Pazartesi, Mart 12, 2007

Cuma'ya 5 kala


Sayı 32
Cumaya 5 Kala

ilkbahar mevsiminin pırıl pırıl güneşli bir cum'a günüydü.
Devletten resmi müsaadesi olan vaizin, görevli olduğu camide konuşması vardı.
Camiye gitmek üzere yavaş yavaş yola koyuldum.
Diyanet teşkilatından bu haftaki vaaz konusu gönderilmediği için Allah'a şükretti.
Geçen haftaki bir cümlelik resmi tebliğ, kendisini bin dert içine düşürmüştü.
Cum'a vaazıyla ilgili olarak gönderilen bu tebliğe göre
"Laikliğin dinsizlik olmadığı" anlatılacaktı.
Fakat bunun nasıl anlatılacağı, daha açık bir ifadeyle bu işin nasıl becerileceği hiç
belirtilmemişti!. Oysa bu dinin peygamberi, aynı zamanda devlet başkanıydı.
Bu dinin asli kaynağı olan Kur'an-ı Kerim'de, devlet yönetimiyle ilgili birçok hükümler
vardı. Böyle bir durumda peygamberi ve Kur'an-ı Kerim'i devletten nasıl ayıracak,
cemaatin gözüne baka baka "Alemlerin Rabbi olan Allah (c.c.) bir devletin hangi
hükümlerle idare edildiğine hiç karışmaz!. Bu konuda halkın kaderini, politikacılara ve
yöneticilere bırakmıştır!." ifadesini nasıl söyleyecekti?
Hem sormazlar mıydı kendisine "Peki hocaefendi! Allah devlet başkanlarını madem
muhayyer veya başı boş bırakmıştı da. Firavun'u neden helak etti?" diye!.
Ne diyecekti o zaman?
"Allah (c.c.) bir devlet başkanı olan Firavun'u, insanları ezdiği, insanlara zulmettiği için değil, aralarındaki şahsi bir meseleden dolayı helak etti!." mi diyecekti?
Oysa geçmiş peygamberlerin hepsi, zalim devlet yöneticilerini Allah'a kulluğa davet etmişler ve toplumların idaresiyle ilgili hak hükümleri tebliğ etmişlerdi. Zulme rıza göstermeyen Allah (c.c.) bütün insanları adalete davet etmiş ve bu adil hükümlerin ne olduğunu da Kur'an-ı Kerim'de beyan etmişti.
Şimdi bütün bunları göz ve akıl ardı ederek islam'ın laik bir din olduğu nasıl anlatılacaktı Vaazdan önceki iki-üç gün hep bunu düşünmüş, fakat hiçbir çıkar yol bulamamıştı!. Bu konuda Babanın ve bazı politikacıların söylediklerini tekrarlamaktan başka çaresi yoktu Çünkü bu meseleyi en güzel onlar kıvırıyor, en saçma yorumu, en büyük bir ciddiyetle onlar söylüyorlardı. Nitekim geçen haftaki cuma hutbesine bu düşüncelerle çıkmış, laikligin dinsizlik olmadığını adeta bir politikacı gibi anlatmıştı Fakat "Benim işçim, benim köylüm.." diyen Baba'ın üslubundan etkilenerek, vaazında "Benim cemaatim, benim müslümanım, benim kullarım.." demesi cemaatteki birkaç kişinin nedense sinirlenmesine sebeb olmuştu!.
"Herneyse" dedi kendi kendine´. Hutbede bütün anlattıkları için tekrar tekrar Allah'a tevbe etti. Zaten buna benzer bütün vaazlardan sona tevbe etmeyi bir alışkanlık haline getirmişti Bu haftaki vaazla ilgili resmi tebliğin gelmediğini düşününce, içinin yeniden rahatladığını hissetti. Ama ne konuşacaktı? Bu haftaki vaaz konusu ne olmalıydı?
Oraya varınca bir konu bulur konuşurdu "Yük.... Yok.." dedi kendi kendine, konuşacağı konuyu yolda tasarlamalıydı.
Gençlik Kitabevinin önünden geçiyordu., içeride oturan ve birbiriyle konuşan iki genci görünce yüzünü buruşturdu gençler!.
Birşey okumasınlar, birşey öğrenmesinler, hemen ellerine kitabı alıyorlar, kapı kapı
geziyorlardı. Kendisine de gelmişler, "Hocam bak kitapta ne yazıyor" demişlerdi
Feesuphaaanallah.!
Sanki O bilmiyordu, sanki O okumamıştı kitapları!.
Ne olacak, hepsi ukalalık yapıyordu!. Hayatı tanımamışlardı, geçim derdini nereden
bileceklerdi ki!. Onlar kendisine kitabı uzattıkları zaman, o da gençlere cebindeki borç
listesini uzatacak ve onlara "Siz de bunu okuyun" diyecekti,
Ama, çocukla, çocuk olunmazdı ki!.
En iyisi sabretmekti ve kendisi de büyük bir olgunluk göstererek sabretmişti. Zaten kendisi
gibi saygın bir vaize bu yakışırdı. Adımlarını sıklaştırdı. Biran önce oradan uzaklaşmalıydı.
Ne olur ne olmaz, belki kitaplarda yine bir şeyler bulmuşlardır diye düşündü. Geçen hafta
kitabevinin önünden geçerken onaltı, onyedi yaşlarındaki çocuğun sözlerine canı çok
sıkılmıştı. Çocuk kendisine bir tüccarmış gibi bakarak "iyi işler, bol kazançlar"
demişti. Oysa camiye gidiyordu, dükkan açmaya değil!.
Bu sözün o kadar tesirinde kalmıştı ki, cami cemaatıni arkasına alıp, tekbir için ellerini
kaldırırken, sanki dükkanın kepenklerini kaldırıyordu. "Herneyse" dedi.
Bu gençleri görünce aklına hep kelime-i tevhid geliyordu. Bu günkü vaazda kelime-i tevhid
üzerinde durayım, cemaate bu kelimenin önemini anlatayım diye bir düşünce geçdi içinden!
Cami merkezi bir yerde bulunuyordu. Diğer vakitlerde birkaç kişiden fazla cemaat yoktu
ama cum'a namazında tıklım tıklım dolardı. Hatta şimdiden gelip oturanlar bile vardı.
Evet, kelime-i tevhidi anlatmalıydı!.
Zaten gençler de kendisini bu yüzden tenkid ediyorlar, "Allah'a kul olmak için camiye
gelen İnsanlara, kulluğun en önemi iki meselesi olan tevhid ve şirki neden anlatmıyorsun,
bu gerçekleri neden gizliyorsun?" diyorlardı.
Bu ifadedeki "Gizlemek" kelimesi onuruna dokunuyordu. Oysa cemaatten hiçbir şeyi
gizlemiyordu. Tevhid ve şirk meselesini de gizlememişti. Sadece bu gerçekleri
anlatmamıştı, o kadar!. Anlatmamak ayrı şey, gizlemek ayrı şeydi.
Mesela para dolu cüzdanını kaybetse ve bu cüzdanının yerini bilen bir adam. ona cüzdanın
yerini söylemese, cüzdanı gizlemiş mi olacaktı? Durdu!. Hııh, bu örnek hoşuna gitmemişti
Tamam dedi kendi kendine, bugün kelime-i tevhidi anlatmalıydı.
Ama nasıl ve nereden başlayacaktı?
Konuşmak kolaydı fakat konuşmanın sonunda gelebilecek sorumluluk ve yükümlülükleri
de bir gözden geçirmeliydi. Kaç kişinin bu yüzden başı derde girmişti.
Allah'ı razı etmek isterlerken, devlet büyüklerini kızdırmışlardı.
Hiç böyle yapılır mıydı?
Burası başıboş bir ülke değildi kil. Birçok namussuz başa geçmişti, içinden söylediği
"Namussuz" kelimesini acaba duyan oldu mu endişesiyle etrafına bakındı. Yakınında pek
kimse yoktu fakat yine de dikkatli olmalıyım diyerek kendisini
Kelime-i tevhid, "La ilahe illallah", "Allah'tan başka ilah yoktur, ancak Allah vardır."
Neydi bu cümle? Neler anlatıyordu? Neyi tasdik ettiriyor, neleri inkar ettiriyordu?
Bir duygu ve düşünceyi anlatan kelimeler topluluğuna cümle deniyordu.
Peki kelime-i tevhidi ifade eden bu cümle, günümüzde hiçbir şey düşündürmüyor, hiç bir
şey anlatmıyor muydu? Oysa ki bu cümle,
Resulü Ekrem (s.a.v.) döneminde tahtları, sarayları, köşkleri sarsıntıya uğratmış, Şimdi ise
"Elhamdülillah müslümanız" diyen İnsanları bile etkilemiyordu.
Çünkü bu cümleye değişik anlamlar yüklenmiş, cümlenin gerçek anlamı ve etkisi
kaybolmuştu. Kelime-i tevhide yabancı olan bu batıl anlamlar çıkarmak ve kelime-i
tevhidin gerçek anlamını açıklamak ise hiç kolay değildi.
Camideki cemaatin durumunu tekrar gözden geçirdi. Kelime-i tevhidi açıklarsa, cemaatten
itiraz edenler olacaktı. Çünkü kelime-i tevhidin gereği olarak, insanlara ilahlık taslayan
bütün politikacıların, insanlara ilahlık taslayan bütün ideolojilerin, bütün sistemlerin, bütün
devletlerin reddedilmesi gerekecekti..

Tevhid, sadece ve sadece Allah'a kulluk etmekti.

Hakim olarak, hüküm koyucu olarak sadece Allah'ı kabul etmekti. Allah'ın hükmüne rağmen hüküm koyan kişiler, hüküm koyan merciler varsa, Allah'ın hukukuna tecavüz ederek insanlara ilahlık taslayan bu kişilerin, bu mercilerin reddedilmesi gerekirdi. Cemaati düşündü!. Hayli saf olan bu cemaat kendisinden örnek ister "Allah'ın hükmüne rağmen hüküm koyan bu namussuzlar kimdir?" diye soru da sorarlardı. Olsun, sordukları zaman parmağıyla Ankara'yı göstererek "işte oradakiler!." derdi.
Hemen durdu..
"Çüüüüüüüüşşşşş" dedi kendi kendine!. Farkında olmadan neler, ne tehlikeli düşünceler geçiriyordu İçinden! Tıpkı genç müslümanlar gibi düşünmeye başlamıştı. Zaten o geçim derdini bilmeyen gençlere göre bu gerçeklerin anlatılması lazımdı. Nitekim bu konuda kendisine örnek olarak falan caminin imamı Ahmed hocayı gösteriyorlardı. Söylediklerine göre bu hoca. cemaate tevhid ve şirkle ilgili bütün gerçekleri anlatıyormuş. Hatta şikayet üzerine soruşturmaya gelen savcı bile. hocanın anlattıklarını dinledikten sonra müslüman olmuş. Peki ama,kendisine gönderilecek olan savcının da müslüman olacağı ne malum!. Adam ya azılı kafirin biriyse, o zaman ne olacak?
Evet.bütün bunları dikkate almalıydı. Uzun yıllardır tevhid ve şirkten habersiz olan cemaat. bu gerçeklerle karşılaştıkları zaman şüphesiz şaşıracaklardı. Camide "Ey Allah'ım", camiden çıkınca "Ey parti liderim, ey devletim" diyen bu vatandaşların çoğu itiraz edecekti anlatılan gerçeklere. "Saptırmış bu vaiz, diğer imamlar, diğer müftüler bunu bilmiyor mu?" diyeceklerdi. Ne diyecekti o zaman?
"Bu gerçekleri anlatmayan namussuzlar, dilsiz şeytanlardır dese, bütün şeytanlar başıma üşüşürdü!.
Ayrıca bu gerçekler, cemaati de dağıtırdı. Haftada bir kere cuma namazına gelerek cennetlik olduklarını zanneden bunca insan, cennetin böyle ucuz olmadığını anlayınca camiye de gelmezlerdi. Hiç değilse haftada bir kere dolan bu camiler boş kalır ve millet, namazı, abdesti unuturdu. Hatta beş vakit camiye gelen hacılar ve emekliler de gelmez olurlardı camiye. Milleti camide cemaatleştirmeye çalışanlar da kızarlar ve belki de kendisini, yahudiye hizmet etmekle suçlarlardı. Sıkıntı ile iç geçirdi!. Off Allah´ım Of dedi.
Oysa ne güzel namazı, abdesti anlatıyordu. Uzun uzadıya taharetlenmekten bahsediyordu! Hiçbir mahzuru olmayan bu Konuları rahat rahat anlatabiliyordu. Ama iş tevnid ve şirkin anlatılmasına gelince, durum farklıydı. Çünkü kelime-i tevhidi ifade eden bu cümlenin altında çok manalar vardı. Bunlar anlatılmaya başlandığı zaman şirk ve müşrik kavramları da kendiliğinden gündeme gelecek ve işler o vakit daha da karışacaktı. Bilerek veya bilmeyerek Allah'tan başkasına kulluk edenler, tağuta isteyerek itaat edenler ateş püsküreceklerdi. Bazıları "Yahu bu adam bize resmen müşrik diyor" diyecekler, bazıları da "Yok yahu resmen değil, bu adam gayriresmi olarak konuşuyor, bu adam irticacı" diyerek yaygarayı basacaklardı,
Bir çoğu da "Bu adam gerçekten sapıtmış. Bize nasıl müşrik der? Kıldığımız namazı, tuttuğumuz orucu, gittiğimiz haccı görmüyor mu? Bizden daha ne istiyor? Gidip namaz kılmayanlarla, Allah'ı inkar eden ateistlerte uğraşsa ya!. Biz tağuta kulluk yapıyormuşuk!
iftiraya bak.. Biz daha tağut kelimesinin ne olduğunu bilmiyoruz, değil ki ona kulluk yapalım,." diyeceklerdi.
Kalbi yine sıkışmıştı!.
Geçirdiği iki kalp krizini hatırladı. O zaman ölmemişti ama birgün mutlaka ölecekti. Anlattıklarından ve anlatmayıp sakladıklarından, yani saklamak değil de, saklamayıp anlatmadıklarından hesap verecekti. Kalbi daha fazla sıkıştı!.
"Hakkımda ne derlerse desinler, anlatacağım" dedi. Anlatması lazımdı. Çünkü bir insan sadece namaz kılmakla, sadece oruç tutmakla müslüman olmazdı, olamazdı, islam'ın ilk şartı, kelıme-i tevhid idi. Kelime-i tevhidin manasını ve gereğini bilmeden, bu gerçeği tasdik etmeden bir insanın müslüman olması mümkün değildi. O halde anlatmalıydı, anlatmalıydı bu gerçekleri.
Evet, anlatacaktı! ister sapık desinler, ister bağırsınlar. isterlerse camiye hiç gelmesinler, anlatılması gereken gerçeği anlatacak, hiç olmazsa üçbeş İnsanın kurtulmasına vesile olacaktı. Ammaa ya hükümete şikayet ederlerse?
Gerçi şikayet etmelelerine de gerek yoktu. Çünkü caminin hopörlörü dışanya da uzanıyordu. "Ooo ooolf diyerek sakalsız yanağını kaşıdı. Ne yapmalıydı?
Konuşması mutlaka faydalı olacaktı.. Cum'a namazına gelen gençleri düşündü.
Temiz bir yaprak gibi olan bu gençlere, bu samimi gençlere mutlaka anlatılmalıydı. Kimbilir belki cemaatten de bu konuları merak edenler vardı.
Ama onlarda hiç bir şey sormuyorlardı
Bankadan alınan faizle ne yapılacağını, köprü ve baraj senetlerinin gelirini
soruyorlar, ketime-i tevhidin gerçek manasını sormuyorlardı!.
Muamelattan sormuyorlardı!.
Allah'ın dostuna dost, düşmanına düşman olmanın ne anlama geldiğini sormuyorlardı!.
Allah'ın dostunun ve düşmanının kim olduğunu sormuyorlardı!.
Allah'ın hükmüne rağmen hüküm koyanların kim olduğunu sormuyorlardı!.
Gayriîhtiyari içinden yükselen "iyi ki sormuyorlar" ifadesinin, Rahmani mi yoksa
nefsani mi olduğunu pek anlayamadı. Camiye epey yaklaşmıştı.
Ticaret hanesinin kapısını kapatarak cuma namazına gelmeye hazırlanan tüccar Arif bey kendisini görmüş, hürmetle selamlamıştı. "Namussuz herif dedi içinden. Yaptığı işin kılıflı tefecilik olduğunu söylese, kendisine bu hürmeti göstermezdi. Vitrindeki mobilyayı görünce, evini hatırladı. Evindeki yatak odası takımının, avizeleri ve diğer eşyaları düşündükçe keyiflendiğini hissetti. Evinde pek eksik yoktu. Karısı aklına gelince "Allah beni onsuz bırakmasın!" diye halisane bir duada bulundu.
Becerikli karısının yaptığı çörekleri, börekleri hatırlayınca sanki yeniden acıkmıştı
Bugün de kalbura basma yapacaktı!.
Televizyon geldi aklına, cum'a olduğuna göre ikinci kanalda sinema vardı.
Kalbura basmayı filmi seyrederken yerdi.
Camiye varınca tüccar Arif beyin hediye ettiği saatine baktı.

Cum'aya beş vardı!.

Şimdiye kadar birçok kez, cuma namazına gelirken kelime-i tevhidi anlatmayı düşünmüş fakat cumaya beş kala bu düşündüklerinden vazgeçmişti!.
Vakit, yine cumaya beş vardı ve ne konuşacağını yine pek bilmiyordu. Kelime-i tevhidi,hapiste olan müslümanlan, tüccar Arif beyi, yeni misafir odası takımını, avizelerini. halılarını, karısını, kalbura basmayı ve televizyondaki filmi tekrar düşündü.
Karar vermişti...!
Daha erkendi'.. Kelime-i tevhidin anlatılması için zaman ve zemin müsait değildi.
Bu düşünce sanki içini rahatlatmıştı. Zaman ve zemin müsait olsa elbette, elbette anlatırdı Hiç kimseden korkmadan kürsüye çıkar, tevhid ve şirkin ne olduğunu açık açık herkese anlatırdı. Çünkü biliyordu, biliyordu bütün bu gerçekleri.
Sahi ya. O bu gerçekleri camilerde değil, kitaplarda Öğrenmişti. O halde bu meseleleri
bilmek isleyenler de kitablardan öğrenebilirdi.
Bu meseleler, böyle bir zamanda camilerde anlatılamazdı kî!
Daha geçenlerde müftü efendi kendisine vaazda ne anlatacağını sormuş
o da şakadan, şaka olsun diye, Vallahi şaka olsun diye,
"Kim Allah'ın indîrdiğiyle hükmetmezse, onlar kafirlerin ta kendileridir.."
mealindeki Maide suresi 44. ayet-i kerimeyi cemaate açıklayacağını söylemişti!
Aman Ya Rabbi. Sen misin bunu diyen?
Müftü öyle kızmış, öyle bağırmıştı ki, o zamandan bu yana değil bu ayel-i kerimeyi,
Maide suresinden hiçbir ayeti kerimeyi okumaya cesaret edememişti.
Müftü olacaktı sözde, Şaka söylediğini nedense anlamamıştı!.
Oysa bu gibi ayet-i kerimelerin açıkça anlatılmayacağını, geçim sorumluluğu taşıyan
her din görevlisi bilirdi! Zaman ve zemin müsait olsa, tabi ki bu durum değişebilirdi.
Fakat simdi müsait değildi.
Bu gibi gerçekler, cemaat içinde fitne çıkarırdı!.
Cumaya beş kala yine fikrini değiştirmiş ve bu gibi tehlikeli konuları şimdilik anlatmayayım düşüncesiyle camiye girmişti!.
Caminin bahçesinden geçerken, bahçedeki yeni yeni tomurcuklanan ağaçlar dikkatini çekti Evet, ağaçlardan ve ağaç dikmenin faziletinden bahsedebilirdi.
Konuşma konusunu bulduğu için sevindi.
Sık sık anlattığı bu konu İçin hazırlanmasına da gerek yoktu.
Büyük bir huzurla camiye girdi.
Cemaatten birisinin hürmetle tuttuğu cübbesini giyerek, kürsüye oturdu.
Bu kürsü oldum olası çok hoşuna gidiyordu.
Cemaate göz gezdirdi ve kendisinden emin bîr sesle konuşmaya başladı.
Müezzin vakit ezanını okurken, cemaat birbirini dürtüklüyor, uyuyanlar birer birer
uyandırılıyordu.. Kendiside Onun için yer açmak için ayağa kalkan cemalin aralarından hutbeye dağru yürüdü.
Kılınan ilk sünnetten sonra hutbe için kalkarken sanki sırtına dağlar yüklenmiş gibi hissetti
biran sanki arkaya doğru yıkılır gibi olmuştuki cemaatten durumunu farkedenler hemen
koluna girerek hoca effendi kendinizi iyi hissetmiyorsanız hutbeyi muezin effendi okusun
dediler ama iyiyim diyerek hutbeyi bildik kelimelerle kurduğu birkaç cümle ile bitirdi, indi
iki rekkat cum'anamazınıda kıldırdı,
Cemaat dağılmış kendide evin yolunu sırtındaki ağır yükle yürümeye başlamıştıki birden
yere yığılıverdi.
Aylarca kaldırıldığı hastanede kalmasına rağmen hiç bir iyileşme olmamıştı.
Aslında pek bir şeyide yoktu.

Bir Allah birde kendisi biliyordu derdini...................!!!

Hazırlayan : Abdulkadir Bolat
Kaynak:İnsan Dergisi Yayınları
Mehmed Alagaş

Hiç yorum yok:

Zevk için minareleri yıkıyorlar.