Sayı 24
GAYB ve MUCİZE
GAYB
Müminlerin bâriz vasıflarından birisi de gayba iman etmeleridir.
Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de: "Onlar (mü'minler) gayba iman ederler, namazı dosdoğru kılarlar ve kendilerine rızık olarak verdiğimizden de (İslâm için)
harcarlar."(1) hükmü beyan buyurulmuştur.
Âyette geçen gayb kelimesi Ga-Be fiilinin masdarıdır. Gözden kaybolan şeye gayb denildiği gibi, duyularla idrak edilemeyen ve insan bilgisinin dışında kalan şeye de gayb denilir. Herhangi bir şey, insana veya diğer canlılara nisbetle gayb olur.
Allahû Teâla (cc)'ya nispetle gayb yoktur.
Zîra O'nun ilminden hiçbir şey kaybolmaz.(2)
Kur'ân-ı Kerîm'de iki ayrı âlemden söz edilmiştir.
Birincisi: Görülüp idrak edilemeyen varlıklar âlemidir.
Buna gayb âlemi denilir.
İkincisi: Görülen, beş duyu vasıtasıyla bilinen ve idrak edilen varlıklar
âlemidir. Buna şehadet âlemi ismi verilir. Manevî varlıklar gayb âlemindedir.
Gayb âlemine ait varlıklar da iki kısımda mütalaa edilmiştir: a)Bir kısmının delili yoktur. Varlığını Allahû Teâla (cc)'dan başka kimse bilmez.
Kâinatta, duyularımızdan saklı nice varlıklar mevcuttur ki, bunları ancak
Allahû Teâla (cc) bilir.
"Gaybın anahtarları O'nun yanındadır.
Kendinden başkası bunları bilmez."(3) âyeti, gaybın bu kısmına işaret
etmektedir. Allahû Teâla (cc)'nın bilgisi, kaza ve kader hep bu kısım gayba dahildir. b) Bir kısım varlıklar da vardır ki, idrak edilemez, fakat mevcudiyetleri delil ile anlaşılabilir. Melekler, cinler, ahiret, cennet, cehennem bu tür gayba dahildir
"İşte Onlar (mü'minler) gayba iman ederler" âyetiyle kasdedilen gayb budur.
Yani mü'minler, görmedikleri halde Allahû Teâla (cc)'ya, O'nun meleklerine,
Peygamberlere gelen kitabların Allahû Teâla (cc) tarafından vahyedildiğine,
ahiret hayatına, cennete ve cehenneme inanırlar.
Resûl-i Ekrem (sav)'i gören ashabın en büyük meziyetleri, onun bu
hususlara ilişkin sözlerini kabul ve tasdik etmeleridir.
Resûl-i Ekrem (sav)'i görmeyen diğer müslümanlar ise, (tabiûndan itibaren kıyamete kadar) bu meziyet yanında gıyaben (zira Resûl-i Ekrem (sav)'i de görmemişlerdir) iman etme şerefine haizdirler.
Bu hususta kesin imâna sahip olmuş müslümanları, Resûl-i Ekrem (sav) övmüştür(5). Gayba iman etmek bazı insanlarda sezgi ve keşif yoluyla, bazılarında ise düşünce ve istidlal yoluyla hâsıl olur. Bazı insanlar
"Biz gözümüzle görmediğimize inanmayız" diyerek gayb âlemini inkâr hastalığına tutulmuşlardır. Materyalist kültürün en kaba sloganı budur.
Okuma-yazma bilmeyen ve ilimden haberi olmayan kimselerin dışında
hiçbir ferd, bu kaba ve saçma slogana itibar edemez. Zira gözün (bir organ olarak) görme alanı sınırlıdır. Bu sınırın dışında kalan varlıkları reddetmek veya görünceye kadar kabul etmemek ahmaklıktır.
Gayb âleminin bütün sırlarını sadece ve sadece Allahû Teâla (cc) bilir.
Resûl-i Ekrem (sav)'in, Mekke müşriklerini zaman zaman bu konuda uyardığı nassla sabittir. Nitekim: "De ki `Size benim yanımda Allah'ın hazineleri var demiyorum. Ben gaybı bilmem. Size hakikat ben bir meleğim de demiyorum.
Ben bana vahy, olunmakta olan (Kur'ân)dan başkasına uymam.'
De ki: `Görmeyenle gören bir olur mu?'
Hiç düşünmüyor musunuz?(6) âyetinde, bu husus sarihtir. Allahû Teâla (cc)'nın gayba ait bazı hususları, değişik sebep ve vesilelerle, peygamberlerine bildirmesi (vahy etmesi) söz konusudur. İslâm'a itiraz eden kitap ehlinin veya müşriklerin
sualleri vesilesiyle, gayba ait bir çok bilgi vahyedilmiştir.
Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de: "(Rasûlüm!) Bunlar sana vahyetmekte olduğumuz gayb haberlerindendir. Meryem'i onlardan hangisi himayesine alacak diye
kalemlerini atarken sen yanlarında değildin. (Bu hususta) Çekişirlerken de yine yanlarında yoktun."(7) hükmü beyan buyurulmuştur.
Başta Ashab-ı Kehf'in mücadelesi olmak üzere; geçmişte yaşanan birçok tarihi
hadise (ki bunlar gaybe ait haberlerdir) dosdoğru şekilde Resûl-i Ekrem (sav)'e vahyedilmiştir. Dolayısıyla gayba ait bilgi; sadece geleceğe ait değildir, geçmişte cereyan eden hadiseler de gayba girer.
Muhakkak ki peygamberlerin bildiği gayb, Allahû Teâla (cc)'nın bildirdikleriyle sınırlıdır. Nitekim: "De ki (ey Muhammed!) `Tehdid edile geldiğiniz (azab)ın yakın mı, yoksa Rabbimin ona uzun bir müddet mi ta'yin etmiş olduğunu ben bilemem. Allah, bütün gaybı bilendir. Öyle ki gaybına kimseyi muttali' etmez.
Meğer ki beğenip seçtiği bir peygamber ola!.. (Onlar müstesnadır)
Çünkü O, bunun önünden ve ardından gözetleyiciler (muhafızlar) dizer"(8)
âyetlerinde, bu husus sarihtir. Rasûller ve Nebiler; Allahû Teâla (cc)'nın vahiyle bildirdiği gayba ait hususları tebliğ edebilirler.
Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Ben de ancak fâni bir insanım (beşerim). Siz bana birçok davalar getiriyorsunuz. Sizlerden biri, diğer tarafa nazaran beni ikna etmede daha kabiliyetli ve muktedir olabilir (meselesini daha beliğ olarak savunabilir).
Ben de ondan işittiğime (ve delillere) göre hüküm veririm.
Bununla bir kimseye, hakikaten din kardeşine ait bir şeyi verecek olursam, o kimse (bunu) asla almasın. Zira benim ona şekilde vermiş olduğum şey, ancak ateşten bir parçadır."(9) buyurduğu bilinmektedir.
Bazı rivayetlerde "Dilerse o ateşi alsın, dilerse bıraksın"ziyadesi vardır.
Dikkat edilirse Resûl-i Ekrem (sav) getirilen delillerin esas alınmasını ve ona göre hüküm verilmesini tavsiye etmiştir. Ayrıca "Ben gaybı bilirim ve mutlaka her hakkı, hak sahibine veririm" dememiştir. Burdaki incelik iyi kavranmalıdır.
Günümüzde; "şeyhlerinin gaybı bildiğini ve ona göre davrandığını" iddia eden, birçok bid'at ehline rastlanmaktadır.
Dikkat edilmelidir. Hevâ ve heveslerini ilâh edinen kitleler "insanın dışında , insanı aşan herhangi bir hakikat yoktur" sloganını, sık sık
tekrarlarlar. Bununla hem vahyi, hem gaybı inkâr hastalığına rastlamak mümkündür. Esasen din ile ideolojinin arasındaki temel fark, bu noktada yoğunlaşmaktadır.
Kelime-i şehadeti ikrar ve tasdik eden bir insan, Allahû Teâla (cc)'nin kitabında ve Resûl-i Ekrem (sav)'in sünnetinde yer alan her hükmün mutlak hakikat olduğunu tasdik etmiş demektir.
Zira bu sebeple "müslüman" (Allah'a teslim olan) vasfını elde eder. Unutulmamalıdır ki, gaybe iman etmek mü'minlerin temel vasıflarından birisidir
MUCİZE
Allahû Teâla (cc) nın emirlerinde ve nehiylerinde,
insanlar için büyük hikmetler vardır.
Şurası muhakkaktır ki insan, en güzel biçim ve surette yaratılmış, yerde ve gökte bulunan bütün nimetler
emrine verilmiştir.
Meselenin önemli noktası bütün bu nimetler daha önce kazandıklarının karşılığı veya mükâfatı değildir. Öyle ise bütün bu nimetler, birer imtihan vasıtasıdır.
Peygamberler, Allahû Teâla (cc)'nın hükümlerini insanlara tebliğ etmek için, yine insanlar içerisinden seçip, görevlendirdiği kimselerdir. Bunlara nebi ve resûl denir.
Hz. Adem (a.s)'dan itibaren bütün peygamberler insanları, Allahû Teâla (cc)'ya iman ve ibadet etmeye davet etmişlerdir.
Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de: "Andolsun ki biz her kavme `Allah'a ibadet edin.
Tâgût'a kulluk etmekten kaçının diye (tebligat yapması için) bir peygamber göndermişizdir."(1)hükmü beyan buyurulmuştur. Peygamberlik yüce bir makamdır. Dolayısıyla kendi kendini peygamber ilân eden kimselerin ortaya çıkması mümkündür.
Allahû Teâla (cc)'nm görevlendirdiği nebi ve rasûlleri ile peygamberlik iddiasında bulunan sahtekârları birbirinden ayırmak, son derece önemlidir.
Bu noktada karşımıza mu'cize kavramı çıkar.İnsanların kalplerini mutmain kılmak ve şüphelerini gidermek için Allahû Teâla (cc) nübüvvetle görevlendirdiği
kimseleri, mu'cizelerle teyid buyurmuştur.
Mu'cize kelimesi Arapça olup (A-C-Z) kökünden türemiştir. İcâz'dan (âciz bırakmak) ism-i fail olup sonundaki "ta" mübalağa içindir. Lûgatta; karşı konulmaz, insanı âciz bırakan hârika(2) mânâlarına gelir. Çoğulu mu'cizâttır. İslâmî ıstılâhta: "Münkirlere meydan okuduğu sırada peygamberlerin ellerinde, nübüvvet davalarında doğruluklarını isbat için, Allahû Teâla (cc) tarafından tabiat kanunlarına muhalif olarak yaratılan hadisedir ki,
benzeri başkaları tarafından getirilemez."(3) şeklinde tarif edilmiştir. Nübüvvet dâvâsından çok önce veya çok sonra meydana gelmez.
Zira, ortada nübüvvet davası söz konusu olmadan, inkârdan veya tasdikten bahsetmek mümkün değildir.Mucizeler peygamberlerin doğruluğunu isbat eden deliller olduğu için; Kur'ân-ı Kerîm'de ayet, beyyine ve burhan olarak zikredilmiştir.
Şimdi kısaca bu hususları izah edelim:a) Âyet: Arapça bir kelime olup, "nişan ve âlamet" mânâsına gelir (4) Kur'ân-ı Kerım'de peygamberlerin mu'cizelerine âyet denilmiştir.
Mu'cizeler rasûllerin ve nebilerin doğruluklarına delâlet eden birer alâmettirler.
Nitekim Hz. Sâlih (as), peygamberliğini inkâr eden kavmine "İşte size bir âyet (mu'cize) olmak üzere Allah'ın dişi devesi"(5) demiştir.
Âyet kelimesi Kur'ân-ı Kerîm'de değişik mânâlarda kullanılmıştır.
b) Beyyine: İster aklî olsun, ister duyularla hissedilen olsun; delâleti sarih olan delil ve şahid demektir (6) Kur'ân-ı Kerîm'de mu'cizeler; peygamberlerin nübüvvetlerine delil ve şahid olduğu için, bu kelime ile ifade edilmiştir.(7) Beyyine kelimesinin çoğulu beyyinâtdır.
Bu kelime; mevsufu mukadder kılınıp ve zikrolunmayınca,
Kur'ân da mu'cizeler mânâsına kullanılır.
Mucizelerin gayrisinde kullanılması nâdirdir.
"Meryem'in oğlu İsa'ya da beyyineler (mu'cizeler) verdik.'(8)
"Peygamberleri onlara beyyineler (mu'cizeler) getirmişti.(9)
Burhan: Kur'ân-ı Kerîm'de mu'cizeye burhan da denilmiştir. Nitekim, "Elini yakanın içine sok. Âfetsiz, bembeyaz olarak çıkacaktır o. Korkudan (kanad gibi açılan) ellerini kendine (birbirlerine) kavuştur.
İşte bu ikisi (asâ ile yed-i beyzâ mu'cizesi) Fir'avn a ve cemaatına iki burhandır."(10) âyetinde, mu'cize mânâsında kullanılmıştır.
Mu'cizeler, peygamberlerin sıdkını göstermek hususunda Allah'ın şehadeti hükmündedir. Çünkü mu'cizeler, câri olan adete (sünnetullaha) muhalif olarak yaratılmış ve benzerlerini de başkaları gösterememiştir.
Rasul-i Ekrem (sav) her peygambere, insanların inanacakları kadar mu'cize verilmiş olduğunu beyan buyurmuştur.(11)Bir peygamber insanlara nübüvvetini ilân edince, ondan doğruluğuna dair delil ve şâhid istenir. Hz. Sâlih (as) kavmini imânâ dâvet edince, ondan derhal mu'cize istemişlerdir: "...Bununla beraber eğer (peygamberlik dâvâsında) sâdıklardan isen, haydi bir âyet (mu'cize) getir.. dediler.
Hz. Sâlih (as)'de onlara: "İşte bu dişi deve (anak). Su içme hakkı (birgün) onundur.
Belli bir günün içme hakkı da sizindir. Ona bir kötülükle ilişmeyin. Sonra sizi
büyük bir günün azabı yakalar. Derken onu kestiler. Fakat pişman oldular.
Çünkü kendilerini o azab yakalayıverdi. Şüphesiz bunda mutlak bir âyet (mu'cize) vardır. Böyle iken onların çoğu iman ediciler değildirler."(12)
Resûl-i Ekrem (sav)'in elinde, birçok mu'cize zuhur ettiği halde, müşrikler daha fazlasını istemişlerdir. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de bu husus açıkça belirtilmiştir:"Dediler ki; `O'na (Muhammed'e) başka mu'cizeler de indirilmeli değil miydi? De ki: `O mu'cizeler ve âyetler Allah katındandır. Ben ancak (şirkin ve zulmün başınıza getireceği felâketi) apaşikar haber verenim. Sana indirdiğimiz bu Kur'ân o mu'cize isteyenlerin karşısında okunup dururken (hâlâ) onlara kâfi
gelmedi mi? Şüphesiz ki bu Kur'ân'da, iman edecek bir kavim için büyük bir
rahmet ve bir öğüt vardır."(13) Resûl-i Ekrem (sav)'in vefatından sonra nübüvvet sona ermiştir. Kur'ân-ı Kerîm, hem bir mu'cize, hem mu'cizelerin şahidi olarak, insanların ellerindedir.
GAYB = KAYNAKLAR
(1) Bakara sûresi: 3.
(2) Râğıb el-Isfahani, el-Müfredat li Garibi'l Kur'ân, İst. 1986, Kahraman Yay. sh. 552. (Gıybet de gayb den gelir. Bir mü'minin, hoşuna gitmeyecek bir ayıbını onun gıyabında anmaya gıybet denilir. Eğer o ayıp mevcut değilse, iftira gündeme girer. Hem gıybet, hem iftira haram kılınmıştır).
(3) En'am sûresi: 59.
(4) Geniş bilgi için bkz. Mecmuatû't Tefasir. İst. 1979 Çağrı Yay., c. I, sh. 42-43 (Gadı Beyzavi bölümü).
(5) İbn-i Kesir, Tefsirû'l Kur'an'il Aziym, Beyrut 1969, D. Marife Yay, c. I, sh. 40-41.
(6) En'am sûresi:50.
(7) ÂI-i İmran sûresi: 44.
(8) Cin sûresi: 25-27.
(9) Sahih-i Müslim. İst: 1401, Çağrı Yay, c.II, sh. 1337, K. Akdiye: 13. Ayrıca Sahih-i Buhari, İst. 1401, c.III, sh. 162; Sünen-i İhn-i Mace, İst. 1401, c. II, sh. 777, K. Ahkâm: 5 Had. No: 2317 2318; İmam-ı Mâlik, Muvatta, İst. 1401, c. II, sh. 719, K. Akdiye: 1.
MUCİZE = KAYNAKLAR
(1) Nahl sûresi: 36.
(2) Saadeddin Mes'ud b. Ömer et-Taftazanî, Şerhû'l Makasıd, İst. 1305, Mtb. el-Bosnevi, sh. 175-176. Ayrıca, Râğıb el-Isfahanî, Müfredat, İst. 1986, Kahraman Yay., sh. 484.
(3) Geniş bilgi için bkz. Saadeddin Mes'ûd b. Ömer etTaftazanî, a.g.e., c. II, sh. 176. Ayrıca Nureddin esSabunî, Matûridiyye Akaidi, Ank. 1978, sh. 111, Seyyid Şerif Cürcanî, Şerhi'1 Mevakıf, İst. 1311, c. III, sh.177.
(4) İsmail b. Hammad el-Cevherî, es-Sıhah, Kahire. 1956, c. VI, sh. 2275. Ayrıca M. Hamdi Yazır, Nak Dini Kur'ân Dili, İst.1935, c. I, sh. 23
(5) A'râf sûresi: 73. Aynca Şuara sûresi:155.
(6) Râğıb el-Isfahani, a.g.e., sh. 88-89. AyrıcaZemahşerî, Keşşaf an Hakaik-i Kavamidi't-Tenzil, Kahire 1953 bsk. ofset., c. I, sh.162.
(7) Zemahşerî, a.g.e.,c. I, sh.162.
(8) Bakara sûresi: 87.
(9) Tevbe sûresi: 70.
(10) Kasas sûresi: 32.
(11) Sahih-i Buhari, İst. 1401, c. VI, sh. 97; c. VIII, sh. 139. Sahih-i Müslim.
(12) Şuara sûresi:154-158.
Kaynak : Abdulaziz Tarhan
KELİMELER ve KAVRAMLAR
Hazırlayan : Fatih Berber
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder