Cuma, Mart 11, 2011
İki Fecr Arasında Sayi 50
İki Fecr Arasında Sayı: 50
İmsak ve sabah namazlarının vakitlerini dikkate alan kardeşlerimiz, fecr ve iki fecr ifadelerinin ne anlama geldiğini sanırım bilirler. Meselenin fıkhi yönündeki tanım ihti¬lafına değil, ihtilafsız olan vakıa yönüne değinmek istiyo¬rum.
Fecr, tan yerinin ağarması, güneş doğmazdan evvel doğu¬da hasıl olan ağarma, aydınlanma anlamına geliyor. Tabi ki bu fecr vakıası fecr-i kazib ve fecr-i sadık olmak üzere ikiye ayrılıyor. Yalancı fecr anlamına gelen (ki yalancı yeri¬ne geçici demek daha doğru olur) fecr-i kazib, tan yerinde¬ki ilk aydınlanmaya deniliyor. Kalıcı olmayan bu ilk ağar¬ma ve aydınlanma, kısa bir süre sonra kayboluyor ve tan yeri kararıyor. İşte bu kararmadan sonra tan yerinde tek¬rar başlayan ağarma ve aydınlanmaya fecr-i sadık, yani gerçek ve hakiki fecr deniliyor. Fecr-i sadıkla başlayan ağarma ve aydınlanmanın ise tekrar kaybolması söz konu¬su değil. Nitekim bu kalıcı ve gerçek ağarma, gerçek gü¬neşin doğmasıyla neticeleniyor.
Fecr ve güneşin doğması, fiziki olarak kolaylıkla açık¬lanabilir hadiselerdir. Güneşin doğudan doğması, dünyanın doğu istikametinde dönmesinden kaynaklanır. Dünya batı¬ya doğru dönseydi, güneş hiç şüphesiz ki batıdan doğacak¬tı. Mesele toplumsal düzlemde de aynıdır. Toplumlar da döndükleri istikamette karanlıklarla, döndükleri istikamette aydınlıklarla karşılaşacaklardır. Nitekim son asırlarda ışık ve aydınlanma umuduyla batıya doğru dönen dünya top¬lumları, uzaktan parlak gözüken teknolojik aydınlanmaya yaklaştıkça, bu aydınlanmanın voltajı düşen bir ışık gibi ka¬rardığını görecekler ve aynı istikametteki dönüşleriyle batı¬nın batısındaki doğu ile karşılaşabileceklerdir. Doğuya var¬mak için batı İstikametinde gitmek, cahillere özgü uzun bir yol olmasına rağmen, son asırlardaki cahil yöneticilerin tercihleri ne yazık ki bu yönde olmuştur. Netice olarak uzun bir süredir batıya doğru dönmekte olan dünya top¬lumları, belli bir süre sonra güneşin batıdan, daha açık bir ifadeyle batının batısından doğduğuna şahit olabilecekler¬dir.
Resuluilah (s.a.v.)'in haber verdiği güneşin batıdan doğacağı hadisesini acaba böyle mi anlamak gerekir? Tabi ki değil!.
Çünkü bu belirttiklerim sadece kişisel bir yorumdur ve hiçbir İlahi haber, akli ve mantıklı da olsa bazı kişisel yorumlarla sınırlandırılamaz. Kaldı ki bu kişisel yorumun sahibi dahi, muhkem haberler dururken böylesi kişisel yo¬rumları fazlaca dikkate almaz. Ancak bu söylediklerimde dikkate almamız gereken husus, şanı yüce Rabbimizin gece ve gündüzle ilgili bu sünnetinin, insan ve toplum düz¬leminde de yürürlükte olup-olmadığıdır.
İnsanların ve toplumların hayatında da gece, fecr, şa¬fak gibi hadiseler yok mudur?
Yoktur diyemiyoruz!. Nitekim Yüce Kitab'ımızda ce¬halet ve dalaletin karanlıklarla, İslam ve hidayetin ise nur ve aydınlıklarla örneklendirildigini dikkate alırsak, iki ola¬yın bazı farklılıklarla beraber birbiriyle benzer boyutlarının da olduğunu anlayabiliriz.
Allah'ın emrine isteyerek itaat eden yeryüzünde gerçekleşen gece ve gündüz olayı, sadece ve sadece Allah'ın takdir ve dilemesiyle gerçekleşen olaylardır. Yeryüzünde meydana gelen gece ve gündüzü Allah'tan başka gerçek¬leştirebilecek hiçbir güç, hiçbir merci yoktur.
“De ki: “Gördünüz mü söyleyin; Allah, kıyamet gü¬nüne kadar geceyi sizin üzerinizde kesintisizce sürdü¬recek olsa, Allah'ın dışında size aydınlık verecek ilah kimdir'? Yine de dinlemeyecek misiniz?” “De ki: “Gördünüz mü söyleyin, Allah, kıyamet gü¬nüne kadar gündüzü sizin üzerinizde kesintisizce sür¬dürecek olsa, Allah'ın dışında size içinde dinleneceği¬niz geceyi getirecek ilah kimdir? Yine de görmeyecek misiniz?”,“Kendi rahmetinden olmak üzere O, sizin için içinde dinlenmeniz ve O'nun fazlından (geçiminizi) aramanız için geceyi ve gündüzü var etti. Umulur ki şükredersiniz.”
Ayet-i kerimelerden de anlaşılacağı üzere, yeryüzün¬de Allah'ın takdiriyle gerçekleşen gece ve gündüz olayı, insanlar için başlı başına bir rahmettir. Gündüzünde çalışıp, gecesinde dinlenebilecekleri hikmetli bir İlahi takdirdir.
Toplumsal düzen ve yaşantıdaki cehalet ve dalalet karanlığı ise hiç şüphesiz ki insanlar için başlı başına bir zillettir. Ancak şanı yüce Rabbimiz hiçbir kavmin, hiçbir toplumun sürekli karanlıklarda kalmasına rıza gösterme¬miş, cahili karanlıkların yoğunlaştığı dönemlerde peygam¬berler göndererek, insanlara nura ve aydınlığa giden yolu göstermiştir. Nitekim Hz. Musa (a.s.) ve diğer bütün peygamberlerin gönderiliş gayesi, İnsanların dalalet karanlığın¬dan, hidayet aydınlığına çıkarılması içindir.
“Andolsun Biz Musa'yı: “Kavmini karanlıklardan nura çıkar ve onlara Allah'ın günlerini hatırlat” diye ayetlerimizle göndermiştik. Şüphesiz bunda pek sabre¬den ve pek şükreden herkes için gerçekten ayetler var¬dır.”
“Efendimiz (s.a.v.)'in gönderiliş gayesi de aynıdır, Elif, Lam, Ra. Bu bir Kitab'tır ki, Rabbinin iz¬niyle insanları karanlıklardan nura, O güçlü ve övgü¬ye layık olanın yoluna çıkarman için onu sana indirdik.”
“Sizi karanlıklardan nura çıkarması için kuluna apaçık ayetler indiren O'dur. Şüphesiz Allah, size kar¬şı elbette şefkatli olandır, esirgeyendir.”
Bu ayet-i kerimelerden de anlaşılacağı üzere, insanla¬rın karanlıklardan aydınlığa çıkarılması için indirilen Kur'an-ı Kerim, hidayet ve aydınlığın kaynağı niteliğinde¬dir. Nitekim Efendimiz (s.a.v.)'in irtihalinden sonra bile bu aydınlık, aydınlık kaynağına bağlı müslümanlar tarafından belli bir süre devam ettirilmiştir.
Yeryüzündeki gece ve karanlık, Allah'ın rıza ve dile¬mesiyle gerçekleşmesine rağmen, toplumsal düzlemdeki karanlık. Allah'ın rıza ve dilemesiyle değil, insanların sapık tercihleri ile gerçekleşmektedir. Şanı yüce Rabbimiz insan¬ları aydınlığa davet etmekte ve bu aydınlık üzere müstakim olmalarını tavsiye etmektedir. Ancak bu aydınlığa taham¬mülleri olmayan tüm tağutlar, insanları karanlıklara davet etmekte ve kendilerini dost kabul eden herkesi karanlığın acımasız girdabına çekmektedirler.
“Allah, iman edenlerin velisi (dostu ve destekçi)dir. Onları karanlıklardan nura çıkarır; küfredenlerin velileri ise tağuttur. Onları da nurdan karanlıkla¬ra çıkarırlar, işte onlar, ateşin halkıdırlar, onda sü¬rekli olarak kalacaklardır.”
Evet, yaşadık bütün bunları!. Saadet asrından, aydınlık asır¬dan ve bu aydınlığın kaynağından uzaklaşıldıkçâ, cahili ka¬ranlıklara yaklaşıldığını açıkça müşahade ettik. İçinde bu¬lunduğumuz son asîra “Ben müslümanım!” demelerine rağmen karanlığın destekçiliğini, karanlığın bekçiliğini ya¬pan kitlelerle birlikte geldik!.
Türbelere diktikleri mumları İslam güneşi sanan za¬vallılarla, batıla giden otobanları, hakka giden sırat-ı müstakime tercih eden batıperestlerle, batının gümrüğünden geçebilmek için kızının ve karı¬sının avret yerlerini açan takkeli deyyuslarla... birlikte yaşıyarak bu günlere geldik!.
Ancak, son on yıllarda bir şeyler oldu!.
Özellikle gençler, genç müslümanlar arasında bir ses yükseldi.
“La ilahe illa Allah”
Asırlardır söylenen, asırlardır telaffuz edilen sesten farklı, çok farklı bir sesti bu!. Ellerine tesbih alarak hergün binlerce “La ilahe illa Allah” diyenlerin, “La ilahe İlla Al¬lah” diyerek müzik eşliğinde dönenlerin sesinden Vallahi farklı, Billahi çok farklı bir sesti bu!.
Rabbim şahittir ki,
Efendimiz (s.a.v.)'in nübüvvetiyle başlayan ve Mekke sokaklarında yükselen “La ilahe ilia Allah” sesine benziyen, o sesi andıran kutlu bir sesti bu. Çünkü bu kutlu sözün kutlu manası, Rabbimizin lutfuyla kalplere inen ve kalpler¬den yükselen bir manaydı.
Allah'ın lutfuyla açılmış ve anlaşılmıştı keiime-i tevhi¬din manası, “La ilahe illa Allah” ifadesi, “Allah'tan başka ilah yoktur, ancak ve ancak Allah vardır” kutlu gerçeğinin, kutlu ifadesiydi.
Kalplerimizde makes bulan bu mana ile, kalp gözleri¬miz açılmıştı sanki. Daha önceleri göremediğimiz, görüpte anlayamadığımız dünyayı ve dünyanın içindekileri ayan be¬yan görmeye ve anlamaya başlamıştık!. Karanlık dünya¬mız ağarmaya, karanlık dünyamız aydınlanmaya başlamış¬tı.
Şaşırmıştık!.
Bu bir fecir miydi?
Haktan kaynaklanmayan geçici bütün ağarma ve ay¬dınlanmalar, hiç şüphesiz ki fecr değildi. Rabbimizin;
“Fec¬re andolsun” buyruğu ile üzerine yemin edi¬len fecr, haktan kaynaklanan bir ağarma, haktan kaynaklanan bir aydınlanmaydı. Ve bu ağarma da ve bu aydınlanma da, haktan kaynaklanmıyor muy¬du?
Yeni bir ağarma, yeni bir aydınlanma için, yeni bir peygambere elbetteki gerek yoktu. Çünkü Efendimiz (s.a.v.)'e indirilen Kuram Kerim mucizesi, günümüzde de aynı tazeliği ile yaşayan bir mucizeydi. Efendimiz (s.a.v.) insanları nasıl ki Kur'an-ı Kerim ile karanlıklardan aydınlığa çıkarmaya çalışmışsa, günümüz müslümanlan da, günü¬müz alimleri de aynı aydınlık kaynağına yönelerek bu kut¬lu eylemi gerçekleştirmeye çalışacaklardı. Ve öyle oluyordu işte!.
Asr-ı saadet döneminde Rabbimizin katından indirkleri Kur'an-ı Kerim, şimdi de raflardan indirilmeye başlanmıştı. Asırlardır raflarda duran Kur'an-ı Kerimler indirili¬yor, insanlar ayet ayet Kur'an-i Kerime, Kur'an-ı Kerim'in pak ve aydınlık olan tevhid mesajına davet ediliyorlardı.
Evet, bu bir fecirdi. Şanı yüce Rabbimizin Kur'an-ı Kerim'de kutladığı, mübarek kıldığı bir vakitti.
“Güneşin kaymasından gecenin kararmasına ka¬dar namazı kıl, fecir Kur'an'ını (namazını) da; çünkü fecir Kur'an'ı, işte o, şahidli olunandır.”
Fakat, özellikle seksenli yılların ilk yarısında genel düzlemde başlayan bu ağarma ve aydınlanma, şeytani müdahaleler ve nefsani marazlar nedeniyle pek uzun sürmedi. Yakın zamana kadar insanlar için birer aydınlık davetçisi olan bazı müslümanların, yaşadığımız günlerde aynı insanları cahili gölgenin değişik tonlarına davet ettiklerine şahit olmaya başladık!. Nitekim tartışmasız gerçekler bir kenara bırakılmış, tartışmaya açık davetlerde bulunulmaya başlan¬mıştı!
Ve bu davetler, ne yazık ki yine Allah adına yapılıyordu!.
Artık müslümanların genel gündeminde “La ilahe illa Allah” yoktu. Tevhid konuşulmuyor, insanlar tevhidin aydınlığına davet edilmiyordu. Sayıları az olsa da tevhid ger¬çeğini konuşan, bu gerçeği anlamaya ve yaşamaya çalışan müslümanlar, genel gündemin oldukça dışına itilmişti.
Çünkü genel gündemde büyük meseleler vardı!.
Tağutun İslamizasyon politikasından, kemik kapma yarışı başlamıştı!. İlahi vahyin gündemine sadık kalarak üç-beş insanla tevhidi konuşmaktansa, televizyon patronları¬nın gündemine sadık olup, kitlelere hitap etmek kaçırılma¬yacak bir fırsattı!.
Ve kaçırılmadı ve kaçırılmıyor bu fırsatlar!.
Evet, ne yazık ki yaşadığımız günleri ve yakın geçmişteki bazı muvahhid kardeşlerimizin şu an ki durumlarını anlatı¬yorum!. Netice olarak şu an ki genel gündemde bir ağar¬ma, şu an ki genel durumda bir aydınlanma yoktur.
İşte özellikle seksenli yılların ilk yarısında başlayan ağarmanın, yaşadığımız günlerde tekrar kararmaya yüz tuttuğunu gördüğümüz zaman anlıyor, anlıyoruz ki, sevinç ve umudla karşıladığımız ilk ağarma, İlk aydınlanma bir fe¬cirdi. bir fecirdi ama, fecr-i kazib idi!.
Kalıcı olmayan geçici bîr fecir idi.
Ve bizler, biz müslümanlar, fecr-i kazib ve fecr-i sadık arasında¬ki, bu iki fecr arasındaki karanlığa girer gibiyiz!.
Hazırlayan : Tahir Eĝerci
Kaynak : Mehmet Alaĝaş
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder