeme-içme konusundaki ölçülülüğünü elhasıl saymakla bitiremeyeceğimiz bütün güzel hasletlerini benimseyip, karakter hâline getirmeyi hayatımızın yegâne gayesi edinmektir.
Çünkü O Yüce Peygamber (sav), “Ben güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim.” ( Muvatta, Hüsnül Hulk 8. hadis.) buyurarak ebedî risaletinin gayesinin ahlâkî kemale ulaşmış insan-ı kâmil (mükemmel insan ) yetiştirmek olduğunu vurgulamaktadır. Sözün özü: Dipsiz israf kuyusuna düşmekten insanımızı koruyacak kalıcı çare, verimlilik ve tasarruf kurallarını hayata geçiren bir eğitim uygulamasına öncelikle ailelerde, okullarda, diğer resmî kurum ve kuruluşlarda vakit israf etmeden başlamaktır. Çünkü yukarıda ifade etmeye çalıştığı mız sağlıklı ölçüler ışığında gerçekleştirilecek bir eğitim sürecinde İnsan düzelince dünya da düzelecektir. Dünyanın ömrü kalmışsa güzel günler görecektir.
Kaynak : Tefekkür Dergisi Bekir OKUTUCU
Hazırlayan : Tahir Eĝerci
Perşembe, Mart 10, 2011
Ümmetin Kayıp Kızları Sayi 48
1 yıl önce Uygur halkına Çin tarafından yapılan zulüm.. 7 Temmuz 2010 00:04
5 Temmuz 2009'da Urumçi'de Uygur halkına Çin tarafından büyük bir zulüm ve vahşet yaşatılmıştı.
İşte o günlerden tüm ayrıntılar...
Uygur katliamının birinci yıldönümü dolayısıyla, o vahşi cinayetleri unutmamak için katliamdan hemen sonra HAKSÖZHABER.COM yazarı İbrahim Sediyani'nin Uygur liderlerle konuşarak kaleme aldığı "Adım Adım Uygur Katliamı" adlı makalesini sizlerle paylaşıyoruz.
Urumçi'de yaşanan katliamın adım adım, gün gün ve hatta saat saat nasıl geliştiğini aktarıldığı makalenin yanı sıra "Ümmetin Kayıp Kızları Bunlar" denemesini de okuyabilirsiniz:
Adım Adım Uygur Katliamı
Geçtiğimiz ay Uzakdoğu'da, Çin Halk Cumhuriyeti'nin batı eyaleti olan ve "Sincan" (Xīnjiāng Wéiwú'ěr Zìzhìqū) olarak adlandırılan Doğu Türkistan'da ilkel bir katliam yaşandı. Çin devletinin ciddî desteğini aldıkları görülen Han Çinlileri, Müslüman Uygur halkına karşı acımasız bir katliam yaptılar.
Bu hadiselerin nasıl başladığını, Uygur katliamının adım adım nasıl geliştiğini, uzaklarda, çok uzaklarda kalmış, unutulmuş olan o "kayıp coğrafya"da neler olduğunu, neler yaşandığını anlatmak istiyoruz. Bu ilkel katliam, bu insanlıkdışı cinayetler unutulmasın istiyoruz.
Burada, Uygur katliamının adım adım nasıl geliştiğini anlatacağız. Bilmiyorum, belki de bu katliamı böylesine ayrıntılı bir biçimde, adım adım takip ederek ilk anlatan, bizler olacağız.
Yazdığımız bu yazıyla ilgili en önemli noktayı belirtmemiz gerekiyor: Aşağıda okuyacağınız her paragraf, her cümle, sürgünde yaşayan Uygur liderlerle konuşarak kaleme alınmıştır.
Okurken, bazı yerlerine inanmakta gerçekten güçlük çekeceksiniz. Müslüman olduğunuz için şükredeceksiniz belki ancak insan olduğunuz için utanacağınızdan eminim.
- Mayıs ayında, Çin devleti tarafından Doğu Türkistan'ın batısındaki Kaşgar (Uygurca adı "Qeşqer", Çince adı "K'a – Şi") kentinden Çin'in güneyinde, Güney Çin Denizi (Nán Hăi) kıyısında bulunan Guăngdōng eyaletinin (bölgenin adı, Çince'de "Uzakdoğu" anlamına gelir) Şáoguān kentine yarısı kız olmak üzere 800 Uygur çalıştırılmak amacıyla götürülür. Devletin kararıyla götürülen bu Uygur işçiler, oyuncak fabrikasında çalıştırılacaktır. İşçilerin ekseri genç ve bekârdır.
- Bu 800 kadar işçinin ezici bir çoğunluğu Kaşgar şehir merkezinden değil, Kaşgar bölgesindeki köy ve kasabalardan getirilmiş olup, tamamı köylü ve eğitimsizdirler. Çok azı dışında hiçbiri tek kelime Çince bilmemektedir, okuma – yazmaları dahi yoktur.
- Çin devleti bu 800 Uygur işçiyi öyle bir şekilde istihdam eder ki, mantıkî olarak izah etmek mümkün değildir. Uygur kızlar Çinli erkeklerin yanına, Uygur erkekleri de Çinli kızların yanına işçi olarak verilir. Yani aynı şehirdeki bir fabrikada Çinli erkekler ile Uygur kızlar bir arada çalışırken, diğer bir fabrikada da Çinli kızlar ile Uygur erkekler bir arada çalıştırılır. Bu Çinliler, Han Çinlileri denilen etnik topluluktur.
- Uygur kızlar ile Han erkeklerinin bir arada çalıştığı fabrikada, Müslüman Uygur kızları sürekli olarak Hanlı erkekler tarafından taciz edilirler. Laf atarlar, pis şakalar yaparlar. Daha da ileri giderek elleriyle taciz etmeye başlarlar, kızların elbiselerine el atarlar. İşi o derece iğrenç bir noktaya vardırırlar ki, geceleri kızların yattığı odalara zorla girmeye başlarlar, onları ilişkiye çağırırlar.
- Bütün bu olanlardan ordunun ve görevlilerin haberi vardır; fakat onlar her şeye göz yumarlar. Hatta, bu durumdan bizzat hoşnut olduklarını bile tahmin etmek güç değildir. Zira Han Çinlileri'ni şımartan da bizzat devletten aldıkları bu güçtür- Uygur kızları bu durumu ne devlete, orduya, ne de oradaki görevlilere şikayet edebilirler. Zira konu ne olursa olsun, bir Hanlı ile bir Uygur arasında yaşanan bir anlaşmazlıkta Hanlı'nın haksız çıkması hayal bile edilemez. Çünkü Çin devletine göre "Uygur = terörist", Uygurlar ve Tibetliler doğuştan teröristtirler.
- Uygur kızları bir fırsatını bulup bu durumu diğer fabrikada çalışan Uygur erkeklerine haber verirler. İşte ondan sonra Uygur erkekler arasında sürekli bir huzursuzluk yaşanır. Ama ne yapabilirler ki? Memleketlerinden binlerce kilometre uzakta, daha önce hiç gelmedikleri, bilmedikleri, tanımadıkları bir yerdedirler ve zaten kendilerini düşman gören bir gücün emri altında bulunuyorlar.
- Hanlı erkekler küstahlıkta o derece ileri giderler ki, iş saatlerinin dışında, şehir içindeki kahvehanelerde, Uygur kızlarına neler yaptıklarını Uygur erkeklerinin yanında yüksek sesle anlatıp sadist bir şekilde gülüşürler. Amaçları ciddî ciddî tahrik etmektir, Uygur erkeklerini provoke etmektir.
- Bunca tahrik ve provokasyon, Uygur erkeklerini yine de harekete geçirtemez.
Sadece boyunlarını bükmekle yetinirler.
- İşte tam da bu noktada olan olur. İnternette, kim tarafından yazıldığı ve gönderildiği bilinmeyen bir e – posta dolaşır. Kimliği bilinmeyen bir Çinli, internetteki sitelere ve forum köşelerine bir haber yazar. Habere göre, Şáoguān'da Uygur erkekler ile Hanlı kızların bir arada çalıştığı oyuncak fabrikasında 6 tane Uygur erkeği 2 Hanlı kıza tecavüz etmiştir.
- Takvimler 26 Mayıs 2009'u göstermektedir. Uygur işçiler memleketlerinden ve ailelerinden kopartılıp buraya getireli daha üç hafta kadar olmuştur.
- Bu tamamen yalan bir haberdir. Tacize uğrayan Uygur kızlarını savunmaktan bile aciz olan Uygur erkeklerin Çinli kızlara tecavüze yeltenmeye cesaret edebileceğine inanmak için, gerçekten artniyetli olmak gerekir. Uygur erkekler Çin kızlarına tecavüz edecek; hem de kendi memleketlerinde de değil, memleketlerinden binlerce kilometre uzakta, Çin içlerinde! Böyle bir şey mümkün müdür?
- Haber kısa sürede yayılır. Bu haberin internette yer aldığı aynı günün gecesi saat 21:00 sularında 30 bin kadar Han Çinlisi ellerinde sopa, bıçak, kazma, kürek, balta, kılıç ve taşlarla toplu halde Uygurlar'a karşı saldırıya geçerler. Toplu bir linç girişimi, toplumsal bir katliam saldırısıdır bu.
- Sayıları sadece 800 kadar olan savunmasız Uygurlar'a karşı 30 bin Hanlı. Üstelik Hanlılar'ın ellerinde bıçaklar, baltalar, kürekler, kılıçlar. Uygurlar ise tamamen savunmasız. Bırakın kendilerini savunmayı, kaçabilecek durumda bile değiller, kaçabilecekleri bir yer de yok. Zaten yabancı bir memleketteler.
- Han saldırısı, 26 Mayıs gecesi saat 21:00 sularında başlıyor. Çin devleti olaydan hemen haberdar oluyor ancak müdahale etmiyor. Her zaman sivilden daha çok polis ve askerin bulunduğu olay yerinde, nedense olay olduğu gece ne polis var, ne de asker. Çin polisi olaylar başladıktan ancak 2 – 3 saat sonra geliyor. Sadece polis gelene kadarki o ilk 2 – 3 saat içinde 100'den fazla Uygur Müslüman sopa, bıçak ve balta darbeleriyle vahşî bir şekilde şehîd ediliyor.
- Polisler geldikten sonra bile olaylar durulmuyor, şiddetini kaybetmiyor. Zira – inanması gerçekten güç ama gerçek – polis müdahale etmiyor, sadece seyretmekle yetiniyor.
- Gece saat 21:00 sularında başlayan olaylar sabah saat 06:00'ya kadar sürüyor. İlk çatışma tam 9 saat sürüyor. Düşünün; 30 bin kişi ellerinde baltalarla, küreklerle, sopalarla 800 kişiye karşı. Tam 9 saat! Üstelik hava karanlık. Vahşet, canilik, hangi ifadeyi kullanırsak kullanalım, yetersiz kalıyor.
- Sadece ilk gece yüzlerce Uygur şehîd ediliyor. Ayrıca 250 tane Uygur yaralı var. Vücûtlarının değişik yerlerinden fecî bir biçimde yaralanmışlar.
- Ertesi gün sokaklarda sadece askerler ve polisler vardır.
- Çin devleti Uygur yaralıları tedavi etmiyor. Hayır hayır, devlet bu yaralıları oldukları yerde bırakacak kadar da vicdansız değil (!). Ne mi yapıyor? İnanmak cidden güç ama, onları hapse atıyor!
- Bu yaralılar önce birkaç gün demir parmaklıklar arkasında kaldıktan sonra hastaneye kaldırılıyor.
- Şimdi sıkı durun: Uygur yaralıların kaldırıldığı hastaneye, yaralı diyerek, aslında hiçbir şeyleri olmayan Hanlılar da sevk ediliyor. Yaralı, kan ter içindeki Uygurlar'ın yattığı odalara, Hanlılar da yatırılıyor. Saldırıda yedikleri darbeler sonucu yaralanmış olan bu Uygur Müslümanlar, ayrıca bir de hastanede dövülüyor.
- Tedavi (!) süreci tamamlandıktan sonra, bu Uygurlar hastaneden çıkartılıp tekrar hapishanelere konuluyor.
- Hapishanede aynı acımasızlık ve gaddarlık devam ediyor. Hanlılar da hapse atılıyor. Hapisteki her Uygurlu'nun yanına 3 – 4 Hanlı veriliyor. Uygurlar üçüncü bir kez de hapishanede dövülüyor.
- Bütün bu anlattığımız yere kadar olaylar henüz Doğu Türkistan'da hiç duyulmamış. Kimsenin hiçbir şeyden haberi yok.
- Bazı Hanlılar, sokaktaki saldırıda, hastanede ve hapishanede Uygurlar'ın dövülme anlarını kameraya kaydetmişler. Sırf zevk için.
- Hanlılar, bu görüntüleri Uygurlar'ı korkutmak, gözdağı vermek, onlara "bize karşı ayağınızı denk alın; biz büyük bir gücüz; istediğimizi yaparız" mesajı vermek için internette yayınlıyorlar. Görüntüleri "Youtube"a veriyorlar.
- Bu görüntüler internette ilk olarak 21 – 22 Haziran günleri yayınlanmaya başlıyor. Yani Şáoguān'daki katliamdan nerdeyse bir ay sonra. Olaylar tamamen yatıştıktan iki hafta kadar sonra.
- Görüntüler internette yayınlandıktan sonra Doğu Türkistan'da ve dünyada insanlar olaylardan haberdar oluyorlar.
- Olaylar ortaya çıktıktan sonra Doğu Türkistan'ın başkenti olan Urumçi'de halk dehşete kapılıyor. Urumçi'de halk, aralarındaki ileri gelenlerle toplanıp,
Çin Halk Cumhuriyeti devletinin merkezî hükûmetine bir şikâyet dilekçesi yazıyorlar. İnternetteki görüntüler üzerine devlete yasal olarak suç duyurusunda bulunuyorlar.
- Urumçi'deki halkın devlete dilekçe yazma tarihi, 24 Haziran 2009.
- Bakın, olaylar ortaya çıktıktan sonra bile Urumçi'de herhangi bir gösteri yok, Uygur halkından gelen herhangi bir taşkınlık yok. Onlar sadece devlete şikâyet mektubu yazmakla yetinirler.
- Burada bir soru: Guăngdōng'da saldırıya uğrayan ve katliama uğrayan Uygurlar oraya Kaşgar bölgesinden götürülen insanlar oldukları halde, neden ilk olarak Urumçi halkı harekete geçiyor ve daha sonraki günlerde de gösteriler ilk olarak bu şehirde başlıyor? Şunun için: Doğu Türkistan'da internet erişim olanağı pek fazla değildir. Bu konuda kısmi de olsa bu imkana sahip olan, başkent Urumçi'dir. O işçilerin Urumçi'deki insanlarla bir alakaları yoktur aslında; onların akrabaları ve aileleri Kaşgar'dadır. Bizim daha sonraki günlerde izlediğimiz televizyon ekranlarındaki gösteri yapan, dövülen, tekmelenen ve acımasızca öldürülen Urumçili kadınlar, bu gösterilerin gerçekleşmesine sebep olan, Guăngdōng'da katliama uğrayan Uygur işçilerin aileleri ve akrabaları değildirler. Zira onların akrabaları ve aileleri Kaşgar'dadırlar. Bütün buraya kadar anlattığımız gelişmelere kadar Kaşgar bölgesinde yaşayan halkın henüz hiçbir şeyden haberi yoktur. Bu, dünya medyasında ve kamuoyunda ne yazık ki gözden kaçan önemli bir ayrıntıdır. Sadece bu nokta bile göz önüne alındığında, Urumçi'deki kadınların ne kadar onurlu bir direniş ve erdemli bir tavır ortaya koydukları teslim edilecektir.
- Urumçi halkı, Çin merkezî hükûmetine 24 Haziran günü gönderdiği dilekçede 3 talepte bulunur: 1) Suçlular bulunsun ve cezalandırılsın,
2) Çin askeri ve polisleri olaylara müdahale etmedi, seyirci kaldı; bu konuda hükûmetten açıklama istiyoruz,
3) Bu olaylardan dolayı Çin devleti Uygur halkından özür dilesin.
- Urumçi halkı tam 10 gün dilekçeye cevap almak için bekler (henüz hiç ama hiçbir gösteri veya olay yok).
- Dilekçenin gönderilmesinden 10 gün sonra, 4 Temmuz 2009 günü cevap gelir.
- Çin devletinin gönderdiği yazıda aynen şu cevap yazılıdır: "Bu olay siyasî bir olay değil, sadece insanlar arası sosyal bir olay. Bu olaya sadece bir kişi sebep olmuş (internette yalan haberi, tecavüz haberini yazan kişi kastediliyor), o kişiyi yakaladık ve cezasını vereceğiz."
- Çin devletinin olayları değerlendirmesi bu şekilde. Sadece bir kişi var suçlu olarak, o yakalanmış ve cezalandırılacak nasıl olsa. Böylece hadise kapanmış demektir. 30 bin kişi 800 kişiye saldırmış, toplu linç girişimi olmuş, yüzlerce genç kız ve erkek vahşî bir şekilde öldürülmüş, bu konuda tek cümle yok.
- Bu cevaptan sonra halkın sabrı taşıyor ve hemen ertesi günü, 5 Temmuz günü Urumçi'de ilk gösteriler başlıyor. Gösterileri kadınlar başlatıyor.
- Bir şeyi daha özellikle belirtmek gerekiyor: Bu gösteriler bile, tamamen barışçıl gösteriler. Herhangi bir taşkınlık, şiddet kullanma yok. İnsanlar sadece slogan atıyorlar, adalet isteyen sloganlar.
- 5 Temmuz günkü ilk gösteri öğleden sonra saat 15:00 civarında başlıyor ve 10 bin kişi katılıyor. Takip eden saatler içinde Urumçi'nin 4 – 5 ayrı noktasında farklı farklı yürüyüşler düzenleniyor.
- Sonra polisler ve askerler, panzerlerle ve hatta helikopterlerle saldırıya geçiyor. Barışçı bir şekilde gösteri yapan, hiçbir şiddet girişiminde bulunmayan ve sadece slogan atan kalabalıkların üzerine ateş açıyorlar. Kanlı bir müdahalede bulunuyorlar. Bu kargaşa ortamı, tâ ertesi günün sabahına kadar sürüyor.
- Bir gün sonra, 6 Temmuz, Han Çinlileri kalabalık bir şekilde ellerinde kürekler, sopalar, bıçaklar ve baltalarla saldırıya geçiyor. Hanlılar da Uygurlar'a saldırıyor.
- Urumçi nüfûsunun % 75'i Hanlı, % 12'si ise Uygur'dur.
- Çin devleti sanki insanlar biribirlerini daha çok boğazlasın diye, iki halk arasındaki çatışmalar başladığı gün, Urumçi'den diğer kentlere şehirlerarası otobüs seferlerini kaldırıyor; telefon bağlantılarını kesiyor.
- Uygurlar kendilerini savunmak için aynı şiddette cevap veriyorlar. Zira burası Urumçi. Buradaki Uygurlar, binlerce kilometre ötede, gurbette saldırıya uğrayan bir avuç Uygur gibi savunmasız değil.
- Olay tam bir toplumsal boğazlaşmaya, bir meydan muharebesine dönüşüyor. Hanlılar Uygurlar'ı nerde görseler öldürüyorlar, Uygurlar da Hanlılar'ı nerde görseler öldürüyorlar.
- Bu katliamda Hanlılar hiçbir insanî ve ahlakî kural tanımıyor. Anne babalarının elinden Uygur çocuklarını alıp götürüyorlar, onların gözleri önünde bebekleri tekmeliyorlar, öldürüyorlar. Kardeşlerin gözü önünde kızlara tecavüz ediyorlar, tecavüz ettikleri kızların başlarını gövdelerinden ayırıp kellelerini ağaçlara asıyorlar. Bu akıl almaz olaylardan sadece dünya medyasına da yansıyan bir tanesi bile, orada neler yaşandığını anlatmaya yetecektir: Bir ilkokulda, Hanlı öğretmenin, kendi öğrencisi olan iki Uygur çocuğuna tecavüz ettiği medyada da yer aldı.
- Olaylar kısa sürede duyuluyor ve gösteriler Doğu Türkistan'ın diğer kentlerine de sıçrıyor.
- Başta Kaşgar olmak üzere Xotan, Uğulca, Qeremay gibi kentlerde halk sokaklara dökülüyor.
- Gösterilerin merkezi Urumçi ve dış dünyaya yansıyan gösteriler de sadece bu şehirden. Fakat olaylar sadece bu şehirle sınırlı değil. Kaşgar'da daha büyük olaylar oluyor. O ilk saldırıya uğrayan işçilerin akrabalarının yaşadığı Kaşgar'da yaşanıyor asıl olaylar. Orda daha büyük katliamlar yapılıyor. Fakat dünya kamuoyu sadece Urumçi'den bahsediyor. Zira medya sadece buraya ulaşabiliyor.
- Çin devleti toplam ölü sayısını 186 olarak açıklıyor; sonra bu sayıyı 192'ye çıkarıyor. Gerçekte toplam 3 binden fazla insan hayatını kaybetti. Sadece Urumçi'de 1000'den fazla insan şehîd edildi ki, bunların büyük çoğunluğu kadın.
- Çin devleti ölü sayısını az göstermek için birçok cesedi yaktı. Bunu bile yaptı.
- Olaylardan dolayı 2 bin yaralı var ve bunların tedavileri yapılmıyor, ilaç bile verilmiyor.
- Olaylarla bağlantılı olarak 5 bin Uygur hapse atıldı. Bu kişiler "siyasî suçtan" dolayı yargılanacaklar ve bu suçun Çin'de sadece bir cezası vardır: İdam.
Ümmetin Kayıp Kızları Bunlar
Uzak diyarlara sıçramış ateşi hüznün
kaybolmuş simalar yaşlanmış yüzler
kimsesiz kalmış umut kurak topraklarda
ağıt yakmış genç kızlar Urumçi sokaklarında
unutulmuş türküler Altay steplerinde
kölesi olmuşlar ektikleri toprakların
sahipleriyken ırgatlar
yalnızlığa terkedilmiş mescidler
yasaklanmış secdeler genç alınlara
kayıp bir coğrafyaya bayrak olmuş
dalgalanıyor mavi."
Doğu Türkistan... Uygurca özgün adıyla, Şarqî Turkistan; daha da özgün adıyla, Uyguriye...
İslam ümmetinin "kayıp coğrafya"sı...
Kızıl işgal altında bulunan, yaşamın tutsak edildiği, düşlerin ve umutların zincirlendiği, anakucağında öğrenilen dilin yasaklandığı, yerleşim birimlerinin isimlerinin değiştirildiği, camiîlerin kapısına kilitlerin vurulduğu, 18 yaşından genç alınlara Allâh'a secde etmenin yasaklandığı,
bizim "yitik ülkemiz"...
Tam 132 yıldır Çin işgaline uğrayan,
20. yüzyılın ilk "İslam Cumhuriyeti" devletinin kurulduğu
(İran İslam Cumhuriyeti'nden 46 yıl,
Komorlar Federal İslam Cumhuriyeti'nden 45 yıl,
Moritanya İslam Cumhuriyeti'nden 27 yıl,
Pakistan İslam Cumhuriyeti'nden 14 yıl önce),
1933'te kurulan Doğu Türkistan İslam Cumhuriyeti'nin üç ay içinde, 1944'te kurulan Doğu Türkistan Cumhuriyeti'nin ise beş yıl içinde yıkıldığı,
1949'dan beri Çin'e "yeni topraklar" olan bizim "kayıp topraklarımız"...
Bu kayıp coğrafyanın pay-i tahtı, yitik ülkenin başkenti, Urumçi....
55 yıl öncesine kadarki adı Dihua olan, Çinliler'in Wulumuçi dediği
Şehrin gerçek sahipleri olan Uygurlar'ın zorla göçe zorlandığı, Çin'in içlerinden yabancıların yerleştirildiği, tehcir ve asimilasyon politikalarıyla, öz başkentleri olmasına rağmen Uygurlar'ın şehir nüfûsu içinde sadece yüzde 12'lik bir azınlık durumuna düşürüldüğü, mazlum başkent....
Gözyaşının, ayrılığın, hüzün ve sevdanın şehri...
Songlar'dan bu yana ünlü "yingçing" (bulut mavisi)'leri ve Mingler'den bu yana da ünlü Çin beyazlarını üreten seramik fırınlarıyla meşhur, ama bilinmeyen, tanınmayan kültür...
En ilginç özelliği de, en yakın denize 2000 km uzakta olmasıyla, dünya üzerinde, deniz kıyısına en uzak mesafede bulunan şehir durumunda olan, Urumçi...
Ve kadınlar, genç kızlar...
Yitik ülkenin, yitik şehirlerin kayıp kızları....
İsa Yusuf Alptekin'in torunları, Rabia Kader'in kızları bunlar...
Çeyiz nedir bilmeyen, gelinlik nedir bilmeyen, düğün nedir bilmeyen, beşik nedir bilmeyen, ümmetin kayıp kızları bunlar...
Çin'in 1987'de çıkardığı kanunla, ektikleri tarlaları ve tarıma elverişli toprakları hiçbir karşılık ödenmeden zorla ellerinden alınıp orduya tahsis edilen, sonra kendi tarlalarında, kendi topraklarında karın tokluğuna ırgat olarak çalıştırılan, ektikleri tarlaların kölesi yapılan, 2001'de Çin'in bölgeye yönelik çıkarttığı ve "Sincan Sınıfı" adını verdiği özel bir programla ilkokula giden çocukların ailelerinin elinden zorla alınıp devlete teslim edildiği, bu asimilasyon programının devlet tarafından uygulamaya konduğu sadece ilk yıl Çin'in iç bölgelerinde açılan 58 adet okulda çocukların asimile edildiği, anadillerinin ve dînlerinin unutturulduğu, 2003'ten itibaren bütün resmî okullarda Uygurca'nın yasaklandığı, o tarihe kadar eğitimini Uygurca olarak tamamlamış olan herkesin diplomalarının elinden alındığı ve mühendisinden doktoruna, profesöründen öğretmenine, yazarından gazetecisine bütün akademik insanların bir gün içinde vasıfsız işçi, ırgat, hamal, çöpçü konumuna düştüğü insanların kızkardeşleri bunlar...
Ümmetin kayıp kızları bunlar....
1 Haziran 2006'dan itibaren yeni bir politika uygulamaya koyan ve "düğün yapmamış, evlenmemiş 16 – 25 yaş arası Uygur kızlarını Doğu Türkistan'dan alıp Çin'in iç taraflarına götürme" kararı alan, bu kararın alındığı sadece ilk yıl 240 bin Uygur kızının ailesinden kopartıldığı, bu yeni asimilasyon politikasıyla paralel olarak 2007 yılında 1 milyon Uygur kızını ailesinden koparıp Çin içlerinde asimile etmeyi kararlaştıran Çin devletinin kurbanı olan,
Çin içlerine, bilinmeyen yerlere götürülen, bilinmeyen yerlerde, ailelerinden binlerce kilometre uzakta oyuncak fabrikalarında ve tarlalarda işçi olarak çalıştırılan, aileleriyle bütün irtibatlarının ve haberleşme imkanlarının ortadan kaldırıldığı, henüz evlenmemiş, gelinlik giymemiş bu yüzbinlerce genç kızdan hiçbirinin memleketine ve ailesine geri dönemediği, dönmeye çalışanların paralarına el konulduğu, zindana atıldığı, kurşuna dizildiği, memleketteki ailesine ve akrabalarına zûlüm yapıldığı o kızlar işte, bu kızlar....
Ümmetin kayıp kızları bunlar...
Gönlüne sevdalar,
Diline şarkılar, gözlerine düşler yasaklanmış...
Çeyiz biriktirmek nasip olmamış....
Beyaz gelinlik giymemiş...
Hiçbir zaman beşik sallamak nasip olmamış...
Bir kez olsun saçları koklanmamış...
Bir kere bile bebek ağlamasıyla uykusu bölünmemiş....
Sevmemiş, düşlememiş, emzirmemiş...
İslam ümmetinin kayıp kızları bunlar....
Kaynak: (İBRAHİM SEDİYANİ / HAKSÖZ-HABER)
HZ. HAVVA’NIN KIZLARI Sayi: 46
HZ. HAVVA’NIN KIZLARI
Çiçeğin açması için toprağına, gübresine, suyuna dikkat edip rasgele her toprağı kullanmadığımız gibi tertemiz eşler evlenince yiyip içtikleri, giyip kullandıkları mallara da dikkat edecekler. Haram ve pis olanları yemeyecekler ve kullanmayacaklar. Rabbimiz bütün insanlığa hitab ederek:
يا اُيّها ا لنّاسُ كُلوا مِمَّا فِى الارْضٍِِِِِِِ حَلالاً طَيَّباً
“Ey İnsanlar yeryüzündekilerden helal ve temiz olarak yiyin” buyurur. (Bakara:167)
Rabbimiz, İsa (s.a.v.)’in annesi ve bizimde annemiz olan Meryem’in (r.a.) çocukluğunu anlatırken
وَ آنْبَتَهَا نَباتاً حَسَنا
“Allah Onu güzel bir bitki gibi yetiştirdi” buyurur. (Al-i İmran:37)
sonra insanın yetiştiği çevreye de dikkatimizi çekmek için Meryem validemizin Zekeriya (s.a.v.)’nın himayesinde büyüdüğünü haber verir.
İyi bir çevrede hayat kumaşını sevgi, saygı, şefkat, merhamet, iffet, izzet, hizmet, ibadet, adalet gibi ipliklerle dokuyan bir erkekle kadının evliliğinden dünyaya gelen cennet kokulu çocuklar büyütülürse işte o çocuklar dünyayı cennetin fideliğine döndürürler.
Günümüzde televizyon ve diğer yayın organları yiyecek ve içeceklerimizin temiz olması için eğitici programlar yapıyorlar. Bunları yürekten kutlamamız gerekir. Ancak yukarıda okuduğumuz ayeti kerimede önce eşyanın helal olmasına dikkat çekiyor, sonra temizliği istiyor.
Temiz olmayan eşya hastalanmamıza sebep olur. Helal olmayan haram eşya ise uzun zaman cehennem de yanmaya sebep olur.
ÇOCUK EĞİTİMİ
Alimler, Şairler, Ressamlar, Kaşifler, Sanatkarlar yaptıkları, yazdıkları, çizdikleri eserleri ile orantılı olarak toplumda değer kazanırlar. Türkiye’de iki tane zenginin adını milyonlarca insan bilmektedir. Ne yapar bu insanlar? Cıvata üretirler. Buzdolabı üretirler, araba üretirler.
Ama fabrikalarında insan üretemezler. Bu ürettiklerini de yine insanlar yazar, çizer, planlar, ölçer biçerler. İşte o ölçen, biçen, çizen, yazan, fabrikalar yapan, ülkeler fetheden insanları doğuran annedir.
Bir tablosu milyonlarca dolara satılan ressam’ın tablosu kokmaz, konuşmaz, kendisi yerinden kıpırdamaz. Üzerine konan sineği kovamaz. Ama onu yapan ressamı doğuran annedir.
Hamile annenin yediği içtiği soluduğu havanın çocuk üzerinde etkisi olduğunu biliyoruz.
Rabbimiz:
وَالْبَلَدُ ا لطَّيَّبُ يَخْرُجُ نَباتُهُ باِذْنِ رَبَّّه وَا لَّذِى خَبُثَ لا يَخْرُجُ اِلاً نَكِداً
“Rabbinin izniyle güzel beldeden (güzel) bitki çıkar. Kötü yerden de zor ( ve kötü) bitki çıkar.” Buyurur. (Araf 58)
müziğin çiçekler üzerindeki olumlu etkilerini gözleyen ilim, ana rahmindeki çocuğun anneden duyduklarını ve konuştuklarında etkilendiğini de ortaya koymuştur.
Hamile kadınların eşi ve çevresiyle çekişmesi dırdır etmesi çocuklarını etkilediğini doktorlarımız söylüyorlar.
Aldıkları havaya dikkat ettikleri gibi duydukları sözlere de dikkat edecekler. Rabbimizin verdiği ruh, Rabbin emrine karşı gelen seslerden tedirgin olur.
Ashab döneminde Mekke ve Medine sokaklarında dolaşan bir insan, evlerin arı kovanı gibi ses verdiğini ve içinde hep Kuran olunduğunu haber verirler.
Hamile annenin kulaklarından Allah kelamı giriyor. Anne “Yasin” suresini mırıldanıyor ve rahmindeki yavrusunun ruhi gıdasını sunuyor.
Annenin gördükleri güzel olacaktır. Halkımız bu inceliği bildiği için hamile kadına kötü çirkin şey göstermezler. Mehtaplı gecelerde dolunaya baktırırlar. Berrak sulara kokulu çiçeklere baktırırlar.
Gözlerimiz gül görse yüzümüz güldüğü gibi bütün vücudumuz güler rahatlar. Kötü bir şey görünce de gözümüz büzülür ve bütün vücudumuz kasılır. Ana karnındaki çoucukta annesinin bir parçası olduğundan annesinin gözüyle görür, burnuyla solur.
Anneler özellikle hamile iken güzel görecek, güzel düşünecek, güzel sesler duyacak, temiz havayı koklayacak, helal ve temiz şeyler yiyecek ve giyecek, güzel şeyler koklayacak.
ÇOCUK DÜNYAYA GELİNCE
Çocuk dünyaya gelince çocuğa ilk bant kaydı yapılacak ve kulaklarına ezan okunacak kamet getirilecek.
Müslümanlar bin dört yüz senedir bu sünneti yaşarken bir kısım geri zekalılar “Bir günlük çocuk duyar mı?” diyorlardı. Ama günümüz ilmi bir günlük çocuğun değil, ana karnındakinin duyduğunu söylüyor. “Duyduğu kelimeler şuur altına yerleşir” diyor.
İşte biz bir günlük çocuğun kulağına ezan okuyoruz. “ALLAHU EKBER”= En Büyük Allah’tır diyoruz.
Çocuk büyüyünce şahların, padişahları, kralların, cumhurbaşkanlarının “en büyük benim” sözünün etkisinde kalmasın, bu sözler çocuğun gönlünde boş yer bulamasın diye ezan okuyoruz.
Sıcacık aile yuvasında okunan Kuran ve kuran ahlakına göre gelişen edebi eselere çocuk üzerinde etkili olur.
Bin üç yüz sene önce yaşamasına rağmen çağımızı etkileyen ilim adamları altı yedi yaşlarında Kur’anı ezberleyip hafız olan insanlardır.
Bu günlerde altı yedi yaşındaki çocukların ezberindekiler de büyük bir kitabı dolduracak kadar vardır. Ama bunlar edebi, ilmi ve sanat değeri olmayan “bir kedim bile yok”, “Arkadaşım eşşek”, Domates biber patlıcan” gibi şeylerdir.
Çocuğun öğrendiği kelime ve kurduğu cümleler oranında dini bilgiler edebi cümleler öğretilmelidir. Verilen bilgi bedeni ve akli gelişmesine uygun olmalıdır. Baskı yaparak ezmemeli. Bedeni gelişirken aklını boş bırakıp içi boş, kof adanda yetiştirmemeli.
Peygamber Efendimiz (s.a.v.): “Her doğan çocuk İslam fıtratı üzerine doğar. Anne babası onu ya Yahudi yapar ya Hıristiyan yapar veya Mecusi yapar” buyurur.
Müslüman yapar demiyor. Çünkü çocuk zaten Müslüman. Onun içindir ki İslam dini dünyada ki bütün çocukları Müslüman kabul eder ve çocukken ölen bütün dünya çocuklarının cennetlik olduğunu bildirir.
Bütün üç kardeş hikayelerinde en iyi kalbinin küçük kardeş olması temizliğin doğuştan kirliliğin bu günkü Yahudilik ve Hıristiyanlığın geliştirdiği kültürden kaynaklandığını gösterir.
Çocuğa sıhhat vermek için çalışmalıyız, o doğuştandır. Biz sıhhati bozacak zararlı hava, yiyecek içecek ve giyeceklerden koruduğumuz gibi çocuğun fıtratında getirdiği İslâmı bozacak etkenlerden korumamız gerekir.
Zararlı bilgi ve huyların çocuk ruhuna girip kirletmesini engellerken, faydalı bilgi ve davranışları çocuk ruhuna nakşederken güller gibi davranacağız.
Gül güzel kokular saçarak sineklerin kendisine konmasını engellerken, arı ve kelebekleri kendine çeker. Zor kullanmak, dövmek azarlamak yok.
Peygamber efendimizin yanında yetişen Hz. Hasan, Hüseyin, Üsame, Enes, Fatıma, Zeynep, Ümmü Gülsüm, Rukiyye ve diğer sahabe çocuklarına bir tek tokat vurduğu kulaklarından tutup çektiği veya azarladığı duyulmamıştır.
Çocuğun en güçlü eğitimi aileden aldığı eğitimdir. Çünkü ailedeki eğitim yirmi dört saat devam eder. “çocukken öğrenilenler mermer üzerine yazılan yazı gibidir. Yaşlıyken öğrenilenler su üzerine yazılan yazı gibidir” derler.
Çocuğun duyduğu ve gördüğü şeylerin onda kalıcı etkiler meydana getirdiğini unutmayalım ve evde kurucu sözlerden, kaş çatmalardan, iğneli laflardan kaçınalım.
Dünya genelinde başarılı insanların çok nüfuslu ailelerden çıktığı görülmüştür. Çocuk seksen sene yaşamış büyük anne ile büyük abanın tecrübeye dayanan söz ve davranışlarını durarak görerek büyür.
Baba ve annesinin verdiği hayat mücadelesini ve bu mücadelede helal yollardan nasıl yürünebileceğini öğreniyor. Kendinden büyük kardeşinden öğrenip küçüğüne öğretirken öğrenmeyi ve öğretmeyi geliştiriyor.
Aşk ile ekilen şevkle yolu beklenen rahmetle kucaklanan çocuk, sevgi ikliminde büyürse etrafındakileri sever, sayar, merhamet eder.
21’NCİ ASRA GİRERKEN KIZLARIMIZ
Değişen bir şey yok. Yirmi birinci asra bizim girişimiz Hz. Adem’in Havva validemizle birlikte dünyaya indirilişi gibidir. Hz. Ademin Havva validemizle birlikte dünyaya indirilişi gibidir. Biz olmadan zamanında mekanında anlamı yoktur.
Gözlerin görmediği, gönüllerin hayal edemediği ırmaklara köşklere, çiçeklere, yiyecek ve içeceklere sahip cennette bile hz. Adem, Havva validemizle huzur buluyor.
İkisinin huzurundan rahatsız olaş şeytan onların çıplak olması için bütün planlarını kuruyor ve cennetten çıkarılmalarına sebep oluyor. Ama Hz. Ademle Havva validemiz bu dünya evinde birlikte Rablerine yönelip af talebinde bulunuyorlar, örtünüyorlar ve Allah (c.c.)’da onları afvediyor.
İzzetine, iffetine, şerefine namusuna düşkün bu Müslüman toplumun bu erdemi bazılarının gözüne batıyor. Kıyafeti değiştirilmeye çalışılıyor. Dini alınmaya dili bozulmaya başlanıyor. Ama Rabbimizin bize olan lütfu sayesinde açılanlar açıklarını kapatıyorlar. Dinini öğretiyorlar. Dini güzelce anlamak ve anlatmak için diller öğreniyorlar.
Hz. Ademle Havva validemizin duasını yapıyorlar.
رَبَّنَا ظَلَمْنا اَنْفُسَنا وَاِنْ لَمْ تَغفِرْ لَنا وَتَرْ حَمْنا لَنَكُونَنَّ مِنَ الْخاسِرِ ين
“Rabbimiz biz haddi aşarak kendimize zulmettik. Eğer günahlarımızı örtüp gizlemez ve bize acımazsan biz zarar edenlerden oluruz.” (A’raf 23)
Duaları kabul olmuş ki yirmi birinci asra İslam’ın kendilerine kazandırdığı vakarla giriyorlar.
Hz. Havva validemiz gibi dokunduğu şeyi bereketlendiren ellere bastığı yerleri güllendiren ayaklarlarla yürüyorlar.
Yakın zamana kadar erotik seks filimlerinin oynatıldığı salonlarda şimdi kadının onurunu ancak İslam’ın koruyacağını haykırıyorlar.
Üniversitenin salon, koridor, dershane, kütüphane ve bahçelerinde İslam’dan uzaklaşmanın faturasının en fazlasını kadınların ödediğini dünyaya duyuruyorlar.
İslam’a göre terazinin bir kefesine zülfünün bir teli konsa öbür tarafına da dünyanın altını, gümüşü doları, lirası markı, yen’i konsa zülfünün teli ağır basarken; küfür sistemine göre sakızın bile kadından ağır geldiğini, kadını sakız için önce içini sonra dışını soyduklarını anlatıyorlar.
Anlatılanlardan ayılanların da katılmasıyla 21. asra İslam’ın aydınlığı içinde giriyorlar.
KADIN VE İLİM
Aslında böyle bir başlık yanlış olur. Allah (c.c.) ilk emrini “Oku” olarak indirirken kadın erkek ayrımı yapmamış. “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” (Zümer 9) derken de ayrım yok.
“Allah’dan ancak alim kulları korkar.” (Fatır 28) ayetinde “Kulları” kelimesini kullanıyor ve bu kelimede kadın ve erkeği içine alıyor.
Kuran ayetlerini tefsir eden, hadis rivayet eden hukuki konularda görüşüne müraacaat eden devlet başkanı Hz. Ömer’in halka konuşurken yaptığı hukuki bir hatayı düzelten kadın sahabeleri öylesine benimsemişiz ki kızlarımıza isim verirken .Aişe, Fatıma, Hatice, Şifa Zeynep vs. gibi onların adını koymuştur.
“İlim, her Müslüman erkek ve kadına farzdır” hadisine dayanarak İslam'i bir devlette “Zaruretı diniyye” dediğimiz bilgilerin beşikten mezara kadar her ferde öğretilmesi zorunlu kılmıştır. Günümüzde hiçbir devlet 18 yaşına kadar öğretimden kaçmayı başarmış birine bu yaştan sonra okumayı zorlayamaz
EVLİLİK
Evlililik yaşı
Evlkenmek için İslam’da belirli bir yaş tesbit edilmemiştir. Dinimiz evrensel bir din olduğu için yaş belirleyemeyiz çünkü bölgelerin soğuk ve sıcak oluşuna göre ergenlik yaşı yükselir veya alçalır. İslam hukuku evlenmek için yaş haddi koymamıştır. Ergenlik çağına gelen gerdeğe girebilir.
Günümüzde hukukunda 18 yaş tespiti bir çok kızın gönülden razı olduğu erkeğe baba engelinden dolayı varamamasına sebep olmuştur. Eğer oğlanla kız kendileri evlenmişlerse babanın şikayeti üzerine, oğlanın hapse atılmasına babanın oğlandan menfaat sağlamasına sebep olmuştur.
Hatta 18 yaşını doldurmasına bir gün kala dini nikahla evlenen çiftler kız babasının şikayeti üzerine ayrılmış ve oğlan hapse atılmıştır.
Evlilikte gaye
Evlilikte hedef yalnız neslin üremesi değildir. Kadında yalnız çocuk üretme aleti olarak yaratılmamıştır. Eğer öyle olsa idi hayvanlar gibi senede bir defa çiftleşme yeterli olurdu. Evlilikte gaye yalnız cinsel ilişkilerde bulunup haz almakta değildir. Eğer böyle olsa idi cinsel ilişkilerden sonra ayrı evlerde kalıp, ayrı yaşamaları daha uygun olurdu. Yalnız cinsel ilişki için bir araya gelir tekrar ayrılırlardı. Ama rabbimiz Rum suresinin 21 ayetinde huzur ve sukut bulmamız için eşlerimizi yarattığını aramıza sevgi ve rahmet bıraktığını haber verir.
Cinsel ilişkilerden sonra birbirlerine sevgi ve bağımlılıkları devam ediyor. yemek yerken:
“Afiyet olsun yarim sen yedikçe ben doydum” diyor.
uykuda nefesleri huzur salıyor, uyanıkken birbirlerine bakışları evin içini cennete dönüştürürken sevap kazanıp ahiretteki cenneti hak ediyorlar.
Günümüzde birbirlerinin tenine kedinin ciğere baktığı gibi bakan, doyunca “Mundarmış” deyip ayrılan acıkınca yeni ciğer arayan ateist, komünist, feminist kadın ve erkekler bu durumlarından kendileri de şikayetçi.
Kimlerle nasıl zina ettiğini kitaplaştırabilecek kadar ar perdesi paramparça olan kadın geçen gün feryat ediyor: “Yeter be yeter” diyor. “Hep yemek istiyorsunuz yemesini bilmiyorsunuz” diyerek çıldırıyor. “filanın tiyatrosunda çalışan her kadın onun yatağında yatmıştır. İstisnası yok” deyip isyan ediyor. aslında bu isyan farkına varmadan islamı istemektedir. Bunların panellerde, açık oturumlarda, dergi ve gazetelerdeki feryatları kendi çevrelerinden şikayetçi olmalarındandır.
İslam’a karşı olduğu söylenen, çılgınlığın her çeşidini deneyen, çevresinden rahatsız olup bağıran bu kadın ve erkeklerde canlılık alameti var demektir. Bir gönül doltoru olarak onlara el atınız.
EŞİTLİK
Gül bayramında güller yarıştırılır ve güllerden bir gül birinci seçilir. Güllerle laleler yarıştırılmaz. Elmayla armutta toplanmaz. İki elma üç armut toplanssa beş eder denmez. İki elma üç armut eder denir. Evrende yaratılanların içinde en değerlisi Adem oğludur. Yani kadınla erkektir. Aynı topraktan yaratılmışlar. Toprağın diğer toprağa üstünlük sağlamaya kalkması yanlıştır. Aynı toprak ayrı özellikler vardır. Kadına verilip erkeğe verilmeyen özellikler vardır. Erkeğe verilip kadına verilmeyen özellikler vardır. Herkes kendi özellik ve güzellikleri içinde birincidir. Yarış yapmıyoruz. Allah (c.c.) bir kısmımızı diğerlerine üstün kıldığını, herkesin diğerinden üstün bir tarafı olduğunu, kimsenin başkasındaki üstünlüğü istememesi gerektiğin haber verir. (Nisa 32)
Biz kendimizdeki özellikleri keşfedeceğiz. Anne babaların öğretmenlerin, çevrenin görevi madenimizdeki gizli özellikleri ortaya çıkartmaktır.
Kadının eşitliğini savunmaktan çıkar sağlayan çevreler “Kadınlara hak verdik, bakınız sevişirken çekilmiş erotik seks filmleri çevirecek kadar haklar elde ettiler. Mankenlerimiz, podyumlarda kadınlığın bilincine vardılar, Manukyana trilyonlarca para kazandıracak ticaretin içine atıldılar” diyorlar. Bunları diyenlerde yine kadını sofrasındaki pişmiş tavuktan değersiz gören, İslam’a harp ilan etmiş erkeklerdir.
Tempo dergisinin 1922’de çıkan sayılarından birinde mankenlerden biri: “Mankenlikten aldığımız para ancak makyajımıza yetişir. Gösteriden sonra parası çok ahlakı yok insanlara katlanmak mecburiyeti var.” Diyor.
Bir zamanların güzellik kraliçesi kızımız için “Türk kadını özgürlüğüne kavuştu, dünya güzelleriyle yarışıyor.” Diye salyalı ağızlar reklam yapıyorlardı. Aynı kızımızın Beyoğlu sokaklarına uyuşturucu alabilmek için vücudunu sattığını ama yaşlandığı için alan olmadığını yazdı gazeteler.
Bu sene (1992) güzellik kraliçesini Televizyondan konuşturuyorlar. Bu kızımız
Lafta üstünlük sağlama yerine ilimde, imanda, ahlakta, fazilette üstün gelme yarışına girelim.
EŞLER ARASINDA DENKLİK
Ergenlik yaşına gelmiş bir kız, Müslüman bir erkekler iki şahit huzurunda istediği yerde ve zamanda evlenir.
Eşler arasında denkliğin aranması nikahın şartından değildir. Ama uzun zaman birlikte olacak eşlerin uyumlu bir hayat yaşayabilmeleri için sosyal, kültürel, fiziksel denkiğe dikkat etmeleri tavsiye edilmiştir.
Kültürlü, görgülü bir kadının görgüsüz kaba bir erkekle yaşadığını düşünün veya yetmişlik birinin gencecik biriyle evlendiğini düşünün. Hayır hayır düşünmeyin
Denklik şart değildir. Tavsiye edilmiştir dedik.
Sahabenin hizmette ilk ona girebilen Abdurrahman b. Avf’ın kız kardeşi, müşriklerin köleliğinden yeni kurtulan kara kuru Hz. Bilal’i Habeşi ile evlenmişler ve çok da mutlu olmuşlardır.
İlim ve iman, soy-sop, para, şan, şöhret üstünlüğü geride bırakır.
Peygamber Efendimiz:
EVLİLİK TEKLİFİ
Evlilik teklifi erkeğin bizzat kendisi tarafından kadına yapılabilir. Sahabeden Ebu Talha’nın Rumeysa (R.A.)’ya yaptığı gibi.
Kadın tarafından erkeğe evlenme teklifi yapılabilir. Ahzab suresinin ellinci ayetinde haber verildiği gibi.
Erkek bizzat kendisi kızın velisinden isteyebilir. Hz. Ali’nin Hz. Fatıma’yı Peygamber Efendimizden istediği gibi.
Kızın rızasını alarak velisi kızını bir erkeğe teklif edebilir. Hz. Ömer’in kendi kızı Hafsa (R.A.)’yı Peygamber Efendimize teklif ettiği gibi.
Tabii ki evleneceklerin birbirlerini görmelerini istemiş Peygamber Efendimiz. Meşruiyet sınırları içinde birbirlerini görürler ve konuşurlar.
Flört hayatı yaşayanlardan çoğunun evlenmedikleri gözlenmiştir. Çocuk bırakıp kaçanlar, parasal destek için yapanlar, mazeret ileri sürerek ayrılanlar, geride hayat boyu sürecek bir lekeyle ayrılıp gidiyorlar.
Biz kızlarımıza yüzünde göz izi olmayan, bir başkasının haram nefesini koklamayan erkerk istiyoruz, yani ikisininde bekareti bozulmamuş olmalıdır.
Rabbimiz:
NİKAH
İslam kolaylık dinidir. İnsan fıtratına zor gelen hiçbir tarafgı yoktur. Kişinin taşıyamayacıağı yükü Rabbimiz insna yüklememeiştir.
İslamda nikah yaptırmanın zamanı ve mekanı yoktur.
Günümüzde bünyemize uymayan bu hukukta saat 09.00 ile 17.00 arasında nikah kıydırabilirsiniz. Öğle tatilini de unutmamalı. Cumartesi ve Pazar günleri nikah kıydırmazsınız. Resmi bayramları da buna ilave edersiniz. 365 günün üçte ikisinde nikah kıydırmanız mümkün değil.
İslama göre nerede olursa olsun, ne zaman olursa olsun iki Müslüman şahit huzurunda nikah yapılır. Daha sonra nikah dairesine bilgi verilir. Bu bilgi verme nikahın şartından değildir. İslam'i bir devletin, vatandaşları hakkında bilgi sahibi olması içindir.
Günümüzde bir kısım Müslümanlarımız kızla oğlanı nişanladıktan sonra hemen nikahlıyorlar. Ama kızı oğlana koklatmıyorlar. Nikah kıyıldığı andan itibaren kız oğlanın hanımıdır. Bunları biraraya gelmesine anne ve baba karışamaz. Eğer kızların ellerinden tutturmayacaklarsa nikah yaparak nikahı hafife almasınlar.
EVLİLİK HAYATI
Evlilik hayatı 65 kiloluk altınla 65 kiloluk yakutun bir araya gelmesi değildir.
Eğer öyle olsa idi bu gün dünyadaki bütün devletlerde o ev korumaya alınırdı. Ama islama göre dünyanın bütün altını, gümüşü, yakutu, mercanı, doları, markı, lirası terazinin bir tarafına konsa öbür tarafında da kadın veya erkeğin zülfünün teli konsa, zülfünün teli ağır basar. Çünkü yaratılanların hepsi insan için yaratılmıştır.
İşte böylesine değerli iki varlık bir araya gelerek tam bir bütün oluşturuyorlar.
Allah (c.c.) Adem’i topraktan, havvayı da Ademden yaratmış. (Nisa 1)
Havvasız adem eksiktir. Ademsiz havvada eksiktir. İkisi bir araya gelince birbirini tamamlar. Efendimiz:
“kadınlar erkeklerin yarısıdır..” bu türkçe tercemede yanlış anlama olabilir. “yarısıdır” derken erkek tam da kadın onun yarısı kadardır manasında değildir. Hadisin arapçasındaki kelime bir bütünün ikiye bökünüp iki şık olmasını ifade eder.
Bir elmayı tam ortasından ikiye bölerseniz bunların biri erkek biri kadın olur, ikisi birleşirse tam olurlar.
Bu hadis bize eşlerimize bakarken onu kendi canımız ve tenimiz gibi görmeyi sağlar.
Gözleriniz gibi koruyacaksınız. Kulağınız kulağı olacak. Elleri ve ayakları elleriniz ve ayaklarınız olacak.
Eşinizi Peygamber efendimizin tarif ettiği şekilde görmeye başlarsınız onu dövmeniz mümkün olmaz kendi eline veya yüzüne tokat vuran nerede görülmüş.
Peygamber efendimizin hanımlarına bir fiske vurduğu rivayet edilmemiştir. Hatta:
“Hanımlarınızı dövmeyiniz, onları kötülemeyiniz” buyurmuş (Işratü-n-Nisa, Nesei 229)
bu hadisi okuyunca ama ayet var diye hatırlayanlar ayeti yeniden okusunlar. Ayet sırası ile, nezaketten anlamayana nasihat, nasihattan anlamayana üç günü geçmemek şartı ile kırgınlığını belli eden küsmek. Nezaket, nasihat ve küsme fayda vermez ise doktorların ifadesi ile o dayak hastasıdır.
Bayılanı doktorun tokat vurarak ayıltması gibi bir şey. Haddi aşmak yok.
Peygamber efendimizin hayatında bir defa tokat vurduğu yoktur. Öyleyse erkek kabahati biraz da kendinde aramalıdır.
Çocuklarıma hiç tokat vurmadım. İçimden bazen tokat vurmak geçiyor. Tam o anda bakıyorum bende çare tükenmiş. Kendi yetersizliğimi tokatla kapatacağım. İşte o anda tokat vurmaktan vazgeçip yeni çareler aramaya çalışıyorum.
Hanımı Hz. Aişe validemizle koşma yarışı yapan (Işratu-n-Nisa, Nesei 90) kişinin hanımı ile oynaşmasını Allahı zikreder gibi sevap olduğunu bildiren (İşratu-n-Nisa 87) Peygamberimizin kadınlar için verdiği mücadeleyi bu günün İslam dışı hayat yaşayan kadın ve erkeklerine bir duyurabilsek koşarak İslama geleceklerdir.
Biz Müslümanlarda Peygamberimizin yolunda yürüyebilsek.
Düşünün. Türkiye de İslam alimi, öncüsü, şeyh veya bir başka isimde tanıdığımız bir büyüğün Fatih ormanında eşiyle koşma yaptıklarını düşünün.
Çenesini Peygamber efendimizin omuzuna dayayarak nurlu yüzünü kainatın efendisi sevgilisi eşi Peygamber efendimizin yanağına dayayarak Habeşli oyuncuları seyreden örnek, mutlu aile örneği olsun. Onların hayat kumaşına ördükleri desenleri rengi ile, deseni ile aynen kendi hayat kumaşınıza dokuyun.
Efendimiz buyurur:
“Mü’minlerin iman bakımından en olgun olanı ahlaken en güzel ve ailesine en nazik davrananıdır. (Nesei Işreti-n-Nisa 229 Tirmizi İman-Hadis 2612)
KADIN VE MAHREMİYETİ
Kadın, eşinin, babasının, büyük babasının, eşinin babasının, oğullarının, torunlarının, eşinin oğulları ve torunlarının, oğlan kardeşlerinin, oğlan kardeşlerinin oğulları ve torunlarının kız kardeşinin oğulları ve torunlarının kendilerinden olan kadınların, cinsel ilişkiden kesilmiş erkeklerin, kadınlarına avret mahalline henüz istek duymayan çocukların yanında, amca ve dayılarının yanında süslerini açarak oturup konuşup sohbet edebilirler.
Bunlarla ilgili geniş açıklamayı Nur suresinin 35. ayeti ile Ahzap suresinin 55. ayetlerinin tefsirinde bulabiliriz.
Bu açıklananların dışında kalan yani kendisi ile evlenme engeli bulunmayan erkeklerle tenha bir yerde baş başa kalmak yasaklanmıştır.
Peygamber Efendimiz:
“Bir erkek mahremi olmayan bir kadınla baş başa kalmasın” buyurmuş. (Nesei, Işretu-n Nisa 292, Tirmizi Fiten H. 2165, Müsnedi Ahmet 1/18)
Peygamber efendimiz Hz. Aişe ile birlikte otururken baldızı Esma’nın eve gelip beraber oturmasında hiçbir sakınca görmemiştir.
Günümüzde bayramda babası, ağabeyi ve kendisini evin bir odasına, annesi, yengesi ve hanımını evin öbür odasına oturtmaya zorlayıp “Din budur” deyip babasını dinden imandan çıkaranlar Nur suresi ile Ahzab Suresini yeniden okusunlar.
Bir tek Hadisii yanlış anlayarak yanlış ahkam kesmesinler. Takvayı fetva yerine koymasınlar.
EVDE ERKEK HAKİMİYETİ Mİ?
İslama göre hakimiyet kayıtsız şartsız Allah’ındır. (Yûsuf 40) saçımızı, tırnağımızı, etimizi, kemiğimizi, kalbimizi, kalıbımızı o yarattığına göre yönetme hakkı da onundur.
Üzerine evler kurduğumuz toprağı, taşı o yarattığına göre hükmetmekte O’nun hakkıdır.
Ülkeleri yaratan Allah; Milletleri yaratan Allah öyleyse hakimiyet de Allaha ait olmalıdır.
Kapı çalmanın adabından devlet yönetmeye kadar herşeyi bize Kur’an-ıyla öğreten Rabbimiz ev içinde aile fertlerinin hak ve sorumlulukalınıda belirlemiştir.
Bu uyulması gereken ilahi kurallara muhatap olmada kadınla erkek eşit statüye sahiptirler.
Ancak feminist kadınlarımız seslerini duyurmak için salonda açık oturum yaptıklarında dört tane konuşmacı kadını yönetmek için oturum başkanı olarak bir erkek seçtikleri gibi ailede Allah’ın koyduğu kuralları yürürlükte kılma yetkisini ergenlik çağına gelmiş aklı başında (deli değil) kocaya vermiştir.
Oturum başkanı açık oturum kurallarına göre yönettiği gibi, evin reiside Allah’ın koyduğu kurallara göre yönetecek ve Allah’ın koyduğu kurallara zıt bir emir veya yasak koymayacak. Eğer ilahi emir ve yasakları çiğneyen bir istekte bulunursa hanım bu isteği yerine getirmeyecek. Peygamber efendimiz: “Allah’a isyana emreden kişiye itaat olunmaz buyurur. (Müslim, Cihat 40 Buhari, Ahkam 4, Müsnedi Ahmet 2/17-142)
Nisa suresinin 34. ayetini
“Erkekler kadınlar üzerinde hakimdirler” diye terceme etmek yanlıştır. Eğer Allah’ın muradı bu olsa idi yine arapça olan “Hakim” kelimesini kullanırdı. Ama “KAVVAM” kelimesini kullanmış. Türkçede kullanılan “Kayyim” kelimesi ile aynı köktendir.
“Kayyim” tayin edildiği müesseseyi keyfine göre yönetmez. Hakimin gösterdiği doğrultuda yönetir.
İşte evi üzerinde “Kavvam” olan erkek de kendi keyfine göre yönetmez Allah’ın koyduğu kuralları yürürlükte kılar. Nisa suresinin 135. ayetinde.... adaleti kaim kılın... nefsinizin keyfine uymayın... buyurur.
34. ayetin bu inceliği için Kadı Beyzaviye bakılsın. Meallerle dinim hakkında hüküm verilmesin. Bakara suresinin 228. ayetinde “erkeklerin kadınlar üzerindeki hakları gibi kadınlarında erkekler üzerinde hakları vardır.” Hükmü ile karşılıklı haklara sahip Karı-Kocanın bu haklara riayet konusunda birinin öne geçip idare etmesi gerekir. İşte Rabbimiz ayetin devamında “erkeklerin kadınlar üzerinde bir dereceleri vardır” buyurur. Bu aynı haklara sahip iki kişiden birinin hakları sahibine vermek için öne geçmesidir.
Ayet bunu gerektirdiği gibi fıtratta bunu gerektiriyor.
Arı, namusu atmış beş paraya satmış on tane kadınla yapılan ankette dokuzunun cevabı “evde erkeğin yönetimi olursa aile mutlu oluyor” şeklinde olmuştur.
EŞLERİN BOŞANMASI HALİNDE
Günümüzde boşanan eşler ve aileleri çoğunlukla birbirlerine düşman olurlar. O kadınla evlenen kişiyede düşman olurlar.
Bir kızı bir delikanlı istese, kızı da vermeseler bu iki aile birbirine düşman olduğu gibi o kızla evlenen aileyede düşman olurlar.
Ama bindörtyüz sene önce indirilen Kur'an’a göre kurulan Medine devletinin insanları dünür olduğu kızı vermezlerse o kızı başka bir delikanlı ile evlenirken o düğüne yardımcı oluyor.
Peygamber efendimizin arkadaşlarından biri hanımını boşasa o kadını bir başkası almak istese boşayan ona yardımcı oluyor. Boşayan erkek evlenirken de boşadığı kadınla erkek ona yardımcı oluyor.
Boşanan erkek evlenirken de boşadığı kadınla erkek ona yardımcı oluyor.
Boşanan eşler arasında aile ilişkileri sona eriyor ama İslam kardeşliği devam ediyor.
Bu konuda yine örneğimiz Peygamberimiz Efendimizdir.
Hz. Zeynep ile Hz. Zeyd’i evlendiriyor. Uyuşamıyorlar ve boşanıyorlar. Peygamber efendimiz Hz. Zeyneple evleniyor. Peygamber efendimizle Hz. Zeyd arasındaki dostluk sevgi arkadaşlık devam ediyor. (Bk. Ahzab 37)
SÜSLENMEK
Süslenmek denince hatıra nedense hep kadınların süslenmesi gelir. Halbuki ayeti kerimede “Ey Ademoğulları Mescide her çıkışınızda ziynetlerinizi alınız” buyurur. (A’raf 31)
Kadın erkek ayrımı yapılmadan süslenmeleri istenmiştir. En temiz ve en güzel elbiseler giyilecek.
Peygamber Efendimiz: “Eşimin benim için süslenmesinden hoşlandığım gibi bende onun için süslenmekten hoşlanırım” buyurur. (Ebu Davud K. Nikah)
Eşler birbirlerine karşı süslenmeyi ibadet bilecekler.
Ancak günümüzde evinin içinde pespaye giyinip oturan kadınların dışarı çıkarken “İki dirhem bir çekirdek” olmaları neyin nesi.
Ayrıca görüştüğüm kuaförden aldığım bilgiye göre sabahleyin makyajını yapan bu kadınların akşam yatıncaya kadar yüzlerini yıkamadıklarını arada bir makyaj tazelediklerini öğrendim.
Doktorlaımızın açıklamasına göre insan vücudunda nilyonlarca hücre ölüp dirilmekte. Yüzünü akşama kadar yıkamayan makyajlı kadının ölü hücreleri makyajının ardında kalmakta.
Halbuki beş vakit namazını kılan bir kadın günde beş vakitte onbeş defa yüzünü su ile yıkamaktadır.
Müslüman’ın haftada bir gün özellikle Cuma günü yıkanması sünnettir. Her cinsel ilişkiden sonra yıkanması ise farzdır. Şimdi İstanbulda İslamı yaşamayan kesimin en gözde şık kadın ile günde beş vakit namazını kılan herhangi bir kadını ikindi üzeri alıp en modern laboratuarlarda ikisinin yüzünün tahlilini yaptırsak, sabah öğle ve ikindi namazlarında üç vakitte dokuz defa yüzünü yıkayan Müslüman kadın birinciliği alır. Ama her ikisini de bir fotoğraf stüdyosuna götürseniz o zaman öbürü renkli çıkar.
Kadınlar ve erkekler! Güzel, temiz ve helalinde giyiniz. Yalnız eşlerinize süsleniniz ve kokulanınız.
Eşleriniz, çocuklarınız, dostlarınız, komşularınız ve çevrenizle Hazreti Havva’nın Hz. Ademle, Hz. Hatice’nin Hz. Muhammed (s.a.v.) ile Hz. Fatımanın Hz. Ali ile dünyalarını cennet edip ahiretteki cennete layık oldukları gibi sizde iki dünyanızı da cennet eylemek için çalışınız. Rabbimiz yardımcımız olsun......Amin
Kayna k: Şifa Tevsiri Mahmut Toptaş'ın – Hazırlayan Tahir Eĝerci
Kıldıĝımız Namaz-mı? Sayi 45
Kıldıĝımız Namaz-mı?
Allah'ın emirlerine ve rızasına uygun olma koşulu ile ve Allah rızası için yapılan her ibâdetin bir sevabı vardır.
Ancak sevapların başında Yüce Allah'ın kesin emirleri olan farzlar gelir. Farzların başında da beş vakit namaz gelir. Her gün beş defa tekrarlanan ve sürekli bir ibâdet olan namaz, Allah'ı hatırlatır ve kişiyi Allah'ın huzuruna taşır.
Yüce Allah buyuruyor; "Ancak Allah benim. Benden başka ilâh yoktur. Yalnız bana ibâdet et ve beni hatırlaman için namaz kıl!" Tâ hâ-14
Dînin direği olan namaz, insanlara, Allah'ı hatırlatır. Allah'ın emirlerini, yasaklarını hatırlatır ve insanları haramlardan korur. Beş vakit namazı, vaktinde, düzenli bir şekilde, dosdoğru ve güzelce kılanların, günlük yaşamlarının büyük bir çoğunluğu ibâdetle geçer.
Sevgili Peygamberimiz; "Ameller (işler) niyetlere bağlıdır ve her kişi için, niyetinin karşılığı vardır." buyurmuştur. Sabah namazına kalkma niyeti ile yatan ve çalar saati ayarlama gibi gerekli önlemleri alanların, namazla ilgili sevapları başlamıştır.
Tatlı uykularından ve sıcak yataklarından Allah rızası için ve namaz kılma niyeti ile kalkanlar, tuvalet dahil namazın ön hazırlıklarına başlarken attıkları adımlarının ve hareketlerinin ayrı ayrı sevapları yazılır.
Abdest almaya başladıkları an, yıkadıkları organlarından damlayan su damlacıkları ile birlikte, küçük günahları dökülmeye başlar.
Sevgili Peygamberimiz buyuruyor; "Bir müslüman kul (kişi), abdest almaya başlayınca, ağzını yıkarken, ağzındaki günahları, burnunu yıkarken, burnundaki günahları, yüzünü yıkarken, göz kapaklarının altına kadar yüzündeki günahları, kollarını yıkarken, tırnak altlarına kadar kollarındaki günahları, başını mesh ederken, kulak altlarına kadar başındaki günahları ve ayaklarını yıkarken, tırnak altlarına kadar ayaklarındaki günahları dökülür."
Namazın anahtarı olan abdestle ilgili pek çok hadis-i şerifler ve sevindirici müjdeler var. Anahtarı bu derece değerli olan hazineyi düşünelim ve bu düşüncenin ışığı altında namazın sevaplarını düşünelim.
Beş vakit namazı vaktinde ve düzenli bir şekilde kılan, Allah'ın inançlı, bilinçli ve ihlâslı kulları, her gün tam kırk rekât namaz kılmaktadırlar. Bu kırk rekât namazda, Kırk kıyam; Allah huzurunda ayakta dikilme,Kırk rükû; Allah huzurunda ayakta eğilme, Seksen secde; Allah huzurunda yerlere kapanma,Yirmi bir kâ'de; Allah huzurunda oturma. Namazın temel yapısını ve genel anatomisini oluşturan bu bedensel ibâdetler, namazın aslı ve rükûnlarıdır.
Taberânî ve Hâkîm'in rivayet ettikleri hadiste, Peygamberimiz; "Allah, yarattığı varlıklarına tevhidden (îmandan) sonra, namazdan daha sevimli bir şeyi farz kılmamıştır. Eğer Allah katında namazdan daha sevimli bir şey olsa idi, melekleri öyle ibâdet yaparlardı. Meleklerden bazıları (sürekli) rükûda, bazıları (sürekli) secdede, bazıları (sürekli) kıyamda ve bazıları (sürekli) kâ'de (oturma) halindedirler."
Namaz, îmandan sonra bütün ibâdetlerin aslı ve kökeni olduğu gibi, kıyam, rükû, secde ve kâ'de de namazın aslı ve kökenidir.
Kur'an, "Allah için kıyam edin, Allah için rükû ve secde edin." emirlerini tekrarlamakta ve özellikle "secde et, yakın ol." emri ile secdenin eşsiz bir ibâdet şekli olduğunu vurgulamaktadır.Eşyalar zıddı ile bilinir. Putlaştırılan taşların önünde saygı amacı ile dikilenler ve amaçları ne olursa olsun, putlaştırılan taşların önünde rükû ve secde edercesine eğilenler, en büyük günaha girmiş ve Allah'a şirk koşmuş oldukları gibi..
Allah huzurunda olduğu inancı ve bilinci ile kıyam, rükû, secde ve kuûd yapanlar da en büyük sevabı kazanmış ve îmanın zirvesine ulaşmış olurlar.
Tirmîzî'nin rivâyet ettiği hadiste, Peygamberimiz; "Kim ki, Allah'ın kitabından bir harf okursa, O'nun için bir hasene vardır. Bir haseneye on katı (sevap) verilir."
Âdet, nifas ve cünüp halinde olmama koşulu ile namazın dışında Kur'an'dan bir harf okuyana on sevap verilir.
Namazda kıraât (Kur'an okuma) farzdır ve namazın bir rüknüdür. Bu nedenle namazda okunan Kur'an'ın sevabı kat kat arttırılır.
İmam Beyhâkî'nin rivâyet ettiği hadiste, Peygamberimiz; "Kim ki (Âdet, nifas ve cünüplükten) temiz olduğu halde, Allah'ın kitabından bir harf dinlerse, on sevap yazılır, on günahı silinir ve derecesi on katı arttırılır
Kim ki Allah'ın kitabından (Kur'an'dan) bir harfi, namazı oturarak kılarken okursa, elli sevap yazılır, elli günahı silinir ve derecesi 50 kat arttırılır.
Kim ki Allah'ın kitabından bir harfi ayakta namaz kılarken okursa, 100 sevap yazılır, 100 günahı silinir ve derecesi 100 kat arttırılır."Bir günlük beş vakit (40 rekat) namazda, 40 Fatiha ile 33 zamm-ı sûre okunur.Hâzin Tefsirin'e göre bir Fatiha'da (Besmele dahil) 140 harf vardır. 40 Fatiha'nın toplam harf sayısı 5.600 eder.33 zamm-ı sûredeki toplam harf sayısı ise, kısa sûrelerin okunduğunu kabul edersek, 3.800 eder.Bir günlük beş vakit namazda, Fatiha ve zamm-ı sûre olarak okunan toplam harf sayısı 9.400 ve bir aylık beş vakit namazda okunan toplam harf sayısı tam 282.000 eder.Namazda okunan Kur'anın her harfine 100 sevap yazıldığına göre, bir aylık namazdaki yalnız Fatiha ve zamm-i sûrelerin toplam sevabı 28.200.000 eder.Allah'ın vereceği sevap bununla sınırlı değildir. Yüce Allah, dilediğine kat kat fazlasını da verir.Ayrıca her namazın sonunda tesbihata başlamadan önce bir Âyet-el Kürsî okunur.Bir Âyet-el Kürsî'de 170 harf ve 5 Âyet-el Kürsî'de 850 harf vardır.
Bir ayda okunan Âyet-el Kürsî'nin toplam sayısı tam 25.500 eder.
Her gün beş vakit namazda duâlardan sonra da birer Fatiha okunur. Beş Fatiha'nın toplam sayısı 700 ve bir ayda okunan Fatiha'nın toplam harf sayısı 21.000 eder.
Bir aylık namazda Fatiha ve zamm-i sûre olarak okunan 282.000 harfe, bir aylık Âyet-el Kürsînin 25.500 ve bir aylık Fatiha'nın 21.000 harfini de ilave edersek tam 328.000 harf eder.Müfessirlerin sultanı Abdullah İbni Abbas'a göre, Kur'an'ın toplam harf sayısı 323.671'dir.Düzenli bir şekilde beş vakit namazı kılan gerçek müslümanlar, her ay Kur'an-ı Kerimi bir defa hatim etmekle birlikte, geriye fazla olarak 4.829 harfleri de kalmaktadır.
Peygamberimize gelen ilk ilâhi emirlerden biri, "Ve rabbeke fe kebbir..". Müddessir-4
Rabbini büyüklükle, Rabbini tekbirle an, anlamındaki bu ilâhi emri uygulamak için namaza tekbirle girilir. 13'ü farz olan "İftitah Tekbirleri" ve 201'i sünnet olan "İntikal Tekbirleri" olmak üzere bir günlük beş vakit namazda 214 de fa "Allahü Ekber" diye tekbir alınır.
Tirmîzi'deki bir hadiste, Peygamberimiz; "Tesbih (Süphânallah) mîzânın yarısını ve "Elhamdülillâh" mîzânın diğer yarısını doldurur. Tekbir ise yerle gök arasını doldurur."buyuruyor.
Namazın dışında inanarak ve Allah'ı büyükleme amacı ile alınan bir tekbir (Allahü Ekber)'in sevabı yerle gök arasını doldurduğuna göre, bir günlük namazda alınan 214 tekbirin sevabını düşünelim.
Diğer yandan, farz olan 13 iftitah tekbirinin ayrı bir özelliği vardır.
Râmuz'daki bir hadiste peygamberimiz; "İmamla birlikte alınan iftitah tekbiri, bin deveden hayırlıdır." buyurmuştur.
Mâdenler, ağırlıkları açısından, parasal değerleri açısından, kullanıldığı yerler açısından ve insanlara sevimlilikleri açısından farklı değerler taşıdıkları gibi..
Mâneviyat da aynen böyledir. Bazı kelimeler, (zikirler) sevap açısından, ağırlıkları açısından, ibâdetlerdeki yerleri açısından ve Allah'a sevimlilikleri açısından farklı değerlere ve özelliklere sahiptirler.
Buhârî ve Müslim'deki bir hadiste, Peygamberimiz; "İki kelime vardır ki, dilde hafif, mîzânda ağır ve Rahman (olan Allah'a) çok sevimlidirler. (Bunlar) "Sübhânallâhi ve bihamdihî ve Sübhânallâhil azîm" dir.Müslim'deki bir hadiste, Peygamberimiz; "Allah'a en sevimli kelâm dörttür. Sübhânallâhi velhamdü lillâhi velâ ilâhe illallâhü vallâhüekber'dir."
Bir günlük beş vakit namazda, 15 defa Sübhâneke'nin başında, 120 defa, "Sübhâne Rabbiyel Azîm" diye rükû'da ve 240 defa "Sübhâne Rabbiyel Alâ" diye secdede olmak üzere, 375 defa Azîm ve Alâ isimleri ile birlikte Yüce Allah tesbih, tenzîh edilir.
Yine bir günlük beş vakit namazda, 15 defa Sübhâneke'de "ve bihamdik" diye, 40 defa Fatiha'nın başında "Elhamdü Lillâhi Rabbil Âlemîn" diye, 40 defa rükû'dan doğrulurken, "Semi'allâhü limen hamideh" diye ve 40 defa rükû'dan doğrulduktan sonra, "Rabbenâ lekel hamd" diye, 135 defa Yüce Allah'a hamdedilir.
Namaz'ın dışında bir defa "Sübhânallah ve Elhamdülillah" demenin sevabını düşünelim ve namazda bu sevabın onlarca, yüzlerce defa katlandığını unutmayalım.
Yüce Allah buyuruyor; "Yedi kat gökler ve arz (dünya) ve bunlarda bulunanlar, Allah'ı tesbih ederler. Allah'ı hamd ile tesbih etmeyen bir şey yoktur. Ama siz, onların tesbihini anlayamazsınız." İsra-44
İşte! Beş vakit namazı kılan ve Yüce Allah'a kul olan gerçek müslümanlar, kâinatı kapsayan bu
zikir halkasına dahil olmakta ve tüm varlıklarla birlikte Allah'ı tesbih, hamd ve tekbir ile zikir etmektedirler.
Allah'a inanan, îman eden ve inancı doğrultusunda yaşayan gerçek müslümanlar, kıldıkları her iki rekâtın sonunda ve günde 21 defa, Yüce Allah'ın lütuf ve rahmet kapısında oturup, "Ettehiyyâtü Lillâhi vessalâvâtü vettayyibât" söz ile beden ile ve mal ile yapılan bütün ibâdetler yalnızca Yüce Allah'adır diye Rabbül âlemin olan Allah'a tehiyyeler sunarlar.
"Esselâmü aleyke eyyühen nebiyyü ve rahmetullâhi ve berakâtühû' diye çok sevgili peygamberimize selam verirler ve yüce Allah'ın selâmını, rahmetini ve bereketlerini dilerler.
"Esselâmu aleynâ ve alâ ibâdillâhis sâlihîn" diye, gelip geçmiş ve halen hayatta olan bütün sâlih (iyi) kullara ve kendilerine, Allah'tan selâmet dilerler.
Ve sonunda Kelime-i şehâdeti getirerek, Allah'tan başka ilâh olmadığını ve Hazreti Muhammed'in, Allah'ın kulu ve peygamberi olduğunu tüm varlıklara ilân ederler.
Ka'de-i âhire denilen son oturuşlarda, Ettehiyyâtü'den sonra Allâhümme salli alâ ve Allâhümme bârik alâ diye başlayan en değerli salâvât-ı şerîfeler okunur.
Yüce Allah buyuruyor; "Kuşkusuz Allah ve melekleri, o nebîye (Hazreti Muhammed'e) salât ederler. Ey îmân edenler, siz de ona salât edin ve tam teslimiyet ile selâm verin." Ahzap-56
Müslim'in rivayet ettiği bir hadiste, Peygamberimiz; "Kim bana bir salât-ı şerîfe getirirse, Allah ona on salât (rahmet) eder."
İmam Beyhakî' nin rivayet ettiği bir hadiste, peygamberimiz;"Kim bana bir salât ederse, Allah ona on salât (rahmet) eder, on günahını siler ve derecesini on kat artırır."
Tirmîzî'nin rivâyet ettiği bir hadiste, Peygamberimiz;"Kıyamet günü bana en yakın olanınız, bana en çok salâvât (-ı şerîfe) getireninizdir."
Ebû Dâvud'un rivayet ettiği bir hadiste, Peygamberimiz; "Kabrimi bayram (piknik, eğlence) yeri yapmayın. Ama bana salât edin. Nerede olursanız olunuz, salâtınız bana ulaşır." buyuruyor.
Namazla bağlantılı her türlü ibâdetlerin sevapları kat kat çoğaltıldığı gibi, namazda okunan salâvat-ı şerîfelerin sevapları da kat kat çoğaltılır.
Beş vakit namazda, 15'i Allâhümme salli alâ ve 15'i Allâhümme bârik alâ olmak üzere her gün tam 30 ve ayda 900 tane en değerli salâvât-ı şerîfeler okunmaktadır.
Son oturuşta salâvat-ı şerîfelerden sonra, namaz kılan kişi kendisi için, ana-babası için ve tüm din kardeşleri için duâ ve istiğfar anlamını taşıyan, Rabbenâ âtina ve Rabbenağfirlî gibi duâları okur.
Aynı inancı paylaşan, aynı yolun yolcusu olan ve sonsuzluk âlemi olan Cennet'te ebediyyen birlik ve beraberlik içerisinde yan yana yaşayacak olan bütün mü'minler (inananlar) kardeştir
Bu nedenle beş vakit namaz kılan yüz milyonlarca müslümandan her biri bütün din kardeşlerine duâ eder ve kendisi de yüz milyonların duâsına ortak olur.
Namazını kılıp uyuyanlar, işleri, güçleri ile uğraşanlar veya kara toprağın altında mezarlarında yatmakta olanlar, namaz kılmakta olan din kardeşlerinin duâlarından yararlanırlar.
Unutmayalım!
Dünyada sürekli ezanlar okunmakta ve 24 saat hiç kesintisiz namaz kılınmaktadır.
İnkârcılıkta inatla direnenlere ve çağdaşlık adı altında taş devri insanı ile aynı inancı paylaşan ve aynı taşlara tapınanlara bir sözümüz yok.
Ama inandığı halde, nefsinden kaynaklanan tenbellik nedeni ile namazı ihmal edenleri Allah rızası için uyarıyorum.
Gelin. Siz de gelin. Allah'a inanan, kıble'ye yönelen ve secdeye kapanan yüz milyonların arasına siz de katılın. Peygamberlerin başını çektiği bu toplumda, nice nice evliyâlar var, kutuplar var, yediler var, kırklar var, üç yüzler var, ricâlullah var ve Allah katında değerli nice sâlih kullar var.
Kıbleye yönelerek ve alnınızı secdeye koyarak bu topluma katılırsanız, hem dünyada yaşadığınız sürece ve hem kabrinizde yaşadığınız sürece, bu kutsal ve seçkin toplumun duâsına ortak olursunuz.
Nesâî, Taberânî ve Dâr-e Kutnî'nin rivâyet ettikleri bir hadiste, Peygamberimiz;"Kim ki farz (vakit)namazlarının sonunda Âyet-el Kürsî' yi okursa, o kişinin (o an)Cennet' e girmesine ölümden başka engel yoktur."
Müslim'in rivayet ettiği bir hadiste, Peygamberimiz;"Kim ki vakit namazlarının sonunda 33 defa Allah'ı tesbih ederse, 33 defa Allah'a hamd ederse ve 33 defa Allah'ı tekbir ederse ve yüzü tamamlamak için, "Lâilâhe illâllahü vahdehû lâ şerîke leh. Lehül mülkü ve lehül hamdü ve hüve alâ külli şey'in kadîr" derse, deniz köpükleri kadar günahlar bağışlanır." Namazın farz ve sünnetlerini kılan kişi, oturduğu yerde önce bir Âyetel Kürsî'yi okur ve sonra 33 defa "Sübhânallah", 33 defa "Elhamdülillah" ve 33 defa "Allahü ekber" der ve yüzü tamamlamak için bir defa, "Lâ ilâhe illâllahü vahdehû lâ şerîke leh, lehül mülkü ve lehül hamdü ve hüve alâ külli şey'in kadîr" (Şerîki, ortağı ve dengi olmayan Yüce Allah, birdir, O'ndan başka ilâh yoktur. Mülk O'nundur. Medih, övgü, yalnız O'nadır ve OYüce Allah, her şeye kâdirdir" derse, yaprak dökümü gibi günahları dökülür ve mîzanda ağır gelen sevaplar kazanır.
Hayırlar, başka hayırları ve şerler, başka şerleri çeker." Dinin direği ve en büyük hayır olan namaz da, bu gibi hayırları çeker.
Bu gibi büyük hayırlar ve büyük sevaplar, beş vakit namazı düzenli bir şekilde kılan gerçek müslümanların namazın dışındaki yan gelirleridir.
Namazın sevapları ile ilgili bir şeyler yazmaya çalıştım. Gerçeği söylemek gerekirse, bu yazdıklarım, Allah katında kabul olunan bir vakit namazın sevabı yanında, denizden bir damla niteliğinde kalır.
Çünkü Rabb'ul Âlemîn olan O Yüce Allah'ın hazinesi o kadar boldur ki, şu kısacık dünya hayatında hikmetinin gereği, en sevmediği kullarına, torunlarının bile asırlarca yiyip tüketemeyeceği malları, mülkleri ve katrilyonlarla ifade edilemeyecek servetleri vermektedir.
İnanan, îmân eden, emrini tutan, el bağlayıp boyun büken ve huzurunda secdeye kapanan sevdiği kullarına, sonsuzluk âlemi olan Cennet'te niye kat, kat fazlasını vermesin?
Yere atılan bir tek buğday, bir tek mısır tanesini yüzlerce katı çoğaltarak, sapı ile, samanı ile ve talaşı ile tekrar insanlara ve hayvanlara rızık olarak veren O Yüce Allah..
Bir tek kiraz çekirdeğinden, bir tek incir çekirdeğinden, önce koskocaman ağaçları yaratan, yemyeşil yapraklarla donatan ve sonra her yıl yüzlerce, binlerce meyveyi kullarına rızık olarak veren O yüceler yücesi Allah (Celle Celâlühû);Namazda okunan Kur'an'ın her bir harfini, Tekbir'in, Tesbih'in, Tevhîd'in, Hamd'ın, Tehıyyat'ın ve Salâvat'ın her bir harfini, yüzlerce, binlerce, onbinlerce katı çoğaltarak, niye mahşer yerindeki mîzânımıza koymasın?
İnancından dolayı, İslâmi yaşantısından dolayı, bu geçici dünyada ezilen, aşağılanan ve zulme uğrayan mazlum kullarını niye cennetinde ebedî mutlu etmesin?
Namazda okunan tesbihler
Sübhanalah : Allah noksanlardan uzaktır, kemal sıfatlarla muttasıf (sıfatlanmış) tır.
Elhamdülillah : Hamd Allahadır
Allahuekber : Allah en büyüktür.
Semi'allahu limen hamideh : Allah kendine hamd edeni işitir
Rabbena lekelhamd : Rabbimiz, hamd sanadır.
Sübhanerabbiyelazim : Büyük olan rabbim her türlü kusurdan uzaktır.
Sübhanerabbbiyel a'la : Yüce olan rabbim her türlü kusurdan uzaktır.
Namazda okunan dualar
Sübhaneke
Sübhanekellahümme Ve bihamdik Ve tebâra kesmük Ve tealâ ceddük (Ve celle senâük * ) Ve lâilahe gayrük)
Allah'ım seni tenzih ve hamdinle tesbihederim. Senin şanın yücedir, ve senden gayri hiç bir ilâh yoktur.
Namazlarda ayakta iken okunur.Okunduğu yerler: Her namazın ilk rek’atınde, iftitâh tekbîrinden sonra. İkindi namazının sünnetinde, üçüncü rek’ate kalkınca Fâtiha'dan önce. Yatsı namazının ilk sünnetinde, üçüncü rek’ate kalkınca, Fâtiha'dan önce.
Terâvih namazı dört rek’atte bir selâm verilerek kılınıyorsa, üçüncü rek’ate kalkıldığı zaman, Fâtiha'dan önce. Cenâze namazında, birinci tekbîrden sonra.
* Ve celle senâaük yalnızca cenaze namazlarında kullanılır.
Ettehiyyatü
Ettehıyyâtü lillahi vessalevâtü vettayibâtü esselâmüaleyke eyyühennebiyyü ve rahmetüllâhi ve berakâtühü esselâmü aleynâ ve alâ ıbâdillâhis salihıyn Eşhedü ellâ ilâhe illallâh ve eşhedü enne Muhammeden abdühü ve rasülüh.
Her türlü kavli, bedeni ve mali ibadetler Allah'a mahsustur. Ey şânı yüce Peygamber, selam ve Allah'ın rahmetiyle bereketleri senin üzerine olsun ve selam bizlere ve Allah'ın sâlih kulları üzerine olsun. Ben şehadet ederim ve yakinen bilirim ki, Allah'tan başka hiçbir ilâh yoktur. Ve şehadet ederim ki Hazret-i Muhammed Allah'ın kulu ve Resûlüdür.
Okunduğu yerler: Namazların her oturuşunda okunur.
Allahumme Salli
Allahümme salli alâ Muhammediv ve alâ âli Muhammedin kemâ salleyte alâ ibrahiyme ve alâ âli ibrahiyme inneke hamiydüm meciyd
Allah'ım Hz.Muhammed ve âline, Hz.İbrahim'e ve âline rahmet ettiğin gibi rahmet eyle
Allahumme Barik
Allahümme barik alâ Muhammedin ve alâ âli Muhammedin kemâ barekte alâ ibrahiyme ve alâ âli ibrahiyme inneke hamiydüm meciyd
Allah'ım Hz.Muhammed ve âline, Hz.İbrahim'e ve âline mübarek kıldığın gibi mübarek kıl.
Okundukları yerler: Bütün namazların son oturuşlarında Ettehıyyâtü'den sonra. İkindi namazının sünneti ile yatsının ilk sünnetinin birinci oturuşunda Ettehıyyâtü'den sonra. Cenâze namazında ikinci tekbîrden sonra.
Rabbenâ Âatina
Rabbenâ âtina fiddünyâ hasenetev ve fil âhirati hasenetev ve kınâ azâbennâr
Ey Rabbimiz, bize dünyada ve ahirette iyi hal ver ve bizi o ateş azabından koru.
Rabbenâğfirlii
Rabbenağfirli ve livâ lideyye ve lil mü'miniyne yevme yekumül hisâbEy Rabbimiz, hesab günü geldiği zaman bizi mağfiret et. Anne ve babamı ve müninleri de mağfiret et.
Okundukları yerler: Namazlardaki oturuşlarda Allahümme salli ve Allahümme Bârik'ten sonra,
Kunut Duaları
Allahümme innâ nesteînüke ve nestagfirüke ve nestehdîke ve nü’minü bike ve netûbü ileyk. Ve netevekkelü aleyke ve nüsnî aleykel-hayra küllehü neşkürukeve lâ nekfüruke ve nahleu ve netrukü men yefcüruk.Allahım! Senden yardım isteriz, günahlarımızı bağışlamanı isteriz, razı olduğun şeylere hidayet etmeni isteriz. Sana inanırız, sana tevbe ederiz. Sana güveniriz. Bize verdiğin bütün nimetleri bilerek seni hayır ile öğeriz. Sana şükrederiz. Hiçbir nimetini inkâr etmez ve onları başkasından bilmeyiz. Nimetlerini inkâr eden ve sana karşı geleni bırakırız.
Allahümme iyyâke na’büdü ve leke nüsallî ve nescüdü ve ileyke nes’â ve nahfidü nercû rahmeteke ve nahşâ azâbeke inne azâbeke bilküffâri mülhık.
Allahım! Biz yalnız sana kulluk ederiz. Namazı yalnız senin için kılarız, ancak sana secde ederiz. Yalnız sana koşar ve sana yaklaştıracak şeyleri kazanmaya çalışırız. İbadetlerini sevinçle yaparız. Rahmetinin devamını ve çoğalmasını dileriz. Azabından korkarız, şüphesiz senin azabın kâfirlere ve inançsızlara ulaşır.Okundukları yerler: Vitir namazının üçüncü rek’atinde Fâtiha ve sûre okunduktan sonra eller yukarı kaldırılıp tekbîr alınır ve eller tekrar bağlanınca Kunut dûaları okunur.Ayetel Kürsi
Allahü lâ ilâhe illâ hüvel hayyül kayyûm. Lâ te’huzühû sinetün ve lâ nevm. Lehû mâ fis-semâvâti vemâ fil erd. Menzellezî yeşfeu indehû illâ biiznihi. ya’lemü mâ beyne eydîhim vemâ halfehüm velâ yühîtûne bişey’in min ilmihî illâ bimâ şâe vesia kürsiyyühüssemâvâti vel erd. Velâ yeûdühü hıfzuhumâ ve hüvel aliyyül azîm.Allah, O'ndan başka tanrı yoktur; O, hayydir, kayyûmdur. Kendisine ne uyku gelirne de uyuklama. Göklerde ve yerdekilerin hepsi O'nundur. İzni olmadan O'nun katında kim şefaat edebilir? O, kullarının yaptıklarını ve yapacaklarını bilir. (O'na hiçbir şey gizlikalmaz.) O'nun bildirdiklerinin dışında insanlar O'nun ilminden hiçbir şeyi tam olarak bilemezler. O'nun kürsüsü gökleri ve yeri içine alır, onları koruyup gözetmek kendisine zor gelmez. O, yücedir, büyüktür.
Okunduğu yerler: Namaz içinde sure şelinde okunduğu gibi, namazda tesbihden önce de okunur
Kaynak : Alıntı - Hazılayan : Tahir Eğerci
Allah'ın emirlerine ve rızasına uygun olma koşulu ile ve Allah rızası için yapılan her ibâdetin bir sevabı vardır.
Ancak sevapların başında Yüce Allah'ın kesin emirleri olan farzlar gelir. Farzların başında da beş vakit namaz gelir. Her gün beş defa tekrarlanan ve sürekli bir ibâdet olan namaz, Allah'ı hatırlatır ve kişiyi Allah'ın huzuruna taşır.
Yüce Allah buyuruyor; "Ancak Allah benim. Benden başka ilâh yoktur. Yalnız bana ibâdet et ve beni hatırlaman için namaz kıl!" Tâ hâ-14
Dînin direği olan namaz, insanlara, Allah'ı hatırlatır. Allah'ın emirlerini, yasaklarını hatırlatır ve insanları haramlardan korur. Beş vakit namazı, vaktinde, düzenli bir şekilde, dosdoğru ve güzelce kılanların, günlük yaşamlarının büyük bir çoğunluğu ibâdetle geçer.
Sevgili Peygamberimiz; "Ameller (işler) niyetlere bağlıdır ve her kişi için, niyetinin karşılığı vardır." buyurmuştur. Sabah namazına kalkma niyeti ile yatan ve çalar saati ayarlama gibi gerekli önlemleri alanların, namazla ilgili sevapları başlamıştır.
Tatlı uykularından ve sıcak yataklarından Allah rızası için ve namaz kılma niyeti ile kalkanlar, tuvalet dahil namazın ön hazırlıklarına başlarken attıkları adımlarının ve hareketlerinin ayrı ayrı sevapları yazılır.
Abdest almaya başladıkları an, yıkadıkları organlarından damlayan su damlacıkları ile birlikte, küçük günahları dökülmeye başlar.
Sevgili Peygamberimiz buyuruyor; "Bir müslüman kul (kişi), abdest almaya başlayınca, ağzını yıkarken, ağzındaki günahları, burnunu yıkarken, burnundaki günahları, yüzünü yıkarken, göz kapaklarının altına kadar yüzündeki günahları, kollarını yıkarken, tırnak altlarına kadar kollarındaki günahları, başını mesh ederken, kulak altlarına kadar başındaki günahları ve ayaklarını yıkarken, tırnak altlarına kadar ayaklarındaki günahları dökülür."
Namazın anahtarı olan abdestle ilgili pek çok hadis-i şerifler ve sevindirici müjdeler var. Anahtarı bu derece değerli olan hazineyi düşünelim ve bu düşüncenin ışığı altında namazın sevaplarını düşünelim.
Beş vakit namazı vaktinde ve düzenli bir şekilde kılan, Allah'ın inançlı, bilinçli ve ihlâslı kulları, her gün tam kırk rekât namaz kılmaktadırlar. Bu kırk rekât namazda, Kırk kıyam; Allah huzurunda ayakta dikilme,Kırk rükû; Allah huzurunda ayakta eğilme, Seksen secde; Allah huzurunda yerlere kapanma,Yirmi bir kâ'de; Allah huzurunda oturma. Namazın temel yapısını ve genel anatomisini oluşturan bu bedensel ibâdetler, namazın aslı ve rükûnlarıdır.
Taberânî ve Hâkîm'in rivayet ettikleri hadiste, Peygamberimiz; "Allah, yarattığı varlıklarına tevhidden (îmandan) sonra, namazdan daha sevimli bir şeyi farz kılmamıştır. Eğer Allah katında namazdan daha sevimli bir şey olsa idi, melekleri öyle ibâdet yaparlardı. Meleklerden bazıları (sürekli) rükûda, bazıları (sürekli) secdede, bazıları (sürekli) kıyamda ve bazıları (sürekli) kâ'de (oturma) halindedirler."
Namaz, îmandan sonra bütün ibâdetlerin aslı ve kökeni olduğu gibi, kıyam, rükû, secde ve kâ'de de namazın aslı ve kökenidir.
Kur'an, "Allah için kıyam edin, Allah için rükû ve secde edin." emirlerini tekrarlamakta ve özellikle "secde et, yakın ol." emri ile secdenin eşsiz bir ibâdet şekli olduğunu vurgulamaktadır.Eşyalar zıddı ile bilinir. Putlaştırılan taşların önünde saygı amacı ile dikilenler ve amaçları ne olursa olsun, putlaştırılan taşların önünde rükû ve secde edercesine eğilenler, en büyük günaha girmiş ve Allah'a şirk koşmuş oldukları gibi..
Allah huzurunda olduğu inancı ve bilinci ile kıyam, rükû, secde ve kuûd yapanlar da en büyük sevabı kazanmış ve îmanın zirvesine ulaşmış olurlar.
Tirmîzî'nin rivâyet ettiği hadiste, Peygamberimiz; "Kim ki, Allah'ın kitabından bir harf okursa, O'nun için bir hasene vardır. Bir haseneye on katı (sevap) verilir."
Âdet, nifas ve cünüp halinde olmama koşulu ile namazın dışında Kur'an'dan bir harf okuyana on sevap verilir.
Namazda kıraât (Kur'an okuma) farzdır ve namazın bir rüknüdür. Bu nedenle namazda okunan Kur'an'ın sevabı kat kat arttırılır.
İmam Beyhâkî'nin rivâyet ettiği hadiste, Peygamberimiz; "Kim ki (Âdet, nifas ve cünüplükten) temiz olduğu halde, Allah'ın kitabından bir harf dinlerse, on sevap yazılır, on günahı silinir ve derecesi on katı arttırılır
Kim ki Allah'ın kitabından (Kur'an'dan) bir harfi, namazı oturarak kılarken okursa, elli sevap yazılır, elli günahı silinir ve derecesi 50 kat arttırılır.
Kim ki Allah'ın kitabından bir harfi ayakta namaz kılarken okursa, 100 sevap yazılır, 100 günahı silinir ve derecesi 100 kat arttırılır."Bir günlük beş vakit (40 rekat) namazda, 40 Fatiha ile 33 zamm-ı sûre okunur.Hâzin Tefsirin'e göre bir Fatiha'da (Besmele dahil) 140 harf vardır. 40 Fatiha'nın toplam harf sayısı 5.600 eder.33 zamm-ı sûredeki toplam harf sayısı ise, kısa sûrelerin okunduğunu kabul edersek, 3.800 eder.Bir günlük beş vakit namazda, Fatiha ve zamm-ı sûre olarak okunan toplam harf sayısı 9.400 ve bir aylık beş vakit namazda okunan toplam harf sayısı tam 282.000 eder.Namazda okunan Kur'anın her harfine 100 sevap yazıldığına göre, bir aylık namazdaki yalnız Fatiha ve zamm-i sûrelerin toplam sevabı 28.200.000 eder.Allah'ın vereceği sevap bununla sınırlı değildir. Yüce Allah, dilediğine kat kat fazlasını da verir.Ayrıca her namazın sonunda tesbihata başlamadan önce bir Âyet-el Kürsî okunur.Bir Âyet-el Kürsî'de 170 harf ve 5 Âyet-el Kürsî'de 850 harf vardır.
Bir ayda okunan Âyet-el Kürsî'nin toplam sayısı tam 25.500 eder.
Her gün beş vakit namazda duâlardan sonra da birer Fatiha okunur. Beş Fatiha'nın toplam sayısı 700 ve bir ayda okunan Fatiha'nın toplam harf sayısı 21.000 eder.
Bir aylık namazda Fatiha ve zamm-i sûre olarak okunan 282.000 harfe, bir aylık Âyet-el Kürsînin 25.500 ve bir aylık Fatiha'nın 21.000 harfini de ilave edersek tam 328.000 harf eder.Müfessirlerin sultanı Abdullah İbni Abbas'a göre, Kur'an'ın toplam harf sayısı 323.671'dir.Düzenli bir şekilde beş vakit namazı kılan gerçek müslümanlar, her ay Kur'an-ı Kerimi bir defa hatim etmekle birlikte, geriye fazla olarak 4.829 harfleri de kalmaktadır.
Peygamberimize gelen ilk ilâhi emirlerden biri, "Ve rabbeke fe kebbir..". Müddessir-4
Rabbini büyüklükle, Rabbini tekbirle an, anlamındaki bu ilâhi emri uygulamak için namaza tekbirle girilir. 13'ü farz olan "İftitah Tekbirleri" ve 201'i sünnet olan "İntikal Tekbirleri" olmak üzere bir günlük beş vakit namazda 214 de fa "Allahü Ekber" diye tekbir alınır.
Tirmîzi'deki bir hadiste, Peygamberimiz; "Tesbih (Süphânallah) mîzânın yarısını ve "Elhamdülillâh" mîzânın diğer yarısını doldurur. Tekbir ise yerle gök arasını doldurur."buyuruyor.
Namazın dışında inanarak ve Allah'ı büyükleme amacı ile alınan bir tekbir (Allahü Ekber)'in sevabı yerle gök arasını doldurduğuna göre, bir günlük namazda alınan 214 tekbirin sevabını düşünelim.
Diğer yandan, farz olan 13 iftitah tekbirinin ayrı bir özelliği vardır.
Râmuz'daki bir hadiste peygamberimiz; "İmamla birlikte alınan iftitah tekbiri, bin deveden hayırlıdır." buyurmuştur.
Mâdenler, ağırlıkları açısından, parasal değerleri açısından, kullanıldığı yerler açısından ve insanlara sevimlilikleri açısından farklı değerler taşıdıkları gibi..
Mâneviyat da aynen böyledir. Bazı kelimeler, (zikirler) sevap açısından, ağırlıkları açısından, ibâdetlerdeki yerleri açısından ve Allah'a sevimlilikleri açısından farklı değerlere ve özelliklere sahiptirler.
Buhârî ve Müslim'deki bir hadiste, Peygamberimiz; "İki kelime vardır ki, dilde hafif, mîzânda ağır ve Rahman (olan Allah'a) çok sevimlidirler. (Bunlar) "Sübhânallâhi ve bihamdihî ve Sübhânallâhil azîm" dir.Müslim'deki bir hadiste, Peygamberimiz; "Allah'a en sevimli kelâm dörttür. Sübhânallâhi velhamdü lillâhi velâ ilâhe illallâhü vallâhüekber'dir."
Bir günlük beş vakit namazda, 15 defa Sübhâneke'nin başında, 120 defa, "Sübhâne Rabbiyel Azîm" diye rükû'da ve 240 defa "Sübhâne Rabbiyel Alâ" diye secdede olmak üzere, 375 defa Azîm ve Alâ isimleri ile birlikte Yüce Allah tesbih, tenzîh edilir.
Yine bir günlük beş vakit namazda, 15 defa Sübhâneke'de "ve bihamdik" diye, 40 defa Fatiha'nın başında "Elhamdü Lillâhi Rabbil Âlemîn" diye, 40 defa rükû'dan doğrulurken, "Semi'allâhü limen hamideh" diye ve 40 defa rükû'dan doğrulduktan sonra, "Rabbenâ lekel hamd" diye, 135 defa Yüce Allah'a hamdedilir.
Namaz'ın dışında bir defa "Sübhânallah ve Elhamdülillah" demenin sevabını düşünelim ve namazda bu sevabın onlarca, yüzlerce defa katlandığını unutmayalım.
Yüce Allah buyuruyor; "Yedi kat gökler ve arz (dünya) ve bunlarda bulunanlar, Allah'ı tesbih ederler. Allah'ı hamd ile tesbih etmeyen bir şey yoktur. Ama siz, onların tesbihini anlayamazsınız." İsra-44
İşte! Beş vakit namazı kılan ve Yüce Allah'a kul olan gerçek müslümanlar, kâinatı kapsayan bu
zikir halkasına dahil olmakta ve tüm varlıklarla birlikte Allah'ı tesbih, hamd ve tekbir ile zikir etmektedirler.
Allah'a inanan, îman eden ve inancı doğrultusunda yaşayan gerçek müslümanlar, kıldıkları her iki rekâtın sonunda ve günde 21 defa, Yüce Allah'ın lütuf ve rahmet kapısında oturup, "Ettehiyyâtü Lillâhi vessalâvâtü vettayyibât" söz ile beden ile ve mal ile yapılan bütün ibâdetler yalnızca Yüce Allah'adır diye Rabbül âlemin olan Allah'a tehiyyeler sunarlar.
"Esselâmü aleyke eyyühen nebiyyü ve rahmetullâhi ve berakâtühû' diye çok sevgili peygamberimize selam verirler ve yüce Allah'ın selâmını, rahmetini ve bereketlerini dilerler.
"Esselâmu aleynâ ve alâ ibâdillâhis sâlihîn" diye, gelip geçmiş ve halen hayatta olan bütün sâlih (iyi) kullara ve kendilerine, Allah'tan selâmet dilerler.
Ve sonunda Kelime-i şehâdeti getirerek, Allah'tan başka ilâh olmadığını ve Hazreti Muhammed'in, Allah'ın kulu ve peygamberi olduğunu tüm varlıklara ilân ederler.
Ka'de-i âhire denilen son oturuşlarda, Ettehiyyâtü'den sonra Allâhümme salli alâ ve Allâhümme bârik alâ diye başlayan en değerli salâvât-ı şerîfeler okunur.
Yüce Allah buyuruyor; "Kuşkusuz Allah ve melekleri, o nebîye (Hazreti Muhammed'e) salât ederler. Ey îmân edenler, siz de ona salât edin ve tam teslimiyet ile selâm verin." Ahzap-56
Müslim'in rivayet ettiği bir hadiste, Peygamberimiz; "Kim bana bir salât-ı şerîfe getirirse, Allah ona on salât (rahmet) eder."
İmam Beyhakî' nin rivayet ettiği bir hadiste, peygamberimiz;"Kim bana bir salât ederse, Allah ona on salât (rahmet) eder, on günahını siler ve derecesini on kat artırır."
Tirmîzî'nin rivâyet ettiği bir hadiste, Peygamberimiz;"Kıyamet günü bana en yakın olanınız, bana en çok salâvât (-ı şerîfe) getireninizdir."
Ebû Dâvud'un rivayet ettiği bir hadiste, Peygamberimiz; "Kabrimi bayram (piknik, eğlence) yeri yapmayın. Ama bana salât edin. Nerede olursanız olunuz, salâtınız bana ulaşır." buyuruyor.
Namazla bağlantılı her türlü ibâdetlerin sevapları kat kat çoğaltıldığı gibi, namazda okunan salâvat-ı şerîfelerin sevapları da kat kat çoğaltılır.
Beş vakit namazda, 15'i Allâhümme salli alâ ve 15'i Allâhümme bârik alâ olmak üzere her gün tam 30 ve ayda 900 tane en değerli salâvât-ı şerîfeler okunmaktadır.
Son oturuşta salâvat-ı şerîfelerden sonra, namaz kılan kişi kendisi için, ana-babası için ve tüm din kardeşleri için duâ ve istiğfar anlamını taşıyan, Rabbenâ âtina ve Rabbenağfirlî gibi duâları okur.
Aynı inancı paylaşan, aynı yolun yolcusu olan ve sonsuzluk âlemi olan Cennet'te ebediyyen birlik ve beraberlik içerisinde yan yana yaşayacak olan bütün mü'minler (inananlar) kardeştir
Bu nedenle beş vakit namaz kılan yüz milyonlarca müslümandan her biri bütün din kardeşlerine duâ eder ve kendisi de yüz milyonların duâsına ortak olur.
Namazını kılıp uyuyanlar, işleri, güçleri ile uğraşanlar veya kara toprağın altında mezarlarında yatmakta olanlar, namaz kılmakta olan din kardeşlerinin duâlarından yararlanırlar.
Unutmayalım!
Dünyada sürekli ezanlar okunmakta ve 24 saat hiç kesintisiz namaz kılınmaktadır.
İnkârcılıkta inatla direnenlere ve çağdaşlık adı altında taş devri insanı ile aynı inancı paylaşan ve aynı taşlara tapınanlara bir sözümüz yok.
Ama inandığı halde, nefsinden kaynaklanan tenbellik nedeni ile namazı ihmal edenleri Allah rızası için uyarıyorum.
Gelin. Siz de gelin. Allah'a inanan, kıble'ye yönelen ve secdeye kapanan yüz milyonların arasına siz de katılın. Peygamberlerin başını çektiği bu toplumda, nice nice evliyâlar var, kutuplar var, yediler var, kırklar var, üç yüzler var, ricâlullah var ve Allah katında değerli nice sâlih kullar var.
Kıbleye yönelerek ve alnınızı secdeye koyarak bu topluma katılırsanız, hem dünyada yaşadığınız sürece ve hem kabrinizde yaşadığınız sürece, bu kutsal ve seçkin toplumun duâsına ortak olursunuz.
Nesâî, Taberânî ve Dâr-e Kutnî'nin rivâyet ettikleri bir hadiste, Peygamberimiz;"Kim ki farz (vakit)namazlarının sonunda Âyet-el Kürsî' yi okursa, o kişinin (o an)Cennet' e girmesine ölümden başka engel yoktur."
Müslim'in rivayet ettiği bir hadiste, Peygamberimiz;"Kim ki vakit namazlarının sonunda 33 defa Allah'ı tesbih ederse, 33 defa Allah'a hamd ederse ve 33 defa Allah'ı tekbir ederse ve yüzü tamamlamak için, "Lâilâhe illâllahü vahdehû lâ şerîke leh. Lehül mülkü ve lehül hamdü ve hüve alâ külli şey'in kadîr" derse, deniz köpükleri kadar günahlar bağışlanır." Namazın farz ve sünnetlerini kılan kişi, oturduğu yerde önce bir Âyetel Kürsî'yi okur ve sonra 33 defa "Sübhânallah", 33 defa "Elhamdülillah" ve 33 defa "Allahü ekber" der ve yüzü tamamlamak için bir defa, "Lâ ilâhe illâllahü vahdehû lâ şerîke leh, lehül mülkü ve lehül hamdü ve hüve alâ külli şey'in kadîr" (Şerîki, ortağı ve dengi olmayan Yüce Allah, birdir, O'ndan başka ilâh yoktur. Mülk O'nundur. Medih, övgü, yalnız O'nadır ve OYüce Allah, her şeye kâdirdir" derse, yaprak dökümü gibi günahları dökülür ve mîzanda ağır gelen sevaplar kazanır.
Hayırlar, başka hayırları ve şerler, başka şerleri çeker." Dinin direği ve en büyük hayır olan namaz da, bu gibi hayırları çeker.
Bu gibi büyük hayırlar ve büyük sevaplar, beş vakit namazı düzenli bir şekilde kılan gerçek müslümanların namazın dışındaki yan gelirleridir.
Namazın sevapları ile ilgili bir şeyler yazmaya çalıştım. Gerçeği söylemek gerekirse, bu yazdıklarım, Allah katında kabul olunan bir vakit namazın sevabı yanında, denizden bir damla niteliğinde kalır.
Çünkü Rabb'ul Âlemîn olan O Yüce Allah'ın hazinesi o kadar boldur ki, şu kısacık dünya hayatında hikmetinin gereği, en sevmediği kullarına, torunlarının bile asırlarca yiyip tüketemeyeceği malları, mülkleri ve katrilyonlarla ifade edilemeyecek servetleri vermektedir.
İnanan, îmân eden, emrini tutan, el bağlayıp boyun büken ve huzurunda secdeye kapanan sevdiği kullarına, sonsuzluk âlemi olan Cennet'te niye kat, kat fazlasını vermesin?
Yere atılan bir tek buğday, bir tek mısır tanesini yüzlerce katı çoğaltarak, sapı ile, samanı ile ve talaşı ile tekrar insanlara ve hayvanlara rızık olarak veren O Yüce Allah..
Bir tek kiraz çekirdeğinden, bir tek incir çekirdeğinden, önce koskocaman ağaçları yaratan, yemyeşil yapraklarla donatan ve sonra her yıl yüzlerce, binlerce meyveyi kullarına rızık olarak veren O yüceler yücesi Allah (Celle Celâlühû);Namazda okunan Kur'an'ın her bir harfini, Tekbir'in, Tesbih'in, Tevhîd'in, Hamd'ın, Tehıyyat'ın ve Salâvat'ın her bir harfini, yüzlerce, binlerce, onbinlerce katı çoğaltarak, niye mahşer yerindeki mîzânımıza koymasın?
İnancından dolayı, İslâmi yaşantısından dolayı, bu geçici dünyada ezilen, aşağılanan ve zulme uğrayan mazlum kullarını niye cennetinde ebedî mutlu etmesin?
Namazda okunan tesbihler
Sübhanalah : Allah noksanlardan uzaktır, kemal sıfatlarla muttasıf (sıfatlanmış) tır.
Elhamdülillah : Hamd Allahadır
Allahuekber : Allah en büyüktür.
Semi'allahu limen hamideh : Allah kendine hamd edeni işitir
Rabbena lekelhamd : Rabbimiz, hamd sanadır.
Sübhanerabbiyelazim : Büyük olan rabbim her türlü kusurdan uzaktır.
Sübhanerabbbiyel a'la : Yüce olan rabbim her türlü kusurdan uzaktır.
Namazda okunan dualar
Sübhaneke
Sübhanekellahümme Ve bihamdik Ve tebâra kesmük Ve tealâ ceddük (Ve celle senâük * ) Ve lâilahe gayrük)
Allah'ım seni tenzih ve hamdinle tesbihederim. Senin şanın yücedir, ve senden gayri hiç bir ilâh yoktur.
Namazlarda ayakta iken okunur.Okunduğu yerler: Her namazın ilk rek’atınde, iftitâh tekbîrinden sonra. İkindi namazının sünnetinde, üçüncü rek’ate kalkınca Fâtiha'dan önce. Yatsı namazının ilk sünnetinde, üçüncü rek’ate kalkınca, Fâtiha'dan önce.
Terâvih namazı dört rek’atte bir selâm verilerek kılınıyorsa, üçüncü rek’ate kalkıldığı zaman, Fâtiha'dan önce. Cenâze namazında, birinci tekbîrden sonra.
* Ve celle senâaük yalnızca cenaze namazlarında kullanılır.
Ettehiyyatü
Ettehıyyâtü lillahi vessalevâtü vettayibâtü esselâmüaleyke eyyühennebiyyü ve rahmetüllâhi ve berakâtühü esselâmü aleynâ ve alâ ıbâdillâhis salihıyn Eşhedü ellâ ilâhe illallâh ve eşhedü enne Muhammeden abdühü ve rasülüh.
Her türlü kavli, bedeni ve mali ibadetler Allah'a mahsustur. Ey şânı yüce Peygamber, selam ve Allah'ın rahmetiyle bereketleri senin üzerine olsun ve selam bizlere ve Allah'ın sâlih kulları üzerine olsun. Ben şehadet ederim ve yakinen bilirim ki, Allah'tan başka hiçbir ilâh yoktur. Ve şehadet ederim ki Hazret-i Muhammed Allah'ın kulu ve Resûlüdür.
Okunduğu yerler: Namazların her oturuşunda okunur.
Allahumme Salli
Allahümme salli alâ Muhammediv ve alâ âli Muhammedin kemâ salleyte alâ ibrahiyme ve alâ âli ibrahiyme inneke hamiydüm meciyd
Allah'ım Hz.Muhammed ve âline, Hz.İbrahim'e ve âline rahmet ettiğin gibi rahmet eyle
Allahumme Barik
Allahümme barik alâ Muhammedin ve alâ âli Muhammedin kemâ barekte alâ ibrahiyme ve alâ âli ibrahiyme inneke hamiydüm meciyd
Allah'ım Hz.Muhammed ve âline, Hz.İbrahim'e ve âline mübarek kıldığın gibi mübarek kıl.
Okundukları yerler: Bütün namazların son oturuşlarında Ettehıyyâtü'den sonra. İkindi namazının sünneti ile yatsının ilk sünnetinin birinci oturuşunda Ettehıyyâtü'den sonra. Cenâze namazında ikinci tekbîrden sonra.
Rabbenâ Âatina
Rabbenâ âtina fiddünyâ hasenetev ve fil âhirati hasenetev ve kınâ azâbennâr
Ey Rabbimiz, bize dünyada ve ahirette iyi hal ver ve bizi o ateş azabından koru.
Rabbenâğfirlii
Rabbenağfirli ve livâ lideyye ve lil mü'miniyne yevme yekumül hisâbEy Rabbimiz, hesab günü geldiği zaman bizi mağfiret et. Anne ve babamı ve müninleri de mağfiret et.
Okundukları yerler: Namazlardaki oturuşlarda Allahümme salli ve Allahümme Bârik'ten sonra,
Kunut Duaları
Allahümme innâ nesteînüke ve nestagfirüke ve nestehdîke ve nü’minü bike ve netûbü ileyk. Ve netevekkelü aleyke ve nüsnî aleykel-hayra küllehü neşkürukeve lâ nekfüruke ve nahleu ve netrukü men yefcüruk.Allahım! Senden yardım isteriz, günahlarımızı bağışlamanı isteriz, razı olduğun şeylere hidayet etmeni isteriz. Sana inanırız, sana tevbe ederiz. Sana güveniriz. Bize verdiğin bütün nimetleri bilerek seni hayır ile öğeriz. Sana şükrederiz. Hiçbir nimetini inkâr etmez ve onları başkasından bilmeyiz. Nimetlerini inkâr eden ve sana karşı geleni bırakırız.
Allahümme iyyâke na’büdü ve leke nüsallî ve nescüdü ve ileyke nes’â ve nahfidü nercû rahmeteke ve nahşâ azâbeke inne azâbeke bilküffâri mülhık.
Allahım! Biz yalnız sana kulluk ederiz. Namazı yalnız senin için kılarız, ancak sana secde ederiz. Yalnız sana koşar ve sana yaklaştıracak şeyleri kazanmaya çalışırız. İbadetlerini sevinçle yaparız. Rahmetinin devamını ve çoğalmasını dileriz. Azabından korkarız, şüphesiz senin azabın kâfirlere ve inançsızlara ulaşır.Okundukları yerler: Vitir namazının üçüncü rek’atinde Fâtiha ve sûre okunduktan sonra eller yukarı kaldırılıp tekbîr alınır ve eller tekrar bağlanınca Kunut dûaları okunur.Ayetel Kürsi
Allahü lâ ilâhe illâ hüvel hayyül kayyûm. Lâ te’huzühû sinetün ve lâ nevm. Lehû mâ fis-semâvâti vemâ fil erd. Menzellezî yeşfeu indehû illâ biiznihi. ya’lemü mâ beyne eydîhim vemâ halfehüm velâ yühîtûne bişey’in min ilmihî illâ bimâ şâe vesia kürsiyyühüssemâvâti vel erd. Velâ yeûdühü hıfzuhumâ ve hüvel aliyyül azîm.Allah, O'ndan başka tanrı yoktur; O, hayydir, kayyûmdur. Kendisine ne uyku gelirne de uyuklama. Göklerde ve yerdekilerin hepsi O'nundur. İzni olmadan O'nun katında kim şefaat edebilir? O, kullarının yaptıklarını ve yapacaklarını bilir. (O'na hiçbir şey gizlikalmaz.) O'nun bildirdiklerinin dışında insanlar O'nun ilminden hiçbir şeyi tam olarak bilemezler. O'nun kürsüsü gökleri ve yeri içine alır, onları koruyup gözetmek kendisine zor gelmez. O, yücedir, büyüktür.
Okunduğu yerler: Namaz içinde sure şelinde okunduğu gibi, namazda tesbihden önce de okunur
Kaynak : Alıntı - Hazılayan : Tahir Eğerci
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)