Perşembe, Mart 15, 2007

AŞK VE FLÖRT


Sayı 28 AŞK VE FLÖRT

Flört veya aşkın fırtınasıyla mutlu bir evliliği bulacaklarını sananlar aldanma
ihtimalini göz önünde tutmalıdırlar.
"Onlar erdiler mutluluğa, biz çıkalım kerevetine". Sevgiyi işleyen masalların çoğu bu cümle ile biter.
Genç kızla erkek birbirlerine delicesine tutulmuşlardır, araya giren "kötü" kişilere rağmen kavuşurlar ve evlenirler. Artık onlar mutluluğa ermişlerdir, hiç problemleri yoktur ve saadet dolu, cıvıl cıvıl bir evlilik onlarındır.
Prensle prensesi veya Aslı ile Kerem 'i artık sonsuza kadar sürecek mutluluk beklemektedir.
Romantik aşk efsanesi dediğimiz bu şartlanma, bize dünyadaki her genç erkeğe karşılık, "onun için yaratılmış" bir genç kız bulunduğunu anlatır.
Kendisine yazılmış olan insanla karşılaşıldığında kişi onu hemen tanır; çünkü ona aşık olur. Artık kendi seçtiği insanla karşılaştığına ve bu birleşme
haliyle kusursuz olacağına göre, birbirlerinin bütün ihtiyaçlarına ebediyen karşılık verebilir ve dolayısıyla da
sonsuza kadar kusursuz bir uyum ve
beraberlik içinde mutlu yaşayıp
gidebilirler. Ama gerçek böyle olmaz. İhtiyaçlar karşılanmazsa, korkunç bir hata yapılmış olduğu ortaya çıkar.
Demek ki yanlış yorum yapılmıştır; aşk zannedilen gerçek aşk değildir.
Ya boşanma veya geçimsizlik evlileri bekleyen akıbettir. Aşık olma Gerçek anlamda "Aşık olmak", iki kişinin
sadece, birbirlerinin gözlerinin içerisine
sevgiyle bakmaları değil; aynı zamanda, tüm fikirleriyle aynı yöne bakabilmeleridir ve bakışlarla olduğu gibi ruhen de bütünleşebilmeleridir.
Aslında "aşık olma" sevgiye eşdeğer değildir. Birincisi aşık olma tecrübesinin özellikle cinsel arzu ile ilgili yanı vardır. İkincisi de hiçbir aşk, hep devam etmez ve geçicidir. Kime aşık olunursa olunsun, bu ilişki yeterince devam ederse er ya da geç aşk sona erer.
Bu, aşık olunan kişiyi sevmekten mutlaka vazgeçilir anlamında değildir.
Ama aşık olmanın en büyük özelliğini oluşturan ihtiraslı sevgi mutlaka biter.
Balayı muhakkak sona erer.
Romantizmin açan çiçeği katiyetle solar. Meşhur hikâyede Mecnun da Leyla 'ya olan aşkının geçici olduğunu anlar,
sonunda ilahi aşka yönelir. Artık o fani olan Leyla'nın peşinde koşmaz, ebedî aşka kavuşmuştur.
Aşık olmanın temelinde kişinin yalnızlıktan ürkmesi vardır.
Yalnızlık acı vericidir ve ferdî kimliğimizin duvarını aşarak dışımızdaki dünyayla daha fazla özdeşleşebileceği bir duruma ulaşmak isteriz.
İşte aşık olma olayı geçici olarak bu geçişi yapmayı sağlar.
Aşık olmak aslında ferdin benlik sınırlarının bir bölümünün aniden
çökerek, kişinin kendi kimliğini bir başkasının kimliğiyle kaynaştırabilmesine izin vermesidir.
Kişi sevdiğiyle birdir artık,
yalnızlıktan kurtulmuştur.
Bazen de sevgiyle her türlü engelin aşılacağı sanılır. Aşkın gücü önünde
bütün karşı güçlerin teslimiyet içinde boyun eğeceklerine ve karanlıklara karışıp kaybolacaklarına inanılır.
Aşık olunduğunda hissedilen bu duyguların gerçeklere uzaklığı, tıpkı iki yaşındaki bir çocuğun kendisini ailesinin ve dünyanın kralı gibi hissetmesine ve sonsuz bir güce sahip olduğuna inanmasına benzer.
Nasıl iki yaşındaki çocuğun "her şeye gücü yetme" fantezisi gerçeğin darbesine uğruyorsa aşık olan bir çiftin "bir olma" fantezisi de aynı duvara çarpar. Günlük hayatın sorunları karşısında, er ya da geç ferdi irade ve istekler ortaya konulur. Çelişkiler belirir.
Erkek eglence ister. kadın isteksizdir. Kadın gezme ister, erkek kabul etmez. Erkek para biriktirmek arzusundadır, kadın bulaşık makinesi için bastırır. Kadın ev işlerinden söz eder. erkekse kendi meşguliyetlerinden dem vurur. Kadın erkeğin arkadaşlarından hoşlanmaz, erkek de kadınınkilerden. Böylece her ikisi de varlıklarının derinliklerinde, şu üzücü gerçeği idrak
ederler: Sevdikleriyle aslında "bir" değillerdir ve sevdikleri kişinin kendi arzulan, istekleri, zevkleri, önyargıları ve onlardan farklı bir zamanlaması vardır ve olmaya da devam edecektir.
Aniden veya yavaş benlik sınırları eski yerlerine çekilip kapanmaya başlar; aşk biter. Yeniden iki fert haline gelirler.
İşte bu noktada ya bu evliliğin bağlarını çözmeye veya gerçek sevginin temelini atmaya başlarlar.
Aşık Veysel aşkı
"sevdiğine kavuşamamaktır"
diye tarif etmişti.
Gerçekten seven çiftler bir araya gelince her şey sanıldığı gibi toz pembe olmaz ve çoğu zaman da "aşk" biter.

Flörte gelince

Evliliğe flört ederek adım atmayı savunanlar hayli fazladır.
Ancak flört ederken evliliği gözetenler, birbirini gereğinden fazla kandırırlar.
En azından İlk zamanlarda kim olduklarını, ne düşündüklerini, neye inandıklarını birbirinden gizlemeye çalışırlar.
Flört sırasında "Tam istediğim gibi.
Her konuda uyum sağlıyoruz." denir. Fakat sorunlar, genellikle balayının bitip kişilerin gerçek yüzü ile görünmesiyle başlar.
Bu sefer yanlış insanla evlenildiği, daha doğrusu evlendiğini sandığı insanla evlenmediği neticesine varılır.
Çünkü flört öncesinde taraflar birbirlerini sevdirmek için abartıya kaçarlar.
Bu devrede kendi ilgisi değil karşı taraf düşünülür.
Bunu karşı tarafı sevindirmek ve o anı paylaşmak amacıyla yapar.
O zaman ne yapmalıyız? Evlilik öncesi flört veya nişanlılık döneminde,
müstakbel eşin iyi özellikleri aranır ve başkalarına anlatılırsa evlilikteki uyum artar.

Müstakbel eş hakkında söyleyecek güzel şeyler bulmak, sabırlı, anlayışlı. kibar ve anlaşılabilir bir yaklaşım içinde olmak evliliğin geleceği açısından mükemmel bir eğitim işlevi görecektir.
Evlenmeye karar verirken eş adayının anne ve babası göz önüne alınmalıdır. Çünkü onlarla iyi geçinmek evliliğin uyumunu artırır. Karşı taraf olduğu gibi kabul edilmelidir. Aşık olan veya flörtün dalgalarında dolaşan kişiler, sevdiği kişiyi kusursuz yaratılmış olarak algılar. Sevdiğinde hata görürse, bunları
önemsiz, hatta ona renk ve çekicilik
katan küçük tuhaflıklar olarak yorumlar.
İşte burada, duygusallıkla değil,
muhakeme ile karar vererek, ileride ne ölçüde problem olacağı hesaba katılmalıdır.
Davranışlarının değişeceği, kendisine uyum sağlayacağı önyargısından kaçınmak gerekir.
Bilinmelidir ki olgun bir evlilik, kendisinin ve eşinin bağımsız kişilikleri ve
birbirinden ayrı benlikleri olduğunu kabul etmeye dayanır.
Mutlu evlilik yapan çiftler, eşlerini oldukları gibi kabullenmişlerdir ve
onlarda mükemmeli arama ve onları değiştirme çabalarının yararsızlığını anlamış insanlardır.
İnsanın en fazla ihtiyacını tatmin eden, kalbine karşılık bir kalbin bulunmasıdır ki, her iki taraf sevgilerini, aşklarını, şevklerini birbirleriyle paylaşsınlar. Lezzetlerde birbirlerine ortak, gam ve kederli şeylerde de yardımcı olsunlar.

ÇIPLAKLIK

Erkek ve kadınların sağlıklı bir evli hayat yaşamaları için müstehcen giyimden kaçınmak gerekir.
Kadının aşırı takıp takıştırması ve soyunması, kendini karşı cinse cazibe merkezi haline getirmesi ve bundan zevk duyması, toplumda hakim olan zihniyetle de yakın ilgilidir. Bu anlayışta kadın, verdiği zevk oranında değer taşır.
Artık kadın ilahi bir emanet ve insanı oluşturan iki temel parçadan biri olmaktan çıkmış ve yalnızca çekici bir beden haline gelmiştir. Taşıdığı değer,
Bedeninin güzel görüntüsü kadar olacaktır. Böyle bir toplumda kadının bütün varlığı görülmekte ve alıcının
gözü ile değerlendirilmektedir. Kadın sadece görünüşünden ibarettir. Kadın için giyim, vücudu örtmek için değil teşhir için bir araçtır. Yani kadının kişiliği önemli değildir, ancak cinsi bir metadır.
Soyunmak bir ruhi sapma mı?
Psikiyatrik açıklamalarda yer alan cinsi sapıklıklardan biri de teşhirciliktir (ekshibisyonizm). Bu tür rahatsızlığı olanlar aslında cinsel yetersizliği olan ruh sağlığı bozuk kişilerdir. İşte, çıplak gezenlerde de böyle bir sapıklığın
emarelerini bulabiliriz.
Erkek ve kadınların sağlıklı cinsel hayatları içinde müstehcen giyimden kaçınmak gerekir. Sık ve yersiz uyarılan erkekte cinsel soğukluğun gelişme
ihtimali daha büyüktür.
Sevgililer günü(Saint Valentine's Day)Gerçek sevgi sonsuzdur! 14 şubat Sevgililer günü(Saint Valentine's Day) Avrupa toplumunun dinlerinin asıl hükmünü kaybetmesi insanlar arasında meşru olmayan ilişkilerin yaygınlaşmasının normal karşılanması ile ortaya çıkmıştır.

Ne eski dinlerde nede İslam dinin de yeri yoktur. Sevgilileri ikiye ayıralım, yanlış anlamayın iki tür sevgili vardır onu belirtiyorum :O)

1) Özenti yada cinsel dürtülerine uyarak sevgili olanlar:
Bu sınıf hayatın yemek içmek ve eğlenmekten ibaret olduğunu yada arkadaş çevresine özenip sevgili olmayı meziyet sananlar, bu insanlar gerçeğin farkına vardıklarında ömür sermayesini harcayıp bitirdiklerini ancak fark ederler. Oysa Allahu Teala şöyle buyuruyor:

-ÂL-İ İMRAN: 14- İnsanlara kadınlar, oğullar, yüklerle altın ve gümüş yığınları, salma atlar, davarlar, ekinler kabilinden aşırı sevgiyle bağlanılan şeyler çok süslü gösterilmiştir. Halbuki bunlar dünya hayatının geçici faydalarını sağlayan şeylerdir. Oysa varılacak yerin (ebedî hayatın) bütün güzellikleri Allah katındadır.

Asr-ı saadette Peygamberimiz (A.S.) Ashabıyla beraber bulunuyordu.

Bir genç çıkageldi ve çok saygısızca:
— Ya Resulallah! Ben falanca kadın ile arkadaş olmak istiyorum, onunla zina yapmak istiyorum dedi.Ashab-ı Kiram, bu durumdan çok
öfkelendiler. İçlerinden gazaba gelerek genci dövmek ve huzuru Resulullah'dan çıkarmak isteyenler oldu.
Bazıları bağırıştılar.
Çünkü genç çok hayasız konuşmuştu. Sevgili Peygamberimiz (S.A.V.) bırakın o genci buyurdu.
Resulullah, genci yanına çağırdı, dizinin dibine oturttu.
Gencin dizlerini kendi mübarek dizine değdirecek bir şekilde oturttu ve:
— Ey genç, birinin annenle bu kötü işi yapmasını ister misin? Bu çirkin hareket hoşuna gider mi? diye sordu.
Genç hiddetle:
— Hayır Ya Resulallah, diye cevap verdi. Resulallah:
— Öyle ise o çirkin işi yapacağın
kimsenin evlatları da bundan hoşlanmazlar. Sonra:
— Peki, bu çirkin işi senin kız kardeşinle yapmak isteseler, sever misin? diye sorduklarında genç :
— Hayır, asla! diyerek hiddetleniyordu. Şu halde insanlardan hiç kimse bu işi sevmez buyurdu. Sonra Hz.Peygamber (A.S.) mübarek elini bu gencin göğsüne koyarak şöyle dua etti:
— Allah'ım! Sen bu gencin kalbini temiz kıl. Namusu ve şerefini muhafaza eyle ve günahlarını bağışla, buyurdu.
) Hayat arkadaşını yani evlenip
ömrünü geçireceği kişiyi seçmek
için sevgili olanlar:

Sevgili olarak flört edip evlenenlerin propagandası yapıldığı gibi başarılı bir evlilik yaptıkları söylenemez.
İşte bir örnek:
Cinsiyet: Erkek; Yaş: 26 ; İl: İstanbul: 2 yıldır evliyiz. Hergün "Allah belanı versin" demeye başladım. Artık her kavga ettiğimizde, eski sevgilisiyle beni karşılaştırmaya başladı. Kavga bittikten sonra neden bu kadar iğrenç şeyler söylediğini sorduğumda, "Sinir anında söylenmiş gerçek olmayan sözlerdi"
diyerek geçiştiriyor. O kadar da severek evlenmiştik. Onun için yapmadığım ve yapamayacağım şey yokken yine de O nankörlük yapıyor. Aman arkadaşlar evlenmeden önce bin kere düşünün.
Özellikle eşiniz olacak kadının geçmişini mutlaka öğrenin.
Bu ilişkilerin %90’ı evlenmeyle sonuçlanmıyor. En serseri ve asi genç dahi evlenmek istediğinde; hiçbir erkekle konuşmamış, halk tabiriyle “erkek eli değmemiş kızlarla” evlenmeye can atıyor. Flört tuzağının pençesinde kalan kızlar genelde ortada kalıyor, hatta gözünü kadın tüccarlarının adresinde açanlar bile oluyor. Dr. Cemal Zeki Önal, flörtçü kızların ortak akıbetlerini güzel bir şekilde tasvir eder: “Aşkla şakalaşan kızlar, bıçakla oynayan çocuklara benzerler, ekseriye yaralanırlar. Bu yaralar çok defa pek acı kanar.
Kız kızlığını, ulu benliğini kaybeder, türlü felaketlere uğrar". Erkek ise oyuncağından hevesini almış bir çocuk gibi konacağı yeni bir çiçek arayama başlar. Flört döneminden sonra kız ve erkeğin evlendiğini düşünelim.
Birbirlerine kendilerinin hoşa giden
yönlerini gösterirler. Aylarca süren tanışma ve derin dostluğa rağmen kusurlarını, zayıf taraflarını birbirine göstermezler. Bu dönem içinde nefsâni, şehvani istekler, cinsel dürtüler o kadar azmış olur ki, hemen evlenmek isterler ve bu amaca ulaşmak için ikisi de birbirine bağlılık sözü verirler. Öyle sevgi ve sadakat gösterişi içine girerler ki, evlendikten sonra ilişkiler ve münasebetler dünyasında bu devreye hiçbir zaman bir daha tesadüf edilmez.
Tabiki erkek ve kadın bir biri için yaratılmıştır Allah cc buyuruyor ki:
30-RUM: 21- Yine O'nun âyetlerindendir ki, sizin için nefislerinizden kendilerine ısınırsınız diye eşler yaratmış, aranıza bir sevgi ve merhamet koymuştur. Şüphesiz ki bunda düşünecek bir kavim için nice ibretler vardır. Peygamberimiz sallallâhü aleyhi ve sellem de: Ey gençler topluluğu!
Sizden evlenmeye gücü yetenler evlensin.Çünkü evlenmek gözü daha çok muhafaza eder, namusu daha fazla korur. Evlenmeye gücü yetmeyenler ise oruç tutsun. Çünkü oruç kalkandır.
buyuruyor. Ama ne Peygamberimiz
sallallâhü aleyhi ve sellem zamanında ne de sonrasında hiç bir İslam âlimi kadın ve erkeğin evlilik dışı yakınlaşmasına müsaade etmemiştir
Hatta İmamı Rabbani hazretleri kapalı bir odada bir erkek yada kadının mahremi olmayan biri ile bir cinsi münasebet süresi kadar kalmaları nikahlarını bozar, ama örneğin kapı açıksa hüküm bozulur demiştir.
Günümüzde özellikle üniversitelerde resmi nikah ve düğün yapmadan dini nikah yaparak flört eden yada karı koca hayatı yaşayan gençler var, düğün yada resmi nikah olmadan ehli sünnet alimlerinin dini nikaha müsadesi olmadığını böyle bir nikahın Geçersizliĝini
belielim.

Evlilik ‘suç’u engelliyor!

Amerikan Maryland Üniversitesi’nde “aile ve suç” üzerine yapılan araştırma Türkiye’de de geniş yankı uyandırdı. Araştırma, evli erkeklerin bekarlara
oranla daha az suç işlediğini ortaya çıkardı. Araştırma sonuçlarına göre gençliğinde suç işleyen ve daha sonra evlenen erkeklerin yeniden suç işleme oranları, hiç evlenmemiş olanlara göre çok düşük. Yine araştırma sonuçlarına göre bir kadına bağlanmak bir erkeği suç işleme eğiliminden uzaklaştıran en
büyük etken. 70 yıllık suç dosyaları incelenerek, geniş bir uzman kadro tarafından hazırlanan araştırma, tüm
dünyada yankı buldu.
Özellikle aile kurumunda büyük bir yozlaşma yaşayan çağdaş ülkelerin, araştırmayı birçok platformda tartışma konusu yaptığı öğrenildi. Araştırma sonuçları, çağdaş dünya tarafından yıpratılmak istenen aile kavramının, toplum için ne kadar önemli olduğunu da bir kez daha gözler önüne serdi.
Konuyla ilgili konuşan psikologlar da ailenin toplumun temel taşı olduğunu belirterek, sağlıklı bir toplumun oluşturulmasında evlilik kurumunun
önemine dikkatleri çektiler.
SAYGILI: EVLİLİK, GENÇLERİ OLGUNLAŞTIRIYOR
Evliliğin erkeklerde bir sorumluluk
duygusu oluşturduğunu belirten Vakıf Gureba Hastanesi Psikiyatri Klinik Şefi Doç. Dr. Sefa Saygılı, evliliğin erkekleri uyuşturucu ve alkol başta olmak üzere birçok kötü alışkanlıktan uzaklaştırdığını söyledi. Saygılı, “Evlilik gençlerdeki çalışma isteğini artırıyor. Bu erkeklerde israf, savurganlık gibi toplumu bozacak eğilimler azalıyor. Evlenen erkeklerin maneviyatı güçleniyor. Babalık duygusu ve eşe bağlılık erkekleri örnek olmaya sevkediyor. Evlenen gençler artık
gençlik dönemlerindeki alışkanlıklarını birbir terk ediyor” dedi.
Ailenin toplumdaki önemine de işaret eden Saygılı, “Aile, bireylerin topluma uyum sağlamalarını sağlıyor. Onları toplumu bozacak her türlü eğilimden uzaklaştırıyor. Yani bireylerde bir
sorumluluk duygusu oluşturuyor.
Bu da toplumun daha sağlıklı ve daha huzurlu olmasını sağlıyor” dedi.


Hazırlayan Zafer Berber

Pazartesi, Mart 12, 2007

Rahmet Gençliĝi sunar:

Rahmet Gençliĝi´nin ( 8-12-16 sayfalık ) kitapcıklarını rahmet-bergkamen@web.de
E-Mail adresine haber göndererek
temin edebilirsiniz!
Adresinize ücretsiz gönderilecektir.


Esma-ül Hüsna


Sayi 34 ESMÂÜ'L-HÜSNÂ

Yasadığımız dünya, felekler, yıldızlar, ay ve güneş birer âlemdir.
Bütün bu âlemler bir ahenk içindedirler. Bu, Allah'ın Rab sıfatının bir tecellisidir.
Dünyadaki düzenin kaidelerini koyup, varlıkları bir ahenk içinde yaşatma da Rab sıfatının gereğidir.Doğmamız, büyümemiz, ölmemiz, insanlardâki yücelik, ahlâk, terbiye, kemal hep Rubûbiyet sıfatının yansımasındandır.
Gözün görmesi, aklın ermesi, bütün iş ve hareketler, olma ve oluşma Rab sıfatının bir tecellisidir. Onsuz bir hareket ve düşünce yoktur.Gerek Kur'ân-ı Kerîm'de gerek hâdis-i şeriflerde gecen birçok güzel ismi vardır. Aslında bu isimleri iki grupta ele almak mümkündür:a) Hak Teâlâ'nın zatına mahsus bir özel isim olan "Allah" lâfz-ı şerifi Ondan başka bir varlık hakkında kullanılmamıştır. Kullanılması caiz değildir. Bu ismin tesniyesi (ikil siğası) ve çoğulu da yoktur. Bir başka dile tercüme edilemez, hiçbir kelime onun yerini tutamaz.b) Allahu Teâlâ'nın ikinci gruba giren isimleri, sıfatlarından alınan isimlerdir.
Ayet ve hadislerde Cenâb-ı Hakk'ın pekçok güzel isminden bahsedilir. Bunlardan her biri O'nun sıfatları ile ilgili ve onlardan alınan isimlerdir. Rahman, Rahîm, Âlîm, Hâlik vs. gibi. Bu isimler bir başka dile tercüme edilebilir. Meselâ, Hâlik ismi, yaratan veya yaratıcı olarak söylenebilir. Müminin Allah hakkındaki inancı, O'nun zâtının mukâddes olduğu, diğer zat ve eşyâyâ benzemediği, yüce sıfatlarla sıfatlandığıdır. Allah kendisini Esmâü'l-Hüsnâ en güzel isimler ile isimlendirmiştir (el-A 'râf, 7/180; el-İsrâ, 17/1 10; Tâhâ, 20/7; el-Haşr, 59/24). Doksan dokuz adet olan bu isimlerin basında "Allah gelir. Diğer isimlerin hiçbiri anlam ve içerik itibarıyla "Allah" isminin yerini alamaz. Bu nedenle, İslâm'a girecek kişi, "Lâ ilâhe İllâllah" der; "Lâ ilâhe illarahman" demez. Namaza başlarken, "Allahü Ekber"der; "Rahman Ekber" diyemez. Allahu Teâlâ'nın bütün isimleri güzeldir.
Kur'an-ı Kerîm'de, "Allah'ın güzel isimleri vardır. O halde Allah'a o güzel isimlerle dua edin" (el-A'râf, 7/180);De ki: "İster Allah deyip dua edin, ister Rahman deyip dua edin; hangisi ile dua ederseniz edin, onun güzel isimleri vardır ''
(el-İsrâ, 1 7/110) buyurulmuştur
Peygamber efendimiz de bir hadislerinde şöyle buyurmuştur: "Allahu Teâlâ'nın doksan dokuz ismi vardır. O isimleri kim ezberlerse (sayar, manasını anlar ve şuûruna ererse) cennete gider. şüphesiz, Allah tektir ve tek olmayı sever" (Buhârî, Daavât, 68). Allahu Teâlâ'nın isimleri doksandokuz isimden ibaret değildir. O'nun ayet ve hadislerde gecen başka isimleri de vardır. Yalnız Tirmizî ve İbn Mâce'de geçen bir hadiste bu doksandokuz isim teker teker sayılmıştır. Bu isimler şunlardır
1)ALLAH:-Tüm isim ve sıfatlan kendinde toplayan yüce Allah'ın zatının, başka hiçbir varlığa verilemeyen ismidir.
2) RABB: Terbiye eden, yaratan, besleyen, mâlik, en mükemmel, sahip tutan ve idare eden anlamlarına gelir. Rabb ismi, yüce Allah'ın umûmî isimlerindendir. Âlemlerin devamını sağlayan yüce Allah, onların Rabbi'dir. Allah'ın her türlü eksiklikten münezzeh olan Rubûbiyeti ve O'nun
neticesi olan terbiyesi, besleyip büyütmesi olmasaydı, kainatta ne varlıktan, ne de tekâmül'den hiçbir eser bulunmazdı. Eğer bir kemâlimiz, bir terbiyemiz, ölçülü bir şekilde doğmamız, büyümemiz, yaşamamız ve ölmemiz varsa bunlarda yüce Allah'ın Rab sıfatının yansımasını görmemek mümkün değildir. Bu âlemde görülen ve bilinen her şeyde yüce Allah'ın sıfatlarının belirtisi vardır.
3) RAHMAN: Allah'ın pek merhametli, çok rahmet sahibi olması anlamlarına gelen bir sıfat ismidir. Sıfat ismi olmakla beraber, bu ismin Allah'tan başkasına verilmesi uygun görülmez. "Çok rahmet sahibi, gayet merhametli ve sonsuz rahmeti bulunan" diye tefsir edilip açıklanabilirse de, yalnız yüce Allah'ın özel bir ismi olduğundan dolayı tam anlamıyla tercüme edilemez. Dilimizde onun tam karşılığı olan bir kelime yoktur. "Esirgeyici" olarak tercüme edilmesi de doğru değildir. Dolayısıyla bu anlam Rahman isminin tercümesi olamaz. "Acıyan" diye tercüme edilmesi de onun tam anlamını vermekten uzaktır. Çünkü kuru bir acıma merhamet değildir. Bilindiği gibi, merhamet acıyı giderip yerine sevinç ve iyiliği getirmektir. Bu itibarla merhametli sözcüğünden anladığımız anlamı, diğerlerinden anlayamayız. Rahman, "pek merhametli" şeklinde eksik olarak tefsir edilebilirse de tercüme edilemez. Yüce Allah'ın rahmeti, sadece bir iyilik duygusundan ibâret değildir.
O'nun rahmeti, insanlara iyilik dilemesi ve sayılamayacak kadar nimetler vermesidir. O halde "Rahman" ismini böylece bilmek ve anlamak gerekir. Her gün karşılaştığımız ve içinde bulunduğumuz nimetler, aslında bize Rahman'ın en güzel açıklamasıdır.
4) RAHÎM: "Çok merhamet edici' anlamında bir isimdir. Allah'ın sıfat ismi olmayıp,
Allah'tan başka varlıklara da verilebilen bir isimdir. Bu iki sıfat "Rahmet" mastarından türemiş olmakla beraber, aralarında ifade ettikleri anlam bakımından farklar vardır.
Rahman ve Rahîm arasındaki bu farklar şöylece belirtmek mümkündür:a) Rahman sıfatı; daha ziyâde ezelle; Rahîm sıfatı ise daha çok ebedle ilgilidir. Bu nedenle hadislerde yüce Allah'ın hakkında "Dünyanın Rahman'ı ahiretin Rahîm'i" ifadelerinin kullanıldığını görüyoruz. Rahman sıfatı bütün insanları; Rahîm sıfatı ise yalnız müminleri kapsar.b) Rahman sıfatı; hiçbir kayıt ve şarta bağlı olmaksızın varlıkları yaratmak, meydana getirmek, onların çalışıp çalışmadıklarına bakmadan sayısız nimetlerle nimetlendirmek anlamına gelirken; Rahîm sıfatı Allah'ın emirleri doğrultusunda çalışanlara, çalıştıklarının karşılığını vermek anlamına gelmektedir.c) Rahman sıfatı; ümitsizliğe, karamsarlığa imkan bırakmayan kesin bir ümit ve ezelî bir yardım ifade eder. Rahîm sıfatı ise, yaptığımız işlerimizin Allah tarafından mükâfatlandırılacağını ifade etmektedir. Bu nedenle Rahman sıfatının ifade ettiği mânâda mü'min ve kâfir eşit tutulup ayırım yapılmamış; Rahîm sıfatının belirttiği manada ise, mü'min ve kâfir açık bir farkla ayrılmışlardır.
5) el-MELİK: Yüce Allah Melik'tir. Yani mülk sahibi, bütün eşyanın ve yaratılanların tek mâlikidir. Bütün varlıklar üzerinde emretme, istediği gibi tasarruf etme, hiçbir şarta bağlı olmaksızın sahip olma O'na mahsustur. Yarattıklarına emretme, sakındırma, cezalandırma, istediğini zelil, dilediğini de aziz etme kudretine sahip olan yalnız yüce Allah'tır. O yarattığı mülkünde ve orada olanların hepsinde yegane hükümdardır. Sonsuz kudretiyle onları idaresi altında tutan tek yaratık Allah'tır..
6) el-KUDDÛS: Her türlü hata, gaflet ve acizlikten uzak, eksiklikten beri, mutlak kemâl sahibi anlamında. Allah, sonradan olma ve hiçbir tasvir kayıtlarına sığmayan, hakkında hiçbir eksiklik düşünülemeyen en mukaddes olan en yüce varlıktır (el-Haşr, 59/23; el-Cum'a, 62/1).
7) es-SELÂM: Allah, her türlü eminliğin, salimliğin aslı olup, ayıptan kusurdan ve her çeşit eksikliklerden uzak olan yüce yaratıcı anlamındadır. Allah, yok olmaktan ve hatıra gelen her türlü eksikliklerden uzaktır. Buna göre dünyadan ve ahiretten emin olmak
isteyenleri ve kurtuluşa ermek dileğinde bulunanları, kurtuluşa erdirecek olan da yalnız Allah'tır (el-Haşr, 59/23).
8) el-MÜMİN: Allah'ın iman ve güven veren her türlü şüphe ve tereddütleri kaldıran anlamında bir ismidir. Allah, korku içinde olanlara emniyet ve güven verendir. Bu bakımdan her türlü korkudan emin olmak için Allah'a iltica edilmeli, O'na sığınılmalıdır.
9) el-MÜHEYMİN: Allah'ın görüp gözeten, her şeye şahit olan, her şeyi koruması altına alan, onları muhâfaza edip saklayan olduğu anlamına gelir.
10) el-AZİZ: Allah'ın, hiçbir yönden mağlup edilemeyen, her işinde mutlak gâlip gelen, son derece izzetli ve yüce olduğu manasına gelir. Hiçbir yönden benzeri olmayan dilediğini yapan ve buna güç yetiren, yüce varlığını ve kudretini hiçbir gücün mağlup edemediği tek yaratıcı Allah'tır.
11) el-CEBBAR: Allah'ın, yarattığı tüm varlıklarının ihtiyaçlarını karşılayan, her konuda çok güçlü ve kudretli olduğu anlamındadır. Ayrıca Allah'ın yarattıklarının
tümünü kendi iradesine mecbur eden, dilediğini de zorla yaptırmaya gücü yeten, kesin
hükmüne karşı gelinemeyen yaratıcı olduğu anlamına da gelir. Yüce Allah'ın "Cebbâr" sıfatı sebebiyle insanların, işlerine kendi iradeleri ve serbestlikleri olmadığı sanılmamalıdır.
Çünkü Allah, bildirdiği emir ve yasaklarına uyup uymama konusunda insanları kendi
iradelerinde serbest bırakmıştır. Şüphesiz insanların, Allah tarafından akıllı ve iradeli yaratılmalarının bir anlamı vardır. Allah, insanı O'nun hükümlerini tanıyıp bilmesi için akıllı, kendi irade ve istekleri ile O'nun emrine uymaları ve gösterdiği bu yolda yürümeleri için de serbest iradeli yaratmıştır
Ancak Allah'ın, insanlara işlerinde serbestlik tanımış olması, onların bütün isteklerini
yerine getirmeye mecbur olduğu anlamına gelmez. Örneğin Allah'ın emirlerini dinlemeyip O'na karşı gelen asiler, günahkârlar cezaya yanaşmak istemeseler de vakti gelince cezalarını
çekmeye mecbur olacaklardır. Allah'ın mutlak iradesi ve kudreti altına girmeyen hiçbir varlık düşünülemez. "Allah'ın dininden başkasını mı arıyorlar? Oysa göklerde ve yerde olanların hepsi, ister istemez O'na teslim olmuştur ve O'na döndürülüp götürüleceklerdir (Âlu İmrân, 3/83).
12) el-MÜTEKEBBİR: Allah'ın her hususta çok büyük ve azamet sahibi ulu bir yaratıcı olduğu anlamındadır. Büyüklük O'nun hakkıdır. Yaratılmışların hiçbirinin böyle bir hakkı yoktur. Allah, zatında sıfatlarında ve işlerinde, mutlak manada büyüklüğün tek sahibidir. Hiçbir insan için bu mânâda bir büyüklükten söz edilemez. Kendilerini büyük sanan nicelerinin, Allah'ın sonsuz kudreti ve büyüklüğü karşısında ne kadar küçüldükleri imkân imkânsız olan bir gerçektir. Büyüklük sevdasına kapılanların yok olmalarına, bazen küçücük bir olay hattâ çok küçük bir yaratık, bir mikrop bile yetmiştir. Bu gerçek karşısında insanlar hangi büyüklükten söz edebilirler?..
13) el-HÂLİK: Allah'ın yaratıcı olduğunu belirten bir sıfattır. Yaratmak ise bir şeyi var etmek, hiç benzeri olmayan bir şeyi meydana getirmek demektir. Bu manada Allah'tan başka hiçbir yaratıcı yoktur. Herşeyi yaratan O'dur. İnsanların ortaya koydukları şeyler
yaratma değildir; var olanlardan yeni bir şey elde etmektir. Allah, yaratandır; O'nun dışındaki tüm varlıklar ise yaratılmıştır.
14) el-BÂRÎ: Allah'ın, yarattıklarını temiz ve sağlam bir nizâm üzere yaratması, olgunlaştırarak birbirinden farklı niteliklerde meydana getirmesi mânâsındadır. Şüphesiz varlıkları seçip, düzenleyip olgunlaştırarak her birini ayrı bir özellikte yaratan Allah'tır.
15) el-MUSAVVİR: Allah'ın yaratmış olduğu varlıkların şekil ve durumlarını takdir edip, dilediği şekilde meydana getirmesi, şekillendirmesi anlamına gelir.
16) el-GAFFÂR: Kullarının günâhlarını affeden ve çok bağışlayan yüce varlık anlamına gelir. Günâh işlemek insanların özelliği olduğu gibi, onların günâhlarını örtmek ve bağışlamak da yüce Allah'ın ayrılmaz sıfatlarındandır.
17) el-KAHHÂR: Allah'ın ziyadesi ile kahredici, yok edici yüce bir varlık olduğu manasına gelir. Sonsuz kudretinin karşısında hiçbir kimsenin gücü ve kudreti olamaz.
Ama serbest iradeleriyle O'nun karşısına çıkma cüretini gösterenlere de lâyık oldukları cezaları tam olarak verecektir. Allah'ın kayıtsız üstünlüğüne sınır koyacak hiçbir varlık yoktur.
18) el-VEHHÂB: Allah'ın çok hibe eden, çok fazla bağışlayan olduğu anlamına gelir. Hak sahibi olmadıkları halde yarattıklarına çok çok verendir.
19) er-REZZÂK: Allah'ın bütün yaratıkların rızıklarını veren olduğunu ifade eder. Her canlı için gerekli gıdayı bahşedip yaratan ve bol bol veren Allah'tır.
20) el-FETTAH: Kulların, her türlü güçlük ve sıkıntılarını açan ve kolaylaştıran manasına gelir. Faydalı ilimlere karşı insanların kalbini açarak, onların islerini kolaylaştıran, bütün zorluklarını ortadan kaldıran yüce Allah'tır.
Her işinde üstün gelen O'dur.
21) el-ÂLİM: Allah'ın, çok bilen, bilgisi ezelî ve ebedî olan, her şeyi her yönüyle bilen tek yaratıcı olduğu manasını ifade eder.
22) el-KÂBIZ: Allah'ın, her şeyi sonsuz kudreti altına alan, bu kudretiyle kuşatıp kavrayan, her şeyi emri altına alıp tutan en yüce varlık oldur anlamına gelir.
23) el-BÂSIT: Allah'ın, her hayrı veren, lütuf ve rahmetini kullarına yayan yüce yaratıcı olduğunu ifade eder. Allah, insanlara rızık, neşe, rahatlık ve bolluk vererek onlara lütuf ve rahmetiyle muâmele etmektedir.
24) el-HÂFID: Allah'ın, emirlerini dinlemeyen, başkalarını beğenmeyen, büyüklenip hak ve hukuk tanımaz zorbaları rezil, perişan eden anlamına gelen bir ismidir.
25) er-RÂFİ: Kaldıran, yükselten ve yüksek olan anlamlarına gelir.
Gönülleri iman ve irfan ışığıyla parlatan, yüksek gerçeklerden haberdar eden yüce Allah'tır. Her yönüyle yüce ve yüksek olan O'dur.
26) el-MU'İZZ: İzzet ve ikrâm edici, şeref sahibi anlamına gelir.
Yalancılığa, samimiyetsizliğe itibar etmez.
27) el-MÜZİLL: Yüce Allah'ın, lâyık olanları zillete düşüren, zelil kılan, onları hor ve hakir eden anlamına gelen bir sıfat isimdir.
28) es-SEMI': İşiten, işitme kuvve tine sahip olan ve işitme gücünü verendir. O, hiçbir şartla ve kayda bağlı olmaksızın işitir.
29) el-BASÎR: Herşeyi her yönüyle eksiksiz gören, yaratıklarına da görme duyusunu veren anlamını taşır.
30) el-HAKEM: Hüküm koyan, emir veren, varlıklar hakkında hükmünü tamamen icra eden anlamına gelir.
31) el-ADL: Allah'ın herkese hakkını veren, koyduğu âdil hükümleriyle zulme razı olmayan, zulmü ve zâlimi sevmeyen anlamına gelen sıfatının ismidir.
O, hüküm verenlerin en hayırlısıdır (el-A 'raf, 7/85; Yûnus, 10/109; Yûsuf, 12/80).
32) el-LATÎF: En ince işlerin bile bütün inceliklerini bilen, nasıl yapıldığına nüfuz edilemeyen en ince şeyleri de yapan, seçilmez yollardan da kullarına çeşitli faydalar ulaştırandır (el-En'âm, 6/103).
33) el-HABÎR: Herşeyden haberdar olan, her şeyin iç yüzünden ve gizli tarafından her yönüyle haber sahibi bulunan, onlara yumuşak davranarak cezalarını geriye bırakandır.
34) el-HALİM: Acele etmeyen, günahkârların cezasını vermeye güç yetirdiği halde bunu acele yapmayıp, onlara yumuşak davranarak cezalarını geriye bırakandır.
35) el-AZİM: Çok yüce ve çok büyük olan; sınırsız ve kayıtsız büyüklük, üstünlük de yalnız O'ndadır.
36) el-GAFÛR: Mağfiret eden, yargılayan, suçları bağışlayan, affeden, insanların beğenilmeyen taraflarını gizleyendir.
37) eş-ŞEKÛR: Çok şükre lâyık olan, kendi rızası için şükredilen, şükür olarak yapılan iyi işlerin daha fazlasıyla karşılığını veren, insanlara nimetlerini artırarak şükür muamelesi yapandır.
38) el-ALİYY: Yüksek, büyük ve yüce olan; kudrette, bilgide, hükümde, irâdede ve diğer bütün kemâl sıfatlarında üstün olandır. Herşey O'nun hükmü ve emri altındâdır.
39) el-KEBİR: Büyük, yüce anlamında olup, Allah'ın kâinatı ve ondâkileri hüküm ve kudretiyle idâre eden, her şeyi hükmü altına alan sıfatının ismidir.
40) el-HAFIZ: Muhafaza eden, koruyup saklayan, yapılan işleri bütün ayrıntılarıyla saklayıp, her şeyi belli vaktinde afet ve belâlardan koruyandır.
41) el-MUKÎT: Rızıkları yaratıcıdır.
42) el-HASÎB: Herkesin yaptıklarını takdir eden, yapılanları bütün ayrıntılarıyla bilip her insanı hesaba çekerek yaptığının karşılığını verendir (el-Ahzâb, 33/39).
43) el-CELÎL: Büyüklük ve ululuğu pek yüce olandır. Sıfat ve-isimleriyle her türlü büyüklük kendine ait olandır.
44) el-KERÎM: Cömert, kerem sahibi; muktedir iken affeden, cömertlik duygusunu veren, va'dini yerine getirendir.
45) er-RAKÎB: Görüp gözeten, murâkebe eden, bütün varlıklar üzerine gözcü olup bütün işlerini kontrol altına alandır (en-Nisâ, 4/1).
46) el-MUCÎB: İcâbet eden, isteyene karşılık veren, teklifleri bilen ve O'na yalvaranların isteklerine icâbet eden ve karşılık verendir (el-Bakara, 2/186).
47) el-VASİ': Bağışlaması bol ve rahmeti çok olandır. Yarattıklarına maddi ve manevigenişlik verendir (el-Bakara, 2/247).
48) el-HAKIM: Herşeyi inceliğiyle bilen, bu bilgisine göre emir ve yasakları vâzeden, buyrukları ve bütün işleri yerli yerinde olandır.
49) el-VEDÛD: Çok şefkatli, muhabbetli, salih kullarını çok seven ve onlarca çok
sevilen, onları rahmet ve rızasına erdiren; sevilmeye ve dostluğu kazanılmaya yegane lâyık olandır. Sevgi ve dostluk hissini yaratandır (Hud, 1 1/90).
50) el-MECÎD: Şan, şeref, büyüklük ve kudretinden dolayı yüce olan ve güzel işlerinden dolayı da sevilip övülendir. Şeref, ancak kendi emir ve yasaklarına uymakla elde edilebilir (Hud, 11/73).
51) el-BAİS: Sebepleri yaratan ve ölüleri diriltendir. İhtiyaçlarma göre insanlara peygamberler gönderendir.
52) eş-ŞEHÎD: Herşeye şahit olan, her şeyi hakkıyla gören, bilen ve muamelesini de buna göre yapandır.
53) el-HAKK: Varlığı hiç değişmeyen, hiç yok olmayan ve gerçek olandır (el-Hacc, 22/6).
54) el-VEKİL: Hayatını, O'na tevekkül ederek düzenleyen ve böylece O'na sığınanların işlerinde kendilerine yardım edendir; İdaresinde hiçbir kayda ve şarta bağlı olmayandır.
55) el-KAVÎ: Kudretli, güçlü ve sınırsız kuvvet sahibi olandır. Herşey O'nun kudret ve kuvveti karşısında güçsüzdür; O'na boyun eğmek zorundadır.
56) el-METİN: Metânetli, kuvveti çok şiddetli olup hiçbir iş O'na zor değildir.
57) el-VELÎ: Emir sahibi ve iyi insanların yani müminlerin dostu (velisi) olup onlara yardım ederek işlerini yönetendir.
58) el-HAMÎD: Çok övülen, övgüyle değer sıfatlarıyla hamd edilendir. Bütün varlığın diliyle övülmeye lâyık ve her an hamd edilen tek yüce varlıktır.
59) el-MUHSÎÎ: Allah, çokça veren, sonsuz düşünülse bile her şeyin sayısını her yönüyle bilendir.
60) el-MÜBDÎ: Hiç yoktan ortaya koyan, vareden, yaratandır. O'ndan başka yaratıcı yoktur.
61) el-MU'ÎD: Yaratılmışları yok ettikten sonra tekrar yaratandır. O'ndan başka yaratıcı olamaz.
62) el-MUHYÎ: Dirilten, canlandıran ve hayat verendir. O'nun öldürdüğüne kimse hayat veremez (Fussilet, 41/39)
63) el-MÜMÎT: Öldüren, ölümü her canlıya takdir edip bunu uygulayandır.
64) el-HAYY: Diri, canlı hiç ölmeyen, hayatı ezeli ve ebedi olandır.
65) el-KAYYÛM: Baki ve ebedi olan; her şeyin O'nun kudret ve iradesiyle varlığını sürdürebildiği tek varlıktır (el-Bakara, 2/250; Âlu İmrân, 3/1).
66) el-VÂCİD: Var olan ve her şeyi vareden, icad eyleyen; varlığı kendinden olan; dilediğini istediği anda var edip yaratandır. O'na karşı hiçbir şey kendini gizleyemez.
67) el-VAHİD: Tek, bir olmak, Allah ikincisi olmayan tek birdir. Zatında, sıfatlarında, işlerinde ve hükümlerinde asla ortağı-dengi ve benzeri bulunmayandır.
68) es-SAMED: Hiçbir şeye muhtaç olmayan, tüm yaratıkların ihtiyacını gideren ve her türlü istekte doğrudan kendisine başvurulandır.
69) el-KADÎR: Kudret sahibi, tükenmez kudreti olan, istediğini dilediği gibi yapmaya muktedir olandır. Her türlü güç ve kuvvet de O'ndandır (el-Bakara, 2/20).
70) el-MUKTEDİR: Gücü her şeye yeten, her şeyi dilediği duruma getiren, kuvvet sahipleri üzerinde istediği gibi tasarruf edendir.
71) el-MUKADDİM: Herşeyden önce olan, dilediğini öne alan; dilediğine maddi ve manevi nimetler verip yükselten, öne geçiren, ilerlemelerini sağlayandır.
72) el-MUAHHİR: Herşeyden sonra yine var olan; emir ve yasaklarına uymayanları zelil edip arkaya bırakan, istediğini geri koyandır. Sonunda yine sadece O var (olarak) kalacaktır.
73) el-EVVEL: Herşeyden önce, öncelerin öncesi, başlangıçların yaratıcısı ve varlığının öncesi olmayandır.
74) el-AHİR: Herşey son bulunca O, var olarak kalacaktır. Varlığının sonu yoktur.
75) ez-ZÂHİR: Görünen, varlığında hiç şüphe olmayan, varlığı her şeyden aşikâr olandır. Her yaratık yaratanının görülen bir şâhididir.
76) el-BATIN: Gizli, cisim olarak görülmeyen, varlığı gizli olan, ancak varlığı da kesin olarak bilinendir. (Hayal, duygu, akıl ve düşüncenin de görülmeyip eserle varlıklarının kesin olarak bilinmesi gibi).
77) el-VALÎ: İdare eden bu büyük kâinatı ve onda her an olup bitenleri idare edip yönetendir. İdare etme yeteneği O'nundur.
78- el-MUTE'AL: Yüksek ve yüce varlık... Bilinenlerin en üstün olanı...
Akım yaratılmışlarda mümkün gördüğü her şeyden çok yüce olandır.
79) el-BİRR: İyilik ve güzellik, bağışta bulunma, kullarına yardımcı olma anlamlarında Yüce Allah'ın bir sıfat ismidir. İyiliği ve ihsânı çoktur. İyilik ve ihsan gibi hisler de sadece ondadır (et-Tûr, 52/28).
80) et-TEVVÂB: Tövbeleri çok kabul eden, tövbe kapısını açık tutarak tövbe etme imkânı verendir. Samimi olarak günahlardan dönüp tövbe edenleri bağışlayandır.
81) el-MÜNTEKİM: İntikam alan, günahkârları, adaletiyle yargılayarak lâyık oldukları cezaya çarptıran demektir.
82) el-AFÜV: Merhametli, daima affeden, günâhlardan dilediğini affedip suçları bağışlayandır.
83) er-RAÛF: Çok merhamet eden, insanları yükümlü tutmada pek müsâmahalı ve yumuşak davranandır.
84) MALİKÜ'L-MÜLK: Herşeyin tek sahibi, her ne varsa O'nundur. Herşey üzerinde mutlak tasarruf yetkisi sadece O'na aittir. O h;llde Ondan başkasına kulluk edilmez.
85) ZÜLCELÂL-İ VE'L-İKRÂM: Celâl ve ululuk sahibidir. İkrâm ve ihsân edicidir. Hürmet ve saygıya yegane lâyık ve tüm büyüklüklere sahip olandır.
86) el-MUKSİT: Doğru hareket eden, bütün işlerini birbirine uygun ve yerli yerinde yapandır.
87) el-CÂMİ: Derleyen, toplayan, her şeyi kudreti içinde bulundurup dilediğini istediği anda ve istediği yerde toplayandır.
88) GANÎ: Hiçbir şeye ihtiyacı olmayan, hakkında noksanlık ve ihtiyaçtan
sözedilemeyendir.
89) el-MACİD: Kerem ve müsâmahası sınırsız olandır. İnsanlara iyilikle muamele edip onları himâye etme lütfunda bulunan, her türlü sıkıntılarını giderendir.
90) el-MÂNİ': Herşey O'nun emir ve korumasına bağlıdır. O'nun emri olmadıkça hiçbir şey olamaz. İstemediği şeyin, yani takdir etmediğinin olmasına imkân yoktur.
91) en-NÛR: Alemleri, bütün kâinâtı nurlandıran, aydınlatan; istediği simalara,
zihinlere ve gönüllere nur, aydınlık ihsan edendir.
92) el-HADÎ: Hidâyet eden, doğru yolu gösteren; hidayet yaratan; istediğini iyi işlerde başarıya ulaştıran, kullarına doğru yolu gösterendir.
93) el-BEDÎ: Eşi ve benzeri olmayan, bir şeyi en mükemmel yapan, yaratan, eşsiz ve görülmemiş şeyleri varedendir. Varlıklar âleminde O'nun eşi ve benzeri yoktur.
Hayret verici âlemleri yoktan var eden, icad eden O'dur.
94) el-BÂKÎ: Sürekli var olan ve var olacak olandır. Sonu olmayandır. Allah'ın varlığının sonu yoktur.
95) el-VARİS: Tüm varlıkların gerçek sahibi, varisidir. Servetlerin geçici sahipleri yok olduktan sonra da varlığı devam eden ve o servetlerin sahibi olandır.
96) er-REŞÎD: Doğru yolu gösteren: İnsanları, peygamberlerin getirdiği ve tebliğ ettiği kitaplar vasıtasıyla doğru yola iletendir. Allah, bütün işleri ezeli takdirine göre yönetip, dosdoğru bir düzen içinde sonuca ulaştırandır.
97- es-SABÛR: Çok sabırlı, hiçbir şeyde acele etmeyen; kendine isyan edenleri cezalandırmada acele etmeyip, onlara süre verendir.
98- ed-DAR: Elem ve zarar verici şeyleri hikmetinin gereği olarak yaratandır.
Yüce Allah, zarar veren şeyleri yaratmıştır. Fakat onlardan zarar görmemizi değil, akine maddi-manevi bütün zararlardan sakınarak korunmamızı emretmiştir.
99) en-NAFİ: Hayır ve fayda verici şeyleri yaratandır.
Bütün olaylar sebepleriyle meydana geliyorsa da, sebepler yok'u var edemez. Onlar ancak insanların elinde birer vesîle ve Hakk'tan isteme vâsıtası olmak üzere yaratılmışlardır
Hazırlayan : Tahir Eĝerci

Yapma leydi...


Sayı 33
Yapma Leydi çok ayıp..!

Çoktandır bir fırsatını bulup gidemediğim, ama zaman zaman hayalen içinde gezdiğim mezarlıkta gecelemeye karar verdim.

Mezar bekçisiyle olan tanışıklığımız, bana bu fırsatı veriyordu.
Mezarlık içindeki bekçi kulübesi, ölü kentlerdeki bir mü'min evi gibi garip ve yalnız canlılığını koruyordu.

Bekçi kulübesinden çıkarak mezarlar arasında bir süre dolaştım.
Kabirler arasında bir can, bir canlı yürüyordu.
Kim bilir kaç yüz, kaç bin, kaç milyon, kaç milyar mevta şu an benim yerimde, senin yerinde yani yaşayanların, yaşam fırsatını yitirmemiş olanların yerinde olmak istiyordur!.
Ne gariptir ki onların çoğu yaşayan insanların yerinde olmak isterken, yaşayanların çoğu onların yerinde olmak istemiyor. Oysa yaşam fırsatını yitiren mevtaların istediği değil, şu an yaşayan insanların istemedikleri şey gerçekleşecek!
Kabirlere, bütün bu gerçeklerin durgun berraklığı ile tekrar baktım. Yağmur, günlerdir ölülerin kabirleri üzerindeki kurumuş toprağa yavaş yavaş dökülüyordu. Etraf bir hayli karanlıktı.
Toprağa çarpan yağmurun sesi kulağıma çok hoş geliyordu. Bu mezarlığın
sürekli ziyaretçisi olduğumdan neyin nerede olduğunu biliyordum.
Yağmur hızlandı. Sesler fazlalaştı.
Gök gürlemeye başladı. Şimşeklerin çıkardığı ışık, karanlığı bir anda
aydınlığa çeviriyordu.
Islanmama aldırış etmiyordum.
Yağmuru uzun zamandır özlemiştim.
Kıyameti düşündüm!..
Şimşeğin ışığı, önümdeki bir kabrin mermerlerini beyaz bir balyoz gibi gözüme vurdu.
Ve ben kendi ölümümü düşledim.
Yağmurun altında, kabirin dibinde, yüreğime Rabbimin rızasını yerleştirerek, yaptıklarımı, yapmadıklarımı Kur'an ve Sünnet ölçüsünde değerlendirip kendimi hesaba çekmek üzere oturdum.
Sorumluluklarımın çepeçevre beni sardığı bu düşünce atmosferinde zamanın nasıl geçtiğini bilmiyordum..
Hayal gücümle anlamlı geziler yaptığım geçmişimden, geleceğe
uzanmıştım. Öte dünyada;
"Oku kitabını bugün senin nefsinin hesabı için sana yeter. "
ayetiyle muhatap oldum.
Kitabımı alıp okumaya başladım.
Sıkıntı ve pişmanlıkla okurken, gecenin içine sanki yatın kılıç gibi sokulan
bir horozun sesi beni bu hayallerden kopardı.
Horozlar çeşitli yönlerden çok kısa aralıklarla ötmeye başladılar. Horozların arkasından, sabah ezanları, mezarı müteharrikeye dönüşmüş, her biri birer mezar olmuş apartmanların arasından hedefini bulamayan, boşluğa sıkılmış mavzer kurşunlan gibi dağılıyordu.
Sabah namazını eda edip, güneşin kabirlere doğuşunu seyrettim. Güneşin doğuşu gibi mezardan toplumun arasına doğmalıydım. Yenilenerek, dirilerek ve basamaklar atlayarak katılmalıydım
Aldanmış, aldatılmış ve eksik, yanlış, çarpıtılmış din bilgisiyle avutulmuş, şeytanın ve dostlarının bilerek ya da bilmeyerek izinden giden toplumun fertlerine; Rablerini ve Rablerinin istediklerini, halimle ve sözümle göstermek için toplumun dertlerine uzanmalıydım.
Çünkü Efendimiz (s.a.v.)'in bir köşede oturup, insanları düşünmeyen, onların dertleriyle dertlenmeyen bir kişi olmadığını çok iyi biliyordum, insanlara ulaşmalıydım.
Rabbani gerçekleri yılmadan, usanmadan, beşeri menfaat ve korkuları hesap
dışı yaparak sadece Rabbimin rızası için anlatmalı, insanları Rabbimizin razı
olacağı dine davet etmeliydim.
Bir muvahhid olarak, dimdik ayaklarımın üzerine doğrulup
"La ilahe illa Allah" tevhidini bu insanlara anlayıp, kavrayacakları biçimde
tebliğ etmeliydim.
Ve ben ölümle dirilmeyi arzulayan samimi bir duyguyla, yaşayan ölülerin
arasına katılmaya karar verdim.
Mezarlığın kapısından çıkarken bir cenaze geliyordu.
Şimdiye kadar ahirete giden birini uğurlayanların bu kadar çok olduğu cenazeyle karşılaşmamıştım.
İkiyüzün üzerinde özel arabanın ve sayısını tam kestiremediğim insan selinin önünde tahta bir kutu içinde sonsuzluk denizine çakıl taşt gibi sürüklenen bu cenaze kimdi?
Tabuta bağlanan ince nakışlı tülbentten kadın olduğu anlaşılıyordu.
Onu uğurlayanların arasında ünlü film yıldızlan, ses sanatkarları, tiyatro oyuncuları, film yapımcıları, muhabirler, gazeteciler ve yazarlar vardı
Kimdi bu kadın?
Şöhretli biri olduğu belliydi.
Mezar imamını tanıyordum, beni görünce gülümsedi. "Kimmiş bu" dedim.
İmam : Bu ünlü film yıldızı fa........................şe dedi.
İmam, defhiyle görevli olduğu ölü için burada yazamyacağım kötü bir kelimeyi kullandı.
Peki hocam o kadını böyle biliyorsun da niçin buradasın dediğimde?
Bana imam kızarak, fakat kızarmayarak "Görevimiz" dedi.
Bu görevi ona kimin verdiğini bildiğim için sormak istemedim.
Gazete manşetlerine bakınca cenazenin dünyevi şöhreti belli oluyordu. Estetik ameliyatla cildini gerdirip kendini gençleştirip güzelleştirmeye çalışan bu ölü bayan, keşke ölmeden önce ahlakını güzelleştirseydi, yaşantısını değiştirseydi.
Yemekte, çayda, her şarkısında, her sahneye çıkışında, filmin her sahnesinde, yazda, kışta, baharda, kah şurada, kah burada giydiği, herbirinin maliyeti milyarları aşan elbiselere sahip olan ve bu konuda hastalıktan da öte bir titizlik gösteren bu zavallı, son yolculuğunda dikişsiz bir bez parçasının içinde, milyarlara ulaşan mücevherlerinden bir yüzüğünü bile parmağına takmadan, takamadan öte dünyaya göçüyordu.
Özel terzileri, özel kuaförü, özel arabaları, şoförleri, hizmetçileri, kendisini pazarlayan organizatörleri ve bir hayli çevresi olan cenazenin kabrinden, bütün yakınlarının bir bir ayrıldıklarım seyrediyordum.
Acaba bu ölü hanım biliyor muydu?
Dostlarının, dost bildiklerinin kendisini mezarda yalnız, yapayalnız bırakacaklarını ve kendisini bir çukura gömüp, arkalarına bakmadan gideceklerini biliyor muydu!.
Konan çiçek ve çelenklerden kabrin toprağı görülmüyordu.
Makyaj eşyaları Avrupa'dan geliyormuş. Leydi isimli köpeğinin tıraşı için
bir Fransız kuaför getirtmiş.
Yine Avrupa'dan gelen özel şampuanla bu köpeğe sık sık banyo
aldırırlarmış.
Acıdım şahsında köpeğe köle olanlara!
Yüzündeki, cildindeki küçük bir lekeden rahatsız olan, utanan, sıkılan bu kadın, yanağındaki bir sivilce için ünlü üç cilt doktoruna amaliyat olmuş..
Toprağın soğuk kucağında şimdi bu kadın..!
Yazın tatlı sıcağı karşısında "Ölsem dayanamam" diyerek özel yazlığına giden bu kadın, yaptıklarının karşılığını göreceği bir öte dünyada ateşe, azaba nasıl dayanacak acaba?
Onu Allah'ın azabından, cehennemden, öte dünyadaki hesaptan, özel mama hazırlattığı köpeği Leydi mi kurtaracak?
Yoksa içki masalarında eğlenen sarhoş hayranlarına sahnede vücudunu ve sesini sunarak, bir dua gibi okuduğu müstehcen şarkılar mı onu kurtaracak
Halkının yüzde doksanının müslüman (!) olduğu söylenen bir toplumun arasında şöhretleşen, alkışlanan bu kadın Allah'ın huzuruna nasıl çıkacak?
Allah'ın azabının ve cehennemin korkunç şiddetini Kur'an'dan öğrenen bir insan olarak, bu yolun yolcularına acıdım.
Onu ve onun gibileri kullananlara, onları kendi iğrenç istekleri için böylesi yollara itenlere nefretli bir buğuz duydum.
Bu ölü bayanla, sağ iken bir geceliğine beraber olmak için milyarlar veren bir dostu, Ölünce, ilahı gibi bildiği hayranının başında bir saat beraber Kalmaya dahi tahammül edememişti.
Bilmem ne ölüsünden, bilmem ne leşinden kaçar gibi, tüm dost ve hayranları cenazesinden yarışır gibi uzaklaşmışti
Mezarlıktan ayrılırken gözüm bir köpeğe ilişti. Çelenklerle çevrili yeni mezarın başına getirilmişti. Kıvırcık tüylerine ve ziynetti tasmasına bakılırsa özel değeri olan bir köpekti. Burnuyla mezarı kokladı.
Sıkışmış veya kendisine gösterilen ilgiyle sıkıştırılmış olacak ki mezarın baş kısmını ön ayağıyla hafif eşeledi eşeledi. Yan döndü, sol ayağını kaldırdı ve rahatladı!.
Köpeğin ne yaptığını gören bakıcısı ise şaşkınlıkla seslendi.,
Yapma Leydi, çok ayıp!.. O senin annendi!!!!!

Hazırlayan : Tahir Eğerci
Kaynak Kitap : Mezar Notları
(Muammer Özkan)

Cuma'ya 5 kala


Sayı 32
Cumaya 5 Kala

ilkbahar mevsiminin pırıl pırıl güneşli bir cum'a günüydü.
Devletten resmi müsaadesi olan vaizin, görevli olduğu camide konuşması vardı.
Camiye gitmek üzere yavaş yavaş yola koyuldum.
Diyanet teşkilatından bu haftaki vaaz konusu gönderilmediği için Allah'a şükretti.
Geçen haftaki bir cümlelik resmi tebliğ, kendisini bin dert içine düşürmüştü.
Cum'a vaazıyla ilgili olarak gönderilen bu tebliğe göre
"Laikliğin dinsizlik olmadığı" anlatılacaktı.
Fakat bunun nasıl anlatılacağı, daha açık bir ifadeyle bu işin nasıl becerileceği hiç
belirtilmemişti!. Oysa bu dinin peygamberi, aynı zamanda devlet başkanıydı.
Bu dinin asli kaynağı olan Kur'an-ı Kerim'de, devlet yönetimiyle ilgili birçok hükümler
vardı. Böyle bir durumda peygamberi ve Kur'an-ı Kerim'i devletten nasıl ayıracak,
cemaatin gözüne baka baka "Alemlerin Rabbi olan Allah (c.c.) bir devletin hangi
hükümlerle idare edildiğine hiç karışmaz!. Bu konuda halkın kaderini, politikacılara ve
yöneticilere bırakmıştır!." ifadesini nasıl söyleyecekti?
Hem sormazlar mıydı kendisine "Peki hocaefendi! Allah devlet başkanlarını madem
muhayyer veya başı boş bırakmıştı da. Firavun'u neden helak etti?" diye!.
Ne diyecekti o zaman?
"Allah (c.c.) bir devlet başkanı olan Firavun'u, insanları ezdiği, insanlara zulmettiği için değil, aralarındaki şahsi bir meseleden dolayı helak etti!." mi diyecekti?
Oysa geçmiş peygamberlerin hepsi, zalim devlet yöneticilerini Allah'a kulluğa davet etmişler ve toplumların idaresiyle ilgili hak hükümleri tebliğ etmişlerdi. Zulme rıza göstermeyen Allah (c.c.) bütün insanları adalete davet etmiş ve bu adil hükümlerin ne olduğunu da Kur'an-ı Kerim'de beyan etmişti.
Şimdi bütün bunları göz ve akıl ardı ederek islam'ın laik bir din olduğu nasıl anlatılacaktı Vaazdan önceki iki-üç gün hep bunu düşünmüş, fakat hiçbir çıkar yol bulamamıştı!. Bu konuda Babanın ve bazı politikacıların söylediklerini tekrarlamaktan başka çaresi yoktu Çünkü bu meseleyi en güzel onlar kıvırıyor, en saçma yorumu, en büyük bir ciddiyetle onlar söylüyorlardı. Nitekim geçen haftaki cuma hutbesine bu düşüncelerle çıkmış, laikligin dinsizlik olmadığını adeta bir politikacı gibi anlatmıştı Fakat "Benim işçim, benim köylüm.." diyen Baba'ın üslubundan etkilenerek, vaazında "Benim cemaatim, benim müslümanım, benim kullarım.." demesi cemaatteki birkaç kişinin nedense sinirlenmesine sebeb olmuştu!.
"Herneyse" dedi kendi kendine´. Hutbede bütün anlattıkları için tekrar tekrar Allah'a tevbe etti. Zaten buna benzer bütün vaazlardan sona tevbe etmeyi bir alışkanlık haline getirmişti Bu haftaki vaazla ilgili resmi tebliğin gelmediğini düşününce, içinin yeniden rahatladığını hissetti. Ama ne konuşacaktı? Bu haftaki vaaz konusu ne olmalıydı?
Oraya varınca bir konu bulur konuşurdu "Yük.... Yok.." dedi kendi kendine, konuşacağı konuyu yolda tasarlamalıydı.
Gençlik Kitabevinin önünden geçiyordu., içeride oturan ve birbiriyle konuşan iki genci görünce yüzünü buruşturdu gençler!.
Birşey okumasınlar, birşey öğrenmesinler, hemen ellerine kitabı alıyorlar, kapı kapı
geziyorlardı. Kendisine de gelmişler, "Hocam bak kitapta ne yazıyor" demişlerdi
Feesuphaaanallah.!
Sanki O bilmiyordu, sanki O okumamıştı kitapları!.
Ne olacak, hepsi ukalalık yapıyordu!. Hayatı tanımamışlardı, geçim derdini nereden
bileceklerdi ki!. Onlar kendisine kitabı uzattıkları zaman, o da gençlere cebindeki borç
listesini uzatacak ve onlara "Siz de bunu okuyun" diyecekti,
Ama, çocukla, çocuk olunmazdı ki!.
En iyisi sabretmekti ve kendisi de büyük bir olgunluk göstererek sabretmişti. Zaten kendisi
gibi saygın bir vaize bu yakışırdı. Adımlarını sıklaştırdı. Biran önce oradan uzaklaşmalıydı.
Ne olur ne olmaz, belki kitaplarda yine bir şeyler bulmuşlardır diye düşündü. Geçen hafta
kitabevinin önünden geçerken onaltı, onyedi yaşlarındaki çocuğun sözlerine canı çok
sıkılmıştı. Çocuk kendisine bir tüccarmış gibi bakarak "iyi işler, bol kazançlar"
demişti. Oysa camiye gidiyordu, dükkan açmaya değil!.
Bu sözün o kadar tesirinde kalmıştı ki, cami cemaatıni arkasına alıp, tekbir için ellerini
kaldırırken, sanki dükkanın kepenklerini kaldırıyordu. "Herneyse" dedi.
Bu gençleri görünce aklına hep kelime-i tevhid geliyordu. Bu günkü vaazda kelime-i tevhid
üzerinde durayım, cemaate bu kelimenin önemini anlatayım diye bir düşünce geçdi içinden!
Cami merkezi bir yerde bulunuyordu. Diğer vakitlerde birkaç kişiden fazla cemaat yoktu
ama cum'a namazında tıklım tıklım dolardı. Hatta şimdiden gelip oturanlar bile vardı.
Evet, kelime-i tevhidi anlatmalıydı!.
Zaten gençler de kendisini bu yüzden tenkid ediyorlar, "Allah'a kul olmak için camiye
gelen İnsanlara, kulluğun en önemi iki meselesi olan tevhid ve şirki neden anlatmıyorsun,
bu gerçekleri neden gizliyorsun?" diyorlardı.
Bu ifadedeki "Gizlemek" kelimesi onuruna dokunuyordu. Oysa cemaatten hiçbir şeyi
gizlemiyordu. Tevhid ve şirk meselesini de gizlememişti. Sadece bu gerçekleri
anlatmamıştı, o kadar!. Anlatmamak ayrı şey, gizlemek ayrı şeydi.
Mesela para dolu cüzdanını kaybetse ve bu cüzdanının yerini bilen bir adam. ona cüzdanın
yerini söylemese, cüzdanı gizlemiş mi olacaktı? Durdu!. Hııh, bu örnek hoşuna gitmemişti
Tamam dedi kendi kendine, bugün kelime-i tevhidi anlatmalıydı.
Ama nasıl ve nereden başlayacaktı?
Konuşmak kolaydı fakat konuşmanın sonunda gelebilecek sorumluluk ve yükümlülükleri
de bir gözden geçirmeliydi. Kaç kişinin bu yüzden başı derde girmişti.
Allah'ı razı etmek isterlerken, devlet büyüklerini kızdırmışlardı.
Hiç böyle yapılır mıydı?
Burası başıboş bir ülke değildi kil. Birçok namussuz başa geçmişti, içinden söylediği
"Namussuz" kelimesini acaba duyan oldu mu endişesiyle etrafına bakındı. Yakınında pek
kimse yoktu fakat yine de dikkatli olmalıyım diyerek kendisini
Kelime-i tevhid, "La ilahe illallah", "Allah'tan başka ilah yoktur, ancak Allah vardır."
Neydi bu cümle? Neler anlatıyordu? Neyi tasdik ettiriyor, neleri inkar ettiriyordu?
Bir duygu ve düşünceyi anlatan kelimeler topluluğuna cümle deniyordu.
Peki kelime-i tevhidi ifade eden bu cümle, günümüzde hiçbir şey düşündürmüyor, hiç bir
şey anlatmıyor muydu? Oysa ki bu cümle,
Resulü Ekrem (s.a.v.) döneminde tahtları, sarayları, köşkleri sarsıntıya uğratmış, Şimdi ise
"Elhamdülillah müslümanız" diyen İnsanları bile etkilemiyordu.
Çünkü bu cümleye değişik anlamlar yüklenmiş, cümlenin gerçek anlamı ve etkisi
kaybolmuştu. Kelime-i tevhide yabancı olan bu batıl anlamlar çıkarmak ve kelime-i
tevhidin gerçek anlamını açıklamak ise hiç kolay değildi.
Camideki cemaatin durumunu tekrar gözden geçirdi. Kelime-i tevhidi açıklarsa, cemaatten
itiraz edenler olacaktı. Çünkü kelime-i tevhidin gereği olarak, insanlara ilahlık taslayan
bütün politikacıların, insanlara ilahlık taslayan bütün ideolojilerin, bütün sistemlerin, bütün
devletlerin reddedilmesi gerekecekti..

Tevhid, sadece ve sadece Allah'a kulluk etmekti.

Hakim olarak, hüküm koyucu olarak sadece Allah'ı kabul etmekti. Allah'ın hükmüne rağmen hüküm koyan kişiler, hüküm koyan merciler varsa, Allah'ın hukukuna tecavüz ederek insanlara ilahlık taslayan bu kişilerin, bu mercilerin reddedilmesi gerekirdi. Cemaati düşündü!. Hayli saf olan bu cemaat kendisinden örnek ister "Allah'ın hükmüne rağmen hüküm koyan bu namussuzlar kimdir?" diye soru da sorarlardı. Olsun, sordukları zaman parmağıyla Ankara'yı göstererek "işte oradakiler!." derdi.
Hemen durdu..
"Çüüüüüüüüşşşşş" dedi kendi kendine!. Farkında olmadan neler, ne tehlikeli düşünceler geçiriyordu İçinden! Tıpkı genç müslümanlar gibi düşünmeye başlamıştı. Zaten o geçim derdini bilmeyen gençlere göre bu gerçeklerin anlatılması lazımdı. Nitekim bu konuda kendisine örnek olarak falan caminin imamı Ahmed hocayı gösteriyorlardı. Söylediklerine göre bu hoca. cemaate tevhid ve şirkle ilgili bütün gerçekleri anlatıyormuş. Hatta şikayet üzerine soruşturmaya gelen savcı bile. hocanın anlattıklarını dinledikten sonra müslüman olmuş. Peki ama,kendisine gönderilecek olan savcının da müslüman olacağı ne malum!. Adam ya azılı kafirin biriyse, o zaman ne olacak?
Evet.bütün bunları dikkate almalıydı. Uzun yıllardır tevhid ve şirkten habersiz olan cemaat. bu gerçeklerle karşılaştıkları zaman şüphesiz şaşıracaklardı. Camide "Ey Allah'ım", camiden çıkınca "Ey parti liderim, ey devletim" diyen bu vatandaşların çoğu itiraz edecekti anlatılan gerçeklere. "Saptırmış bu vaiz, diğer imamlar, diğer müftüler bunu bilmiyor mu?" diyeceklerdi. Ne diyecekti o zaman?
"Bu gerçekleri anlatmayan namussuzlar, dilsiz şeytanlardır dese, bütün şeytanlar başıma üşüşürdü!.
Ayrıca bu gerçekler, cemaati de dağıtırdı. Haftada bir kere cuma namazına gelerek cennetlik olduklarını zanneden bunca insan, cennetin böyle ucuz olmadığını anlayınca camiye de gelmezlerdi. Hiç değilse haftada bir kere dolan bu camiler boş kalır ve millet, namazı, abdesti unuturdu. Hatta beş vakit camiye gelen hacılar ve emekliler de gelmez olurlardı camiye. Milleti camide cemaatleştirmeye çalışanlar da kızarlar ve belki de kendisini, yahudiye hizmet etmekle suçlarlardı. Sıkıntı ile iç geçirdi!. Off Allah´ım Of dedi.
Oysa ne güzel namazı, abdesti anlatıyordu. Uzun uzadıya taharetlenmekten bahsediyordu! Hiçbir mahzuru olmayan bu Konuları rahat rahat anlatabiliyordu. Ama iş tevnid ve şirkin anlatılmasına gelince, durum farklıydı. Çünkü kelime-i tevhidi ifade eden bu cümlenin altında çok manalar vardı. Bunlar anlatılmaya başlandığı zaman şirk ve müşrik kavramları da kendiliğinden gündeme gelecek ve işler o vakit daha da karışacaktı. Bilerek veya bilmeyerek Allah'tan başkasına kulluk edenler, tağuta isteyerek itaat edenler ateş püsküreceklerdi. Bazıları "Yahu bu adam bize resmen müşrik diyor" diyecekler, bazıları da "Yok yahu resmen değil, bu adam gayriresmi olarak konuşuyor, bu adam irticacı" diyerek yaygarayı basacaklardı,
Bir çoğu da "Bu adam gerçekten sapıtmış. Bize nasıl müşrik der? Kıldığımız namazı, tuttuğumuz orucu, gittiğimiz haccı görmüyor mu? Bizden daha ne istiyor? Gidip namaz kılmayanlarla, Allah'ı inkar eden ateistlerte uğraşsa ya!. Biz tağuta kulluk yapıyormuşuk!
iftiraya bak.. Biz daha tağut kelimesinin ne olduğunu bilmiyoruz, değil ki ona kulluk yapalım,." diyeceklerdi.
Kalbi yine sıkışmıştı!.
Geçirdiği iki kalp krizini hatırladı. O zaman ölmemişti ama birgün mutlaka ölecekti. Anlattıklarından ve anlatmayıp sakladıklarından, yani saklamak değil de, saklamayıp anlatmadıklarından hesap verecekti. Kalbi daha fazla sıkıştı!.
"Hakkımda ne derlerse desinler, anlatacağım" dedi. Anlatması lazımdı. Çünkü bir insan sadece namaz kılmakla, sadece oruç tutmakla müslüman olmazdı, olamazdı, islam'ın ilk şartı, kelıme-i tevhid idi. Kelime-i tevhidin manasını ve gereğini bilmeden, bu gerçeği tasdik etmeden bir insanın müslüman olması mümkün değildi. O halde anlatmalıydı, anlatmalıydı bu gerçekleri.
Evet, anlatacaktı! ister sapık desinler, ister bağırsınlar. isterlerse camiye hiç gelmesinler, anlatılması gereken gerçeği anlatacak, hiç olmazsa üçbeş İnsanın kurtulmasına vesile olacaktı. Ammaa ya hükümete şikayet ederlerse?
Gerçi şikayet etmelelerine de gerek yoktu. Çünkü caminin hopörlörü dışanya da uzanıyordu. "Ooo ooolf diyerek sakalsız yanağını kaşıdı. Ne yapmalıydı?
Konuşması mutlaka faydalı olacaktı.. Cum'a namazına gelen gençleri düşündü.
Temiz bir yaprak gibi olan bu gençlere, bu samimi gençlere mutlaka anlatılmalıydı. Kimbilir belki cemaatten de bu konuları merak edenler vardı.
Ama onlarda hiç bir şey sormuyorlardı
Bankadan alınan faizle ne yapılacağını, köprü ve baraj senetlerinin gelirini
soruyorlar, ketime-i tevhidin gerçek manasını sormuyorlardı!.
Muamelattan sormuyorlardı!.
Allah'ın dostuna dost, düşmanına düşman olmanın ne anlama geldiğini sormuyorlardı!.
Allah'ın dostunun ve düşmanının kim olduğunu sormuyorlardı!.
Allah'ın hükmüne rağmen hüküm koyanların kim olduğunu sormuyorlardı!.
Gayriîhtiyari içinden yükselen "iyi ki sormuyorlar" ifadesinin, Rahmani mi yoksa
nefsani mi olduğunu pek anlayamadı. Camiye epey yaklaşmıştı.
Ticaret hanesinin kapısını kapatarak cuma namazına gelmeye hazırlanan tüccar Arif bey kendisini görmüş, hürmetle selamlamıştı. "Namussuz herif dedi içinden. Yaptığı işin kılıflı tefecilik olduğunu söylese, kendisine bu hürmeti göstermezdi. Vitrindeki mobilyayı görünce, evini hatırladı. Evindeki yatak odası takımının, avizeleri ve diğer eşyaları düşündükçe keyiflendiğini hissetti. Evinde pek eksik yoktu. Karısı aklına gelince "Allah beni onsuz bırakmasın!" diye halisane bir duada bulundu.
Becerikli karısının yaptığı çörekleri, börekleri hatırlayınca sanki yeniden acıkmıştı
Bugün de kalbura basma yapacaktı!.
Televizyon geldi aklına, cum'a olduğuna göre ikinci kanalda sinema vardı.
Kalbura basmayı filmi seyrederken yerdi.
Camiye varınca tüccar Arif beyin hediye ettiği saatine baktı.

Cum'aya beş vardı!.

Şimdiye kadar birçok kez, cuma namazına gelirken kelime-i tevhidi anlatmayı düşünmüş fakat cumaya beş kala bu düşündüklerinden vazgeçmişti!.
Vakit, yine cumaya beş vardı ve ne konuşacağını yine pek bilmiyordu. Kelime-i tevhidi,hapiste olan müslümanlan, tüccar Arif beyi, yeni misafir odası takımını, avizelerini. halılarını, karısını, kalbura basmayı ve televizyondaki filmi tekrar düşündü.
Karar vermişti...!
Daha erkendi'.. Kelime-i tevhidin anlatılması için zaman ve zemin müsait değildi.
Bu düşünce sanki içini rahatlatmıştı. Zaman ve zemin müsait olsa elbette, elbette anlatırdı Hiç kimseden korkmadan kürsüye çıkar, tevhid ve şirkin ne olduğunu açık açık herkese anlatırdı. Çünkü biliyordu, biliyordu bütün bu gerçekleri.
Sahi ya. O bu gerçekleri camilerde değil, kitaplarda Öğrenmişti. O halde bu meseleleri
bilmek isleyenler de kitablardan öğrenebilirdi.
Bu meseleler, böyle bir zamanda camilerde anlatılamazdı kî!
Daha geçenlerde müftü efendi kendisine vaazda ne anlatacağını sormuş
o da şakadan, şaka olsun diye, Vallahi şaka olsun diye,
"Kim Allah'ın indîrdiğiyle hükmetmezse, onlar kafirlerin ta kendileridir.."
mealindeki Maide suresi 44. ayet-i kerimeyi cemaate açıklayacağını söylemişti!
Aman Ya Rabbi. Sen misin bunu diyen?
Müftü öyle kızmış, öyle bağırmıştı ki, o zamandan bu yana değil bu ayel-i kerimeyi,
Maide suresinden hiçbir ayeti kerimeyi okumaya cesaret edememişti.
Müftü olacaktı sözde, Şaka söylediğini nedense anlamamıştı!.
Oysa bu gibi ayet-i kerimelerin açıkça anlatılmayacağını, geçim sorumluluğu taşıyan
her din görevlisi bilirdi! Zaman ve zemin müsait olsa, tabi ki bu durum değişebilirdi.
Fakat simdi müsait değildi.
Bu gibi gerçekler, cemaat içinde fitne çıkarırdı!.
Cumaya beş kala yine fikrini değiştirmiş ve bu gibi tehlikeli konuları şimdilik anlatmayayım düşüncesiyle camiye girmişti!.
Caminin bahçesinden geçerken, bahçedeki yeni yeni tomurcuklanan ağaçlar dikkatini çekti Evet, ağaçlardan ve ağaç dikmenin faziletinden bahsedebilirdi.
Konuşma konusunu bulduğu için sevindi.
Sık sık anlattığı bu konu İçin hazırlanmasına da gerek yoktu.
Büyük bir huzurla camiye girdi.
Cemaatten birisinin hürmetle tuttuğu cübbesini giyerek, kürsüye oturdu.
Bu kürsü oldum olası çok hoşuna gidiyordu.
Cemaate göz gezdirdi ve kendisinden emin bîr sesle konuşmaya başladı.
Müezzin vakit ezanını okurken, cemaat birbirini dürtüklüyor, uyuyanlar birer birer
uyandırılıyordu.. Kendiside Onun için yer açmak için ayağa kalkan cemalin aralarından hutbeye dağru yürüdü.
Kılınan ilk sünnetten sonra hutbe için kalkarken sanki sırtına dağlar yüklenmiş gibi hissetti
biran sanki arkaya doğru yıkılır gibi olmuştuki cemaatten durumunu farkedenler hemen
koluna girerek hoca effendi kendinizi iyi hissetmiyorsanız hutbeyi muezin effendi okusun
dediler ama iyiyim diyerek hutbeyi bildik kelimelerle kurduğu birkaç cümle ile bitirdi, indi
iki rekkat cum'anamazınıda kıldırdı,
Cemaat dağılmış kendide evin yolunu sırtındaki ağır yükle yürümeye başlamıştıki birden
yere yığılıverdi.
Aylarca kaldırıldığı hastanede kalmasına rağmen hiç bir iyileşme olmamıştı.
Aslında pek bir şeyide yoktu.

Bir Allah birde kendisi biliyordu derdini...................!!!

Hazırlayan : Abdulkadir Bolat
Kaynak:İnsan Dergisi Yayınları
Mehmed Alagaş

Selam


Sayı 31 Selam


Rahman olan Allah'ın adıyla
Aziz kardeşim Abdullah Yakub'a
Beni uyaran ve bana faydalı olan mektubun için sana teşekkür ediyorum. Senin mektubunu aldıktan sonra duvarda asılı bulunan "Bugün Allah için ne yaptın?" ifadesine tekrar tekrar baktım ve senin yazdıklarını düşündüm.
Evet, aynı yanılgıyı ben de yaşıyordum!. Hergün o ifadeye baktığım zaman Allah için yaptığım bazı eylemler aklıma geliyor ve rahatlamama neden olabiliyordu. Oysa senin yazdıkların doğru. Allah için yaptığımız amellerin değil, Allah'tan gayrisi için yaptıklarımızın ve Allah için yapmamız gerekirken yapmadıklarımızın hesabını vereceğiz. Fakat şaşırdım Yakup!
Yıllarca bu ifadeye bakmamıza rağmen nasıl oldu da bunu farkedemedik? Yoksa uyumak İfadesinden kastedilen şey bu mu? Bu konuda uyuyor muyduk? Uyuyorsak, neden uyanmadık? Uyanmamıza engel olan şeyler nelerdi?.. Bunları cevaplandırmak istiyorum. Çünkü uyuduğum daha birçok mesele olabilir. Karşılaştığımız bu durumun tehlikeli yönü ise uyuduğumuzu da bilmiyoruz. Mesala "Bugün Allah için ne yaptın?" ifadesine baktıktan sonra yaptığını bazı amellerle kendimi teselli ettiğim zaman uyuduğumu bilmiyor ve kendimi uyanık zannediyordum. Şimdi daha iyi anlıyorum ki bunun nedeni, yaşadığım yanılgı, bu ifade üzerinde yeterince düşünmemekten kaynaklanıyor. Çünkü bu ifade bizlere alışılagelmiş yorumuyla birlikte verildi. Bunun için düşünmedik ve düşünmeye bile gerek duymadık bu ifade üzerinde. Peki, ya diğer kabullerimiz ne olacak?
Bunun gibi daha birçok ifadeyi de bize empoze edilen yorumuyla birlikte ve yeterince düşünmeden kabullenmedik mi?
Sözü fazla uzatmaya gerek yok kardeşim. Kur'an-ı Kerim'in emrine uyarak düşünmemiz ve akletmemiz gerekiyor, ilahi vahiy üzerinde düşünmemiz. vahyi anlamamıza yardımcı olabileceği gibi beşer kaynaklı ifadeler üzerinde düşünmemiz de bu ifadeleri tahlil etmemizi ve doğruyu yanlıştan ayırabilmemizi mümkün kılacaktır. Gerçi düşünmekten kastettiğim şey, salt düşünce değil. Düşünmek, müslümanm fiillerinden sadece bir tanesidir. Müslüman düşünür, ancak sadece düşünür değildir. Senin de bildiğin gibi sadece düşünen ve insanları düşünmeye davet eden kardeşlerimiz de vardır.
Bu daveti makul karşıladığımız halde, bu daveti gündeme getiren kardeşimizin durumunu makul karşılayamıyoruz.
Çünkü bu kardeşlerimiz düşünce sonrası davranışlarda ihmalkar oldukları gibi hangi meselelerin, nasıl ve ne kadar düşünüleceği konusunda da olumlu ve bilinçli bir yaklaşım gösteremiyorlar. Hani toplumdan uzaklaşarak fildişi kulelerine çekilen bazı düşünür ve yazarlardan söz ederler. Tabi ki müslümanlar arasında da böylesi kimseler var. Bu gibi kimselerle konuştuğum veya bunların düşüncelerini ifade eden bazı yazılarını okuduğum zaman bizim Cengiz'in anlattığı bir kıssa aklıma geliyor. Ve bu kimseleri kıssadaki kırkayağa benzetiş onun. Kıssayı sana da anlatayım., Kaplumbağa önünden geçen kırkayağı durdurarak ona sorar..
- Yürüyeceğin zaman Önce hangi ayağınla adım atıyorsun?
Bu soru karşısında şaşıran kırkayak,

-Dur, düşüneyim!., demiş.

Başlamış düşünmeye!... Düşünmüş, düşünmüş, düşünmüş ve böylece düşünür kalmış!.
ilk önce hangi ayağıyla adım atacağını ve nasıl yürüyeceğini derin derin düşünen ancak yürüyemeyen bir düşünür olmuş!..
Bu kıssayı müslümanlara anlattığım zaman gülüyorlar Yakup! Hoşlarına gidiyor bu kıssa.. Fakat birçok şeyi düşünen müslümanlar, kıssadaki kırkayağa benzeyip, benzemediklerini hiç düşünmüyorlar! Bense özellikle entel olarak nitelendirilen birçok müslümanın durumunu, kıssadaki kırkayağın durumundan pek farklı görmüyorum. Çünkü müslümanın. müslüman olma hasebiyle yerine getireceği gayet tabii davranışlar dahi, bu kimselerin gündeminde bir tartışma meselesi olmaktadır!. Oysa bu gibi dayanışlar, müslümanların tabii davranışlarıdır. Ashab-ı kiram bu davranışların felsefi tartışmalarına girmeden, bu davranışları olağan olarak yerne getiren müslümanlardır. Senin de bildiğin gibi Kur'an-ı Kerim'de mü'minlerin vasıflarından bahsedilirken, bunların birçok ilahi hükme karşı yaklaşımları "işittik ve itaat ettik" demeleridir. Yukarıda belirttiğimiz zihniyet ise söz konusu yaklaşımlarıyla., "işittik, düşünüyoruz, tartışıyoruz, akletmeye çalışıyoruz, mütaala ediyoruz ve nasip olursa, ömrümüz yeterse, işimiz, gücümüz, sosyal konumumuz ve yasalar elverirse itaat edeceğiz!" demektedirler.
Mektubun başında bilmeyerek uyuduğumuzdan, uyuyabildiğimizden veya daha açık ifadeyle uyutulabiidiğimizden söz ettim. Kaldı ki uyuduğumuzu da bilmıyoru Uyanık kabul ettiğimiz kimselerin üzerinde daha kaç yorgan var, tahmin bile edemiyorum!. Uyuyan, ancak uyuduğunu bilmeyen ve bunun da ötesinde kendilerini uyanık zanneden kimselere 'Uyanın' demenin ne faydası olabilir ki?

Bir konferans salonunu dolduran binlerce insana "insanların artık uyanması gerek" diyerek hitap etsen, herkes kabullenir ve herkes tasdik eder bu ifadeyi. Ancak uyanmaları gereken insanlar, hep kendi dışlarındaki insanlardır!.. Kendi dışlarındaki insanların uyanmalarını isterler!. Çoğu kez kendilerini uyutan ninnileri tekrarlıyarak, başka insanların da uyanmalarını (!) arzu ederler.
Kendilerinin uyanmaya ilişkin bir problemleri yoktur. Çünkü bunlar zaten uyanıktır!, "insanlar gaflettedir şeklinde bir ifade kullansan. bu ifadeden hep gayrimüslimler akla gelir. Kendilerine 'Müslüman' denilen kimselerin gaflette olmaları mümkün mü'? Oysa ki çevremizdeki bu müslümanlara ve kendi halimize baktığımız zaman "Müslümanlar birçok konuda gaflettedir' ifadesini utanarak ve üzülerek söyleyebiliriz. Bunun aksini iddia edenler varsa, bil ki üzerlerindeki yorganın ağırlığından ne söylediklerinin farkında değiller.
Çünkü "Müslümanlar birçok konuda gaflettedir" ifadesini nefsimizi zemmederek sahte bir tevazuyla söylemiyoruz. Hem tevazuda bulunacak halimiz mi var?
Hangi mertebelerdeyiz ki, bu mertebelerde kibirlenmeyip alçak gönüllü davranalım!.
Alçak gönüllü davranmak bir yana, bulunduğu hal üzerine davranan ve bu davranışıyla karşı tarafın gönlünü bulandırmayan kaç kişi var ki?

Kur"an-ı Kerim'e yabancı olmayan bir müslüman olarak "Müslümanlar birçok konuda gaflettedir" ifadesini, üzerine basa basa söylüyorum. Müslümanlık ifadesinden kastedilen şey, Kur'an-ı Kerim'e göre müslümanlıksa,
-Ki şüphem yoktur- kendilerine 'Müslüman´ denilen kimseleri ve kendimi işaret ederek "Müslümanlar birçok konuda gaflettedir diyorum.

Resulullah (s.a.v.) "Müslümanın hayırlısı odur ki, kendisini gördüğünüz, zaman Allah'ı hatırlarsınız" buyurmakta. Peki, gördüğümüz müslümanlar bizlere neyi hatırlatıyor Yakup? Hizipleri, değişik grupları, okulları, imtihanları, sermaye sıkıntılarını, gelmeyen alacakları, ödenemeyen borçları, geçim dertlerini, seçimleri, bekarlık sıkıntılarını ve evlilik problemlerini hatırlatmıyorlar mı?

Hangi nıüslumanla karşılaştığımız zaman Allah'ı hatırlıyoruz? Veya hangi müslümanla karşılaştığımız zaman halimizle, tavrımızla, yüzümüzdeki kutsal dert ve gözlerimizdeki engin merhametle Allah'ı hatırlatıyoruz? Bizi gören birisi, "işte Allah'ın bir kulu" diyerek Allah'ı hatırlıyor mu? Nerede bu hayırlı müslümanlar?

Kendilerini gördüğümüz zaman Allah'ın ayetlerini hatırlayacağımız müslümanlar nerede? Yaşayan ayetler olarak karşımıza çıkacak ve demokratik çoğunluğun 'Ey deliler´ diyeceği, ey sevgililer, en sevgililer nerede Yakup?Yok mu? Peki bu meydandakiler, bu sokaktakiler, bu camidekiler kim? Biz kimiz Yakup? Hayırsız müslümanlar mı? Bizlerde hayır yok mu?
iyimserlikle söylediğimiz "Gaflet" ifadesinin arkasına sığınmamız gerek. Çünkü yaşanılan halin en iyimser yorumu bu. Aksi halde isyankarlıkla, aşıklıkla ve münafıklıkla itham edilmeleri gerekir ki samimi bulduğum birçok kardeşimi bundan tenzih ediyorum. Ancak bildikleri birçok şeyi yeterince anlamadıkları, telaffsuz ettikleri birçok gerçeği yaşayıp hissedemedikleri ve dolayısıyle bir gaflet içinde bulundukları aşikar.

Sana halimizle ilgili küçük bir örnek vereyim.,
Geçtiğimiz günlerde Efendimiz(s.a.v.)'in bir buyruğu ile karşılaştım. Müslümanların birbirini sevmesi ve bu sevginin ziyadeleşmesi İçin Resulullah (s.a.v.)'in müslümanlara hikmetli bir tavsiyesi var.
Müslümanların birbirlerine selam vermeleri ve aralannda selamı yaygınlaştırmaları...
Anlamadım, anlayamadım önce.! Müslümanların birbiriyle selamlaşmasıyla, müslümanlar arasındaki sevgi nasıl ziyadeleşir? Senelerdir selam verdiğim müslümanları düşündüm. Devamlı selamlaşan müslümanları düşündüm. Bu düşüncelerle köyde bir saat dolaştım. Selam verdiğim insanların yüz ifadelerine, bunların gözlerine baktım.
Yoktu Yakup, yoktu bir değişiklik!.
Kahvenin bahçesinde Musa dayının yanına oturdum. Verdiğim selamı esneyerek alınca nedense şaşırdım. Aslında alışık olduğum böylesi davranışlar karşısında şaşırmamam gerekirdi. Sonra kendime ve Musa dayıya çay söyledim.

Baktım ki Musa dayının gözleri güldü, sevindi kendisine çay söylediğim İçin.
Verdiğim selama gülmeyen gözler, bir bardak çaya gülmüştü!.
Müslümanların nelere sevindiğini ve kimleri sevdiğini düşünmeye başladım.
Hadis-i şerifdeki buyruk "Aranızdaki sevginin ziyadeleşmesi için birbirinize çay
ısmarlayın" şeklinde olsaydı, yaşadığım duruma uygun olabilecekti.
Ne var ki hadis-i şerifte çaydan değil selamdan söz ediliyordu.
Gerçi selama sevinen kimseler de vardı.
Mesela köy muhtarına kaymakamın selamı söylense kaymakam yanına gelmiş gibi
heyecanlanıyor, bu selama muhatap olmanın sevincini yaşıyor ve kendisine bu selamı
getirene köpek gibi kuyruk sallıyordu.
Çünkü kendisine gelen selam, kaymakamın selamıydı!.
Aynı muhtara Allah'ın selamını söylesen burnunu karıştırarak sana bakacak ve
"Ne istiyooon leeen!" diyecektir. Bu duruma şaşırmaya gerek yok Yakup. Nasreddin hoca
"Ye kürküm ye" derken, itibarın kürke olduğunu belirtmişti. Tabi ki zamanımızda durum
daha da değişti. Şimdi itibar kürke değil, kürkün ilk sahiplerine ..!
Sadece kürkü giymek yetmiyor artık, ayrıca kürk ile ünsiyet sağlamak ve kürkün ilk
sahiplerine (hayvanlara) benzemek gerekiyor..
Hemeyse, sevmiyorlar işte, itibar etmiyorlar Allah'ın selamına. Fakat Allah'ın selamına
karşı duyarsız olan bu kimselere "Allah'ın laneti üzerinize olsun" desen, gözleri büyüyecek, bakışları değişecektir bu şaşkınların!.
Peki neden?
Lanet ifadesine kızan bu kimseler, selam ifadesine neden sevinmiyorlar ki!

Musa dayı ile çayları içerken yanımıza ibrahim abi geldi ve selam vererek oturdu. Tabi ki
aldık selamını. Ancak aradan birkaç saniye geçtikten sonra irkildiğimi hissettim Yakup.
Çünkü bende de hiçbir değişiklik olmamıştı. Benim de gözlerim gülmemiş ve ben de pek
sevinmemiştim selama. Demek ki kendi dışımdakileri yargılarken aynı gaflet bende de
vardı. Ben de selam sevincini yaşamamıştım. Oysa hadis-i şerife göre bir müslümanın
selam ile sevinmesi ve selam veren müslümanı sevmesi gerekiyordu.O halde neden
sevinmemiştim? Sevinmem gerekirken neden sevinmemiştim?
Bunu anlayabilmek için önce "Neden sevinecektim?" sorusunu sordum kendime.,
Neden sevinecektim?
Cevap aşikardı, bana Allah'ın selamı verildiği için.. Bu cevap yankılanmaya başladı bende.
Allah'ın selamı verildiği için..!
Bende yankılanan bu cevabı ve selamın mahiyetini düşündükçe kendime gelmeye başladım.
Cevap bende netleştikçe "Neden sevinecektim?" sorusunu soran Salih'ten(kendimden)
utanmaya başladım, utanmaya başladım kendimden!.
Bana verilen selam, Allah'ın selamıydı. Mü'minlerin afiyetini, selametim ve emniyetini
dileyen Rabbimiz, bu yüce nimeti mü'minlere lütfetmiş ve buna talip olmalarını, bunu
istemelerini ve bunu temenni etmelerini
Çünkü Rahman ve Rahim olan Rabbimiz, selamın içerdiği nimeti mü'minlere vermeyi dilemişti. Muhtaç olduğumuz bu nimete talip olmamızı ve bunu birbirimize temenni etmemizi buyuran Rabbimizin, bu buyruğundaki hikmet neydi? Bizler buna talip olacağız ve bunu temenni edeceğiz de, Rabbimiz vermeyecek mi? Şanı yüce Rabbimiz vermeyeceği bir şeyi mi istememizi buyuruyor? Elbetteki değil.

Alemlerin Rabbi olan Allah (c.c.) selamın içerdiği nimetleri mü'minlere lutfetmeyi dilemiş ve kendi selamını verme yetkisini mü'minlere vermiştir. Allah'ın selamını verme yetkisi!.
Bu yetkiye sen sahipsin, bu yetkiye ben sahibim, bu yetkiye bütün mü'minler sahip Yakup. Biliyorsun Cebrail (a.s.) 'a da veriliyordu, bu yetki ve Cebrail (a.s.) bu yetki ve Allah'ın izni ile Allah'ın kullarına Allah'ın selamını getiriyordu. Peki Yakup, müminin verdiği Allah'ın selamı ile Cebrail (a.s.)'ın verdiği Allah'ın selamı arasında ne fark var kardeşim? Biliyor ve iman ediyoruz ki Allah'ın selamı, aradaki elçinin vasfına göre değer kazanabilecek bir şey değildir. Allah'ın selamı bizatihi yüce bir değerdir. O halde düşünelim Yakup!..
Cebrail (a.s.) bize gelse ve Allah'ın dilemesiyle bize "Allah'ın selamı ve rahmeti üzerinize olsun" dese, bu selam karşısında ne hissederiz? Seviniriz, çok seviniriz değil mi?
Peki bir mü'minin verdiği selama da böyle sevinmemiz gerekmez mi? Her iki selamın da içeriği aynı değil mi? Her iki selam da, Allah'ın selamı değil mi? Selamı getiren her iki elçi de buna yetkili değil mi?

Kadere iman eden ve karşılaştıkları her hayrı Allah'tan bilen mü'minlerin, her iki selamın da hayır olduğunu idrak etmeleri, bu hayrı Allah'tan bilmeleri, karşılaştıkları bu hayır ile sevinmeleri ve bu hayra vesile olarıda sevmeleri gerekmez mi? Gerekmez mi kardeşim?
Ve gelelim günümüze, ve bakalım her gün yüzlerce kez selamlaşanlara!..
Her gün selamlaşmalarına rağmen ne verdiklerini ve ne aldıklarının bilincinde olmayan ve dolayısıyla aldık zannetmelerine rağmen almadıkları selamdan ve selamın içerdiği nimetlerden uzak kalan şu insanlara bakalım. Ki bunların çoğu kendilerini islam'a ve müslümanlığa nisbet edenlerdir. Daha selam bilincine varmayan ve selam sevincini yaşamayan bu müslümanlar. büyük özlemler ve büyük hesaplar peşindedir!.
Durumlarıyla İlgili sadece bir örnek verdiğimiz bu müslümanlan uyanık kabul ederek, bu müslümanlarla ciddi eylemlere soyunmak için, bunlar gibi uyanık! olmak gerek Yakup. Çünkü bu uyuyanları, ancak onlar gibi uyanıklar uyanık kabul eder!. "Müslümanlar birçok konuda gaflettedir" diyorum. Bu ifadeden kendimi müstağni tutmadığım gibi kendimi bu İfadenin odak noktasında kabul ediyorum. Çünkü anladım Yakup, anladım müslümanın nasıl ve nice olması gerektiğini..
Mekke'deki müslümanları gördüm,Bilal'ı gördüm,Hattabı gördüm, Musa'bı gördüm,Yasir ailesini gördüm.. Gördüm hep bunları... Ve anlamaya çalıştım kızgın kayanın altında direnen Bilal'ın, direnme gücünü!. Ve anlamaya çalıştım Musabın neleri terkedip nelere talip olduğunu!.

Ve anlamaya çalıştım er kişileri geride bırakan Sümeyye validemizin neye sahip olduğunu ve sahip olduğu şeyden neden vazgeçmediğini!.
Ve anlamaya çalıştım alemlere rahmet olarak gönderilen ve mü'nıinlere karşı çok merhametli olan Resulullah (s.a.v.)'in Yasir ailesinin durumuna nasıl sabrettiğini! Bilal'in göğsüne, bir mü'minin göğsüne konulan kızgın kayayı gören rahmet peygamberinin ve diğer mü'minlerin durumunu düşündüm. Bilal'ın göğsünde kızgın bir kaya varken, bu olayı gören mü'minlerin göğsünde ateşten bir dağ olduğunu anladım. Şimdiye kadar Bilal'ın nasıl sabrettiğini düşünürken, Bilal'in bu durumunu gören mü'minlerin nasıl sabrettiklerini, nasıl sabredebildikleri düşündüm!..
Bütün bunları anlamaya çalıştım kardeşim... işte bütün bunları gördükten ve bunları anlamaya çalıştıktan sonra kendime bakıyorum.,
Gönlüm bulanıyor, üzülüyorum, sıkılıyorum, utanıyorum Yakup..
Bazı konularda bir Bilal gibi değil, Bilal'ın göğsündeki bir taş gibi olduğumu hissediyorum.
Çevremizdeki kardeşlerimi de pek farklı görmüyorum, göremiyorum..
Peki nasıl olacak, nasıl olacak kardeşim?
Nasıl bir ve beraber olacağız?
Mus'ab'ın terkettiği şeylerin peşinden koşan kimselerle nasıl bir olacağız ve Mus'ab'ın kutlu eylemlerine nasıl soyunacağız? Nasıl soyunabileceğiz?
Böylesi kimliklerle soyunursak, ayıp ve çirkin yerlerimiz açığa çıkmayacak mı?
Herneyse, bu dertli mektubu daha fazla uzatmak istemiyorum.
Allah'ın selamı üzerine olsun Yakup..
Şimdi diyeceksin ki "Bana gerçekten Allah'ın selamı mı var?"
Rabbimin izniyle bu mektup eline geçmişse ve bunu okuyorsan ve cılız ifadelerimin gerisindeki anlatmaya çabaladığım manayı Rabbimin lutfuyla anlamışsan. elbetteki, elbetteki 'Allah'ın selamı mı var sana' var kardeşim.. Kardeşin Salih..!

Hazırlayan : Coşkun Altuntaş
Kaynak : Şafak mektupları
Mehmet Alataş

Cenaze


Cenaze

Gömülmemiş ve gömülmeye hazırlanmış insan ölüsü. Ölüyü gömmek için yapılan tören ve işlemler. İslâm bu tören ve işlemler ile ilgili
olarak bazı emir ve nehiyler getirmiştir.
Genellikle bunlar sünnet ile sabit olan ve Hz. Peygamber (s.a.s.) tarafından bizzat uygulanan ve bize kadar intikal eden hususlardır.
Ölüm döşeğinde can çekişme durumunda olan kimseyi kendine zorluk olmazsa yüzü Kıbleye karşı gelmek üzere sağ tarafa çevirmek
sünnettir. Başını biraz yükselterek sırtı üstüne yatırmak da caizdir. Hasta can çekişiyorken ve gerçekten mümin birisi ise ona yardımcı olmak, yakınları için bir gereklilik ve ayrıca da sevaptır. Onun için yanında "kelime-i şehadet" getirmek ve söylemesine yardımcı olmak sünnettir.
Çünkü Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmuşlardır:"-Ölülerinize, Lâ ilâhe illallah "ı telkin ediniz.
Zira ölüm halinde onu söyleyen (bir mümin)'i bu kelime Cehennem'den kurtarır. " "Son sözü Lâ ilâhe illallah olan kimse Cennet'e girer. " (Müslim, Cenâiz, 1-2; Ebû Davud, Cenâiz, 16) Hastanın yanında şehadet getirilir ki o da hatırlayıp şehadet getirsin. Yoksa ısrar ile sen de yap denilmez.
Zira o anda zor bir durumdadır. Ona zorluk çıkarmamalıdır. Bir defa da söylese yeter.
Bu telkini, hastayı sevenlerden biri yapmalıdır. Maksat hastada isteksizlik uyandırmamaktır. Hasta vefat edince ağzı kapatılır. Bir bez ile çenesi başından bağlanır. Gözleri yumulur. Eller yanlarına getirilir.
Bunu yaparken şu dua okunabilir:"Bismillâhi ve alâ milleti rasülillâh. Allahümme yessir aleyhi emrahu ve sehhil aleyhi mâ ba'dehû ve es'id bi likaike vec'al mâ harace ileyhi hayran mimâ harace anhu. " Manası: "Allah'ın ismiyle ve Rasûlullah'ın milleti (dini) üzerinde olsun. Allah'ım, onun işini kolaylaştır, bundan sonrasını ona kolay eyle, onu seni görmekle mutlu eyle.
Dünyadan kendisi için çıkanı, kendisinin çıktığı şeylerden hayırlı eyle."Sonra ölünün üstüne bir örtü çekilir.
Öldükten sonra yıkanıncaya kadar yanında Kur'an okumak mekruhtur.
Öldüğü iyice anlaşılınca hemen yıkanır. Cenaze'nin Yıkanması Cenazenin yıkanmasından gömülmesine kadar, yapılan işlemlere "teçhiz" (hazırlamak) denir. İslâm'da, ölen kimsenin en kısa zamanda yıkanması, kefenlenmesi ve cenaze namazının kılınarak toprağa verilmesi gerekir.
Bu konuda acele davranmak müstehabtır.

Ölü şöyle yıkanır: Yıkanacak ölü teneşir veya yüksekçe bir yere sırt üstü konur ve diziyle göbek arası bir örtü ile örtülür. Teneşir, ölülerin yıkanması için yapılmış, sedire benzer yüksekçe bir tahta masadır: Erkek ölüleri erkekler, kadın ölüleri de kadınlar yıkar. Ölüyü yıkayan kişiye birisi su dökerek yardımcı olur. Ölüyü yıkamak, ona gusül abdesti aldırmaktır. Boy abdesti* almasını bilen herkes ölüyü yıkayabilir; ölü yıkamanın gerektirdiği ayrı bir bilgi ve dua yoktur.

ıkayacak kişi eline bir bez sardıktan sonra, ölünün avret yerini yıkayıp temizler. Bundan sonra ölüye bir abdest aldırır.
Abdest aldırırken ağzına, burnuna su vermez, parmaklarıyla mesheder. Yüzünü, kollarını yıkar, başını mesheder ve ayaklarını yıkar.

Bundan sonra ölünün üzerine su dökülür, başı ile bedeni sabunlu su ile temizce yıkanır, sonra sol tarafına çevrilerek sağ tarafı yıkanır.
Bundan sonra sağ tarafına çevrilerek,sol tarafı iyice yıkanır. Her âzâyı yıkarken üç defadan az yıkamamak sünnettir. Suyun zor ulaşacağı organlar yıkanırken ovularak yıkanmalıdır. Bundan sonra yıkayan kimse cenazeyi oturtur gibi kaldırıp, kendisine doğru yaslayarak karnını
ovalar; altından bir şey çıkarsa, sadece orasını yıkayıp temizler, tekrar abdest aldırmaz ve
yeniden bütün vücudu yıkamaz. Böylece yıkama işlemi biten bir ölü havlu veya benzeri şeylerle kurulanır ve kefenlenir.
Sonra başına, yüzüne ve sakalına güzel kokular sürülür, secde yerlerine kâfûr dökülür. Yıkanırken ölünün saç ve tırnakları kesilmez. Ölünün kapalı bir yerde yıkanması daha iyidir. Ölüyü, kendisine en yakın bir kimse veya ahlâki iyi olan ve cenaze yıkamasını iyi bilen birinin yıkaması gerekir. Kadın kocasını yıkayabilir. Fakat, yıkayacak hiçbir kadın bulunmamak gibi bir mecburiyet olmadıkça erkek, ölmüş karısını yıkayamaz.Şişmiş olup dağılmak üzere bulunan ve dokunulması mümkün olmayan bir ölünün üzerine sadece su dökülmesi yeterlidir. Yıkayan, cenazeyi yıkamaya niyet ederek besmele çeker.
Yıkama bitince: "Gufrâneke yâ Rahmân" yani,
Ey merhametli Allah'ım bağışlamanı dilerim" der. Müslüman ölünün vücudunun bir parçası bulunması halinde, onu yıkamak konusunda
âlimler arasında görüş ayrılıkları vardır. İmam Şâfiî, Ahmed b. Hanbel ve İbn Hazm, "yıkanır, kefenlenir ve üzerine namaz kılınır" demişlerdir. İmam Şâfiî: "Bir kuş, Cemel vakasında Mekke'ye bir el getirip attı. Parmağındaki yüzüğünden Mekkeliler onu tanıdılar. Bu eti yıkayarak namaz kıldılar. Olay sahabenin huzurunda olmuştur" demektedir. Ahmed İbn Hanbel der ki:"Ebû Eyyûb, vücudun bir ayağı varken, Ömer ise bir kemiği varken üzerlerine namaz kılmışlardır." İbn Hazm: "Müslüman ölüsünden bulunan her şey üzerine namaz kılınır; şehit değilse yıkanır, kefenlenir." demiştir. Bulunan parça üzerine namaz kılmaya niyet edilir. Namaz ise hepsine, yani ceset ve ruhu üzerine kılınır. İmam Ebû Hanife ve İmam Mâlik'e göre; "Eğer yarıdan çoğu bulunursa yıkanır ve namazı kılınır; eğer bulunmazsa yıkanmaz ve namazı kılınmaz." Şehid'in YıkanmasıSavaş alanında kâfirler tarafından öldürülen şehitler cünüp bile olsalar yıkanmaz, sadece
kefen olmayan uygun bir elbiseyle kefenlenir. Elbise eksik gelirse tamamlanır. Sünnet kefeni üzere fazla gelen elbise ise çıkarılır. Kanları ile gömülür. Kanlardan hiç bir şey yıkanmaz.
Zira Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: "Şehitleri yıkamayınız. Çünkü her yara ve her kan damlası kıyamet günü etrafa misk kokusu yayar. " Rasûlullah (s.a.s.), Uhud şehitlerini kanlarıyla defnetmeyi emretti.
Onları yıkamadılar ve namaz kılmadılar.
İmam Şâfiî şöyle demiştir: "Şehitleri yıkamamanın ve namazlarını kılmamanın nedeni, yaraları ile Allah'a kavuşmaları içindir." Kanlarının kokusu, misk kokusu olunca Allah'ın onlara olan bu ikramı, onları bu namazdan müstağni kılmıştır.

Bu durum, yaralar içinde savaşan ve düşmanın geri dönmesinden korkan, bir an önce ailelerine kavuşmayı, ailelerinin de onlara kavuşmasını arzulayan müslümanlara kolaylık sağlamıştır. Şehitlerin namazlarını kılmamaktaki hikmet şudur: Namaz ölülere kılınır.
Şehitler ise diridir.
Veya namaz bir şefaattir.
Şehitlerin de buna ihtiyacı yoktur.

Kâfirler tarafından öldürülmeyen fakat cihat sırasında vefat edenler hakkında şehit* sözü kullanılmıştır
Ancak bunlar yıkanır ve namazları kılınır.
Rasûlullah (s.a.s.), hayatta iken, bunlardan
ölenleri yıkamış; müslümanlar da daha sonra şehid düşen Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali (r. anhum)'yi yıkamışlardır.Eğer su bulunmazsa ölüye teyemmüm verdirilir. Allah'û Teâlâ şöyle buyuruyor:
" Eğer su bulamazsanız teyemmüm ediniz."
(en-Nisâ, 4/43; el-Mâide, 5/6). Rasûlullah (s.a.s.) "Yeryüzü bana mescid ve temiz kılındı." (Buhârî, Teyemmüm 1, Salat 56; Müslim, Mesâcid, 3; Ebû Dâvud Salat, 24). buyurmuştur.
Eğer ölü yıkandığı zaman dağılma tehlikesi varsa yine teyemmüm verdirilir.
Yabancı erkekler arasında ölen kadın ile yabancı kadınlar arasında ölen erkeğe de teyemmüm verdirilir. Ebû Dâvud ve Beyhâki'nin de Mekhûl'den rivayet ettiği hadise göre; Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: "Kadın, kendisi ile beraber başka kadın olmadığı halde erkekler arasında ölürse; erkek de kendisi ile beraber başka erkek olmadığı halde, kadınlar arasında ölürse, her ikisine de teyemmüm ettirilir ve gömülürler.
Her iki durumda da su bulunmamış sayılır. " Cenazenin Kefenlenmesi Ölü, yıkandıktan sonra, kefenin ıslanmaması için kurulanır.
Kefen üç çeşittir:
1- Erkeğe göre, "kamis", boyun kökünden ayaklara kadar olur. Yen ve yakası olmaz. Etrafı uygulanmaz. 2- "İzar" ile "Lifâfe", baştan ayağa kadar uzun olur. Lifâfe en üste geleceği ve baş ve ayak uçlarından düğümleneceği için izardan daha uzun tutulur. Kadında baş örtüsü ile göğüs örtüsü fazla olacağından kadında sünnet olan kefen beş kattır. 3-Yeterli sayılan kefendir ki erkeğe göre izar ile lifâfe'den ibaret olmak üzere iki kat, kadına göre ise bir de baş örtüsü ile üç kattır. Ancak zarurete binaen kadın ve erkek için "setre"; yeterli ne
bulunursa ona sarılacak şeydir.
Nitekim sahabeden bir kısmı zarûretden dolayı sahip oldukları elbiseleriyle kefenlenip defnolunmuşlardır. Malın azlığı ve varislerin çokluğu söz konusu olunca ikinci kefenleme; mal çok varisler az ise birinci tür kefenleme yapmak sünnettir.
Kefen-i zarûret ise hiçbir malı olmayan için düşünülebilir. Zarûret olmadıkça tek kefene sarılmaz. Kefenin beyaz pamuklu bezden olması daha faziletlidir. Yenisi veya yıkanmış olmasında fark yoktur. Kefenler, içine ölü sarılmadan önce tütsülenir. Ancak beşten fazla tütsülenmez.Kadının saçları örgü edilerek göğsü üstünde toplanır.
Onun üzerine başörtüsü yüzüyle beraber örtülür.

Cenaze Namazı
Gusledilmiş, yıkanmış, temizlenmiş, musalla taşına konulmuş müslüman bir ölü için müslümanların, abdestli ve Kıble tarafına
yönelerek kıldıkları bir namaz ve ölü için yapılan bir duadır. Cenaze namazı farz-ı kifâyedir.
Yani bir beldede bir kısım müslümanların bu namazı kılmalarıyla, diğerlerinin üzerinden
yükümlülük kalkar. Cenaze namazı hiç kılınmazsa, o beldedeki bütün müslümanlar
sorumlu ve günahkâr olur. Cenaze namazının şartı niyettir.
Bu niyette, ölünün erkek veya kadın, küçük erkek veya kız çocuğu olduğu belirtilir. İmam olan kimse; Allah Teâlâ'nın rızası için hazır olan cenaze namazını kılmaya ve o cenaze için dua etmeye niyet ederek, namaza başlar. Ayrıca imamlığa niyet etmesi gerekmez.
Cemaatten her biri de Allah rızası için o cenaze namazını kılmaya ve onun için duaya ve imama uymaya niyet eder. Ölü, erkek ise: "şu hazır erkek için", kadın ise; "şu hazır kadın için" diye niyet edilir. Çocuklar için de bu şekilde niyet edilir.
Cemaatten biri, cenazenin erkek mi, kadın mı olduğunu bilmezse, "üzerine imamın namaz kılacağı ölüye, imam ile beraber namaz kılmaya ve dua etmeye" niyet eder.

Cenaze namazının rüknü tekbirler ve kıyâm'dır. Bu namazda rukû ve secdeler bulunmadığı gibi Kur'an okumak ve teşehhüd de yoktur.
Şartları altıdır: Ölünün müslüman olması,
kendisinin ve konulduğu yerin temiz olması,
cemaatin önünde bulunması, vücut azalarının çoğunun veya başıyla beraber yarısının mevcut olması, arz üzerine konulmuş olması, namaz kılacak kimsenin özürsüz olarak bir şeye binmiş veya oturmuş olmaması.
Cenaze namazında cemaat şart değildir.
Yalnız bir müslüman erkek yahut bir müslüman kadının kılması ile farz yerine getirilmiş olur.

Cenaze namazının sünnetleri dörttür.1-İmam cenazenin göğsü hizasına durur.
Bu namazda erkek, kadın, büyük ve küçük arasında fark yoktur2-Birinci tekbirden sonra "sübhâneke allâhümme" duasının "ve celle senâüke" kısmı ile birlikte okunması lâzımdır. Dua kasdıyla fatiha okunması da caizdir. İbn Abbâs cenaze namazında Fâtiha okumuş ve "bunun sünnet olduğunu" bildirmiştir. (Buhârî, Cenâiz, Kıraetu Fâtihati'l-Kitab).
İmam Şâfiî'ye göre Fâtiha okumak farzdır.3- İkinci tekbirden sonra, Peygamber (s.a.s.)'e salât getirmek: "Allâhümme salli alâ Muhammedin ve alâ âli Muhammed, Kemâ salleyte alâ İbrâhîme ve alâ âli İbrâhîme inneke hamîdun mecîd." Sonra "bârik" duâsı okunur.4- Üçüncü tekbirden sonra ölüye, kendi nefsine ve müslümanlara dua etmek.
Duânın ahirete ait olmasından başka bir şart yoktur. Fakat Hz. Peygamber'den nakledilen duâları yapmak daha güzeldir. Bu duâ da şudur:"Allâhumma'ğfirlî hayyina ve meyyitinâ veşâhidinâ ve gâibinâ ve zekerinâ ve unsânâ ve sağîrinâ ve kebîrinâ. Allâhumme men ahyeytehû minnâ fe ahyihî ale'lislâm ve men tevef feytehü minnâ feteveffehû ale'l-imân ve hussa hâza'l-meyyite birravhi ve'rrâhati ve'f-mağfireti ve'r-rıdvân.
Allâhümme in kâne muhsinen fezid fî ihsânihî ve in kâne musîen fetecâvez anhu ve lakkıhi'l-emne ve'l-büşrâ ve'lkerâmete ve'z-zülfâ bi rahmetike
yâ erhame'r-râhimîn."Manası: "Allah'ım, dirimizi, ölümüzü, burada olanımızı, olmayanımızı, erkeğimizi, kadınımızı, küçüğümüzü, büyüğümüzü bağışla. Allah'ım, bizden yaşattığını İslâm üzerine yaşat; öldürdüğünü iman üzerine öldür.
Bu ölüye de sevinç, rahat, mağfiret ve rıza ihsan eyle. Allah'ım, eğer (bu kimse) iyi idiyse iyiliğini artır, eğer kötü idiyse kötülüklerinden geç.
Onu güven, müjde, ikram ve rahmetine yaklaştır.
Ey merhametlilerin en merhametlisi." Eğer cenaze kadınsa, "ve hussa dan sonraki zamirler müennes okunur." Hâzihi'l-meyite... in kânet muhsineten fe-zid fr-ihsânihâ ve in kânet musîeten fe-tecâvez an seyyiâtihâ ve lakkîhâ'l-emne... " gibi. Duâyı bilmeyen kimse, sadece "Allâhümmağfirlî ve lehû ve li'lmü'minîne ve'l-mü'minât (Allâhım, beni, onu ve bütün inananları bağışla" der.
Akıl hastası ve küçük çocuklar için istiğfar
edilmez. Çünkü onların günahı yoktur. Onlara Feteveffehû ale'l-imân "dan sonra şu duâ ilâve edilir. "Allâhümme'c'alhu lenâ feratan ve'c'alhulenâ ecran ve zuhran ve'c'alhu lenâ şâfian müşeffean"
Manası: "Allah'ım, onu bize ecir; mükâfat, ahiretimiz için yararlı kıl, onu bize âhirette sözü geçen bir şefaatçı eyle."
Bu duâlardan sonra imam dördüncü tekbiri alır, sonra önce sağ tarafa, sonra da sol tarafa sesli olarak, cemaat ise gizlice selâm vererek namaza son vermiş olurlar. Bu vacip olan selâm ile ölüye, cemaate ve imama selâm verilmesine niyet edilir.

Cenaze namazının başına yetişmeyen kimse hemen iftitah tekbirini alıp imama uyar ve diğer tekbirleri imamla beraber almaya devam eder. İmam selâm verdikten sonra geçirdiği tekbirleri birbiri ardınca kaza eder, bu tekbirler esnasında herhangi bir dua okunmaz. Birkaç cenaze varsa hepsine ayrı ayrı namaz kılma daha iyidir.
En erken getirilenin namazı önce kılınır.
Hepsi birlikte gelmiş ise halk nazarında daha faziletli olanın ki önce kılınır. Hepsine bir tek namaz kılmak da yeterli olur. Bu takdirde cenazeler, geniş bir sıra halinde dizilir ve imam bunlardan birisinin göğsü karşısında durarak namaz kıldırır. Yahut cenazeler tek sıra hâlinde kıbleye doğru uzunlamasına da konulabilir. Namaz kılmak mekruh olan üç vakitte, yani; güneş doğarken, tam tepedeyken ve batarken cenaze namazı kılınmaz. Ancak, bu vakitlerde kılınmışsa kazası da gerekmez. Kabristanda ve cami içinde cenaze namazı kılınmaz, ancak; imam ve cemaatin bir kısmı cami dışında, bir kısmı da cami içinde olarak kılmalarında bir mahzur yoktur.
Namazı bozan şeyler cenaze namazını da bozar.Sağ doğup ölen çocuğun adı konulur, yıkanıp kefenlenir ve namazı kılınır. Ölü doğan çocuğun adı konulur, yıkanıp bir bezle sarılır ve cenaze namazı kılınmadan defnedilir. Ölen gebe kadının karnındaki çocuk hareket ederse, kadının karnı yarılarak çocuk alınır. Kasden ve zulmen ana veya babasını öldürenlerin, öldürülmüş eşkıya ve yol kesicilerin namazları kılınmaz. Cenazede cemaat şartı olmamakla birlikte, cemaat sayısı ne kadar çok olursa, sevap da çoğalır. Hz. Âişe, Rasûlullah (s.a.s.)'ın şöyle dediğini nakletmiştir:
"Bir cenazenin namazını yüz müslüman kılarak hepsi ona şefaat dilerse, kendilerine o kimse hakkında şefaate izin verilir. " (Müslim Cenâiz, 58).
İbn Abbas (r.a.), Rasûlullah'ın şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "Bir müslüman öldüğü zaman, cenazesini, Allah'a hiç bir şeyi ortak koşmayan kırk kişi tutup kaparsa, Allah kendilerine o kimse hakkında şefaate izin verir. " (Müslim, Cenâiz, 59).Namaz kılınıncaya kadar cenazede hazır olan kimseye bir kırat, gömülünceye kadar hazır bulunana da iki kırat sevap vardır. " İki kırat nedir?" diye sorulunca, Hz. Peygamber (s.a.s.) "İki büyük dağ gibi" diye cevap verir, yani iki büyük dağ kadar sevap verilir. (Müslim, Cenâiz, 52)."Cenaze defninde acele ediniz. Eğer bu ölü iyi bir kişi ise, bu bir iyiliktir. Onu (bir an evvel kabirdeki) hayır ve sevabına ulaştırmış olursunuz. Eğer bu cenaze iyi bir kişi değilse, bu da bir ferdir. Bir an evvel omuzlarınızdan atmış olursunuz.(Buhârî, Cenâiz, 52)."Ey mü'minler! Siz ölüyü teşyî ediyorsunuz. Onun önünde, arkasında sağında, solunda yürüyünüz. "Yukarıda naklettiğimiz hadislerden de anlaşılacağı gibi, cenazeyi bekletmeden en kısa zamanda toprağa vermek gerekir. Ölü hakkında iyi ve kötü şahitliği Cenâb-ı Allah kabul eder.
Bu münasebetle ölüleri hayırla anmak sünnettir. Bir müslümanın cenazesinde bulunmak herkese farz-ı ayın değilse de; mümkün mertebe çok sayıda cemaatin bulunması ölü için rahmet ve bağışlanma vesilesidir. Ayrıca cenazeye katılan müslümana da çok büyük bir sevap vardır.Ebû Hüreyre'den rivayet edildiğine göre, "Peygamber (s.a.s.), Necâşî'nin vefat haberini öldüğü gün vermiş, ashabını namazgâha çıkartarak saf bağlatmış ve dört defa tekbir almıştır." (Buhârî, Müslim), Burada Necaşi, Habeş imparatoru Ashama olup, Hicret'in dokuzuncu yılında vefat etmiş ve Allah Rasûlü Medine-i Münevvere'de onun için ashabıyla, gıyabında cenaze namazı kılmıştır. Bu uygulama, zaruret sebebiyle vukû bulmuştur. Hanefî ve Mâlikilere göre gâibin cenaze namazını kılmak mutlak olarak caiz değildir.Hanefilere ve bazı fâkîhlere göre ölüm haberini hısım ve akrabaya, eşe dosta bildirmek caizdir. Günümüzde bu duyuru, müezzinlerin "salâh" okuyuşları ile yapılmaktadır.

Sünnet üzere, cenazeyi tabutun dört tarafından dört kişi tutarak taşır. Tabutun dört tarafından onar adım taşımak müstehaptır. Daha çok taşımanın sevabı da çoktur. Önce cenaze sağ ön tarafından, sonra sağ arka tarafından taşınır. Sonra sol tarafına geçilerek sol ön ve sol arka tarafından omuzlanır.
Böylece her tarafından onar adım olmak üzere kırk adım taşınmış olur. cenazeyi acele götürmek de müstehaptır. Zira o iyi bir kişi ise kabirde karşılaşacağı iyi hâle bir an önce kavuşturulmuş olur. Kötü bir kişi ise bir an önce şerrinden ve yükünden kurtulmuş olunur.Cenazeyi takip edenler, yolda lüzumsuz lâkırdı etmezler. Yüksek sesle konuşmazlar. Hatta yüksek sesle zikretmez ve Kur'an okumazlar. Ölümü ve ahireti düşünürler.

Cenazenin Taşınması ve Defni
Cenazeyi kabre kadar taşımak bir mümine yapılacak en son hizmetlerdendir. Bu taşıma aynı zamanda bir ibadettir. Bilhassa namaz kılınan yerlerde, mezarlıkla namaz kılınan yerin yakınlığı durumlarında cenazeyi vasıta ile taşımak bu ibadeti terk etmek olur. Sünnet üzere, cenazeyi tabutun dört tarafından dört kişi tutarak taşır. Tabutun dört tarafından onar adım taşımak müstehaptır. Daha çok taşımanın sevabı da çoktur. Önce cenaze sağ ön tarafından, sonra sağ arka tarafından taşınır. Sonra sol tarafına geçilerek sol ön ve sol arka tarafından omuzlanır. Böylece her tarafından onar adım olmak üzere kırk adım taşınmış olur. cenazeyi acele götürmek de müstehaptır. Zira o iyi bir kişi ise kabirde karşılaşacağı iyi hâle bir an önce kavuşturulmuş olur. Kötü bir kişi ise bir an önce şerrinden ve yükünden kurtulmuş olunur. Cenazeyi takip edenler, yolda lüzumsuz lâkırdı etmezler. Yüksek sesle konuşmazlar. Hatta yüksek sesle zikretmez ve Kur'an okumazlar. Ölümü ve ahireti düşünürler.Cenaze kabre konacağında, kabre inen bir kaç kişi cenazeyi alarak yüzü kıbleye karşı, başı batıya gelmek üzere sağ yanına yatırırlar. Bu esnada: "Bismillahi ve ala milleti Rasûlillahi" (Allah'ın adı ile ve Rasûlullah'ın milleti (dini) üzere derler. Kefenin bürgüsünün baş ve ayak tarafındaki bağları çözerler. Kadını kabre mahreminin indirmesi evlâdır. Cenazenin arkasına, cesedi toprağın sıkıştırmasından koruyacak taş, tahta gibi şeyler dizilir. Sonra kabir, toprakla doldurulup örtülür. Bu arada kabir başında Kur'an'dan bazı sûrelerin okunması mümkündür. Bu arada salih bir kişi kalkıp ölünün baş tarafında ve yüzü hizasında durup ölünün anasının adı ve ölünün adı ile üç defa "Yâ filan oğlu -kızı- filân" der ve aşağıdaki telkinatı yapar: "Ey filân oğlu -kızı- filân... Dünyada iken Allah'tan başka ilâh yoktur, Muhammed Allah'ın elçisidir, Cennet haktır, Cehennem de
haktır, öldükten sonra dirilmek de haktır. Şüphesiz kıyamet günü gelecektir. Allah, kabirde olanları diriltecektir" diye yaptığın şahitliği hatırla. Sen, Rab olarak Allah'a din olarak İslâm'a, Rasûl olarak Muhammed'e önder olarak Kur'an'a, kıble olarak Kâbe'ye, kardeşlerin olarak müminlere razı olmuştun.
De ki:"Allah'tan başka ilâh yoktur, ona dayandım O, ulu arşın sahibidir." Ey Allah'ın kulu de ki, "Allah'tan başka ilâh yoktur. De ki, Rabbim Allah'tır, dinim İslâm'dır, Rasûlüm Muhammed (s.a.s.)'dir. Yâ Rabbi onu yalnız bırakma. Sen, mülk verenlerin en hayırlısısın."Ölünün evinde yemek vermek, ölü sahibine başsağlığı dilemek, kabirleri zaman zaman ziyaret etmek sünnettir. Başsağlığı dilemek üç gün içinde müstehaptır, sonrası sünnete aykırıdır.Cenazeyi kabre kadar taşımak bir mümine yapılacak en son hizmetlerdendir. Bu taşıma aynı zamanda bir ibadettir. Bilhassa namaz kılınan yerlerde, mezarlıkla namaz kılınan yerin yakınlığı durumlarında cenazeyi vasıta ile taşımak bu ibadeti terk etmek olur.
Yazan : Hamdi DÖNDÜREN Hazırlayan : Cengiz Uysal

Zevk için minareleri yıkıyorlar.